• DOLAR 34.523
  • EURO 36.435
  • ALTIN 2849.92
  • ...
Allah (c.c) Vaadinden Dönmez!
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Hâlbuki insanlar; tarihten günümüze kadar birçok peygamberin ve iman edenlerin öldürüldüğünü, kiminin yalanlanarak yerinden yurdundan kovulup hicrete mecbur edildiğini… Bir kısım Müminlerin türlü eziyetlere uğradığını, kimilerinin hendeğe atıldığını, kimilerinin üzerlerine roketlerin, fosforların ve mermilerin yağdırıldığını, iffetlerin tarumar edildiğini… Gayelerinin sadece iyiliği emretmek kötülükten nehyetmek olan sivil toplum kuruluşlarına saldırıldığını… Yıllardır Müslüman kadının en tabii hakkı olan örtünün yasaklandığını ve bu yasağın adeta bir kangren haline getirildiğini… Müslümanların birçok sıkıntı ve ızdırab içinde kıvrandığını gözleriyle görüyorlar. Öyleyse nerde kaldı, Allah Teâla’nın onlara dünya hayatında yapacağı yardım vaadi? İşte şeytan kalplere bu kapıdan girer ve orada yapmak isteğini yapar!
 
Öncelikle şu hususun belirtilmesi gerekiyor ki, insanlar hadiseleri değerlendirirken hep satıhta kalır ve işin iç yüzüne nüfuz etmeden hükme varır. Bu suretle pek çok değerlerden ve gerçeklerden uzak kalır. İnsanlar kıyaslamalar yaparak, olayları hükme bağlarken ve ya değerlendirirken; içinde bulundukları kısa zamanı ve mekânı nazarı itibara alır, bunun ilerisini hesaba katmazlar. Bunlar beşeri küçük ölçülerdir, lakin İslamî ölçü böyle değildir! O, gayet geniş şümullüdür. Bir hadiseyi; geniş zaman ve mekân açısından ele alıp inceler, bir asırla öteki asır arasında, bir mekânla başka bir mekân arasında ayrıcalık tanımaz… Akide ve iman meselesine bu açıdan baktığımız zaman onun muzaffer olduğunu göreceğimizden şüphe yoktur.
 
Akidenin muzaffer olması demek, ona sahip olanın zafere ermesi demektir. Çünkü iman davasına sahip olanların o davanın dışında bir varlıkları yoktur. İmanın bu dava sahiplerinden istediği ilk şey, Allah (c.c) yolunda; gerekirse mallarını, canlarını, evlatlarını ve en sevgililerini feda edip hak olan bu davayı yeryüzüne hâkim kılmalarıdır. Keza bazıları, yardım ve zaferin manasına dar açıdan bakıyorlar. Allah (c.c)`ın yardımını, gözleriyle gördükleri ve alışageldikleri muayyen bazı şeylere hasretmek istiyorlar! Hâlbuki ezelde vaad edilmiş olan yardımın pek çok çeşitleri vardır… Hatta bunların bir kısmına sathi nazarla bakanlar onu hezimetle karıştırabilirler. Bilindiği gibi Hz. İbrahim (a.s) ateşe atılırken, akidesinden asla dönmedi, aynı zamanda imana daveti de elden bırakmadı. Şimdi O’nun bu hali bir zafer mi yoksa bir hezimet miydi?
 
Asla şüphe yok ki, akideye göre, Hz. İbrahim (a.s) ateşe atılırken Allah (c.c)`a olan imanı ve tevekkülü ile zaferin zirvesine ermiş bulunuyor! Nitekim ateşin İbrahim (a.s)’e serin olması da o inkârcı halkın karşısında muazzam bir mucizedir. “Ona (İbrahim’e) tuzak kurmak istediler, bizde onları alçak ve zelil kıldık” (Saffat / 98) ayeti de asıl hüsrana ve hezimete uğrayanların o küfredenler olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Neticede Allah (c.c)`ın dostu olan Hz. İbrahim, ateşten kurtuluşunda da ikinci bir zafere ermiş bulunuyordu. Bu zaferler zahirde birbirinden uzak olsa da, hakikatte birbirine yakınının yakınıdır.
 
Aynı zamanda Kerbela faciasında da Hz. Hüseyin (r.a)’in; o bilinen korkunç ve acı şekilde şehit edilişine dıştan bakılır ve basit ölçüye vurulursa, bu bir hezimet idi. Ama derinlemesine bakılır ve büyük mikyas ile ölçülür ise onunda bir nevi nusret olduğu anlaşılır. Bu gün yeryüzünde Hz. Hüseyin (r.a) gibi dünyanın hiç bir köşesinde insanları meydanlara ve salonlara akın ettiren, kendisine sevgi ve şefkat dolu binlerce kalbin çarptığı bir şehit yoktur. “Nice şehit var ki akide ve davasına şehadetiyle yaptığı hizmeti, bin sene yaşamış olsa da başka şekilde yapamazdı. Kanı ile yazıp evlat ve ahfadına armağan ettiği ve belki nesiller boyunca bütün tarihin seyrini değiştirecek kuvvete haiz eseri ile kalplere zerk ettiği o derin manaları yerleştirerek binlerce kişiyi büyük işlere ve hamlelere sevk edemezdi.” (Fizilâlil Kur’an)
 
Hiç şüphesiz Müminler; sabrettikleri, Allah (c.c)`ın emir ve yasakları doğrultusunda yaşadıkları takdirde mutlaka zafere ulaşacaklardır. Ancak bu ulvi dava; sabır, fedakârlık ve serden geçmeyi ister! Bırakalım batıl bir müddet galebe çalarak borusunu öttürsün, batılın sayı çokluğu ve iktidarı, zafere ulaşacağı anlamına gelmez.
 
Zira buzun, güneşe karşı koyamayıp erimeye mahkûm olduğu gibi, batılda bütün hile ve desiselerine rağmen hakkın heybeti karşısında tükenip yok olmaya mahkûmdur! Bu durumda Müslümanlara düşen görev ise; zulümlere, haksızlıklara, nefse ve onun arzu ve emellerine karşı sabretmekle beraber zalimlerin, oyun ve planlarını bertaraf etmek için gayret ve ceht etmektir…
 
Habbab bin Eret (r.a) Resulullah (s.a.v) ile arasında geçen bir hadiseyi şöyle rivayet eder:
Resulullah, hırkasını ensesinin arkasına dayamış Kâbe’nin gölgesine yaslandığı sırada biz ona giderek müşriklerin eziyetlerini dile getirip dedik ki; “Bize dua edip müşriklere karşı zafere ulaşmamızı istemez misiniz?” O şöyle cevap verdi; “Andolsun ki sizden evvelkilerden Mü`min olan kişiler (bulundukları yerden) alınıyor, bir çukur kazılarak içine konuyor, sonrada bir testere getirilerek başı ortadan ikiye bölünüyor, vücudunun et ve kemiklerine varıncaya kadar demir taraklarla taranıyordu da yine bu işkenceler onları dinlerinden çevirmiyordu. Allah`a yemin ederim ki; O bu işi (dini) tamamlayacaktır. Hatta bir misafir San’a’dan Hadramevt`e kadar gidecek de Allah`tan ve koyun sürülerine ilişecek kurttan başka hiç bir şeyden korkmayacak. Fakat ne var ki sizler çok acele ediyorsunuz.” (Buhari)
 
Elbette ki tarih boyunca Peygamberlerine (aleyhimusselam) ve iman edenlere yapılan zulmün bir sinekle dahi intikamını almaya muktedir olan Allah (c.c); bugün de mazlum ve mustazaflara yapılan zulmün intikamını El- Muntakim sıfatıyla, gerek bu dünyada gerek ise ahirette mutlaka alacaktır. Zaman uzasa da zindanlar Yusuflarla dolsa da ve toprak şehitlerin kanına doysa da, bu her şeye gücü yeten, kudretli Rabbimizin vaadidir.
 
Zehra Ayhan / Ocak-Şubat 2012 / Nisanur
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir