Müminin kalbi
“Eğer şeytanlar Ademoğulları'nın kalpleri etrafında dolaşmasaydı, muhakkak ki Âdemoğulları göklerin melekûtunu seyredeceklerdi.”
Bunlardan anlaşılıyor ki, insanoğlunun özelliği ve hususiyeti, ilim ve hikmettir. İlim çeşitlerinin en şereflisi Allah, Allah'ın sıfatları ve fiillerinin ilmidir. Bu bakımdan bu ilimle insanoğlunun kemâli tamamlanır. İnsanoğlunun saadet, celâl ve kemâl huzurunun komşuluğuna yararlılığı, ancak kemâlindedir. Bu bakımdan beden nefsin merkebidir. Nefis ilmin yeridir. İlim insanın maksududur ve insanoğlunun yaratılışından kastedilen özelliktir. Nitekim at da yük taşıma bakımından merkeple ortaktır, fakat düşman üzerine gitmek ve düşmanın hücumundan süvarisini kurtarmak ve güzel görünüşü gibi hususiyetleriyle merkepten ayrılır. Bu bakımdan at, bu özellik için yaratılmıştır. Eğer bu özellik attan sıyrılırsa, o vakit merkep mertebesine düşer. İnsanoğlu da böylece birtakım işlerde at ve merkeple ortaktır. Onlardan, özelliği olan birtakım işlerle ayrılır. İnsanoğlunun o özelliği, âlemlerin rabbine yakın olan meleklerin sıfatlarındandır.
İnsanoğlu mertebe açısından hayvanlar ile melekler arasında bulunur. Çünkü insanoğlu yemesi ve üremesi bakımından bitki gibidir. Hissetmesi ve kendi iradesiyle hareket etmesi bakımından hayvan gibidir. Sureti ve kıymeti bakımından duvar üzerine nakşedilmiş resim gibidir. Onun özelliği ancak şeylerin hakikatlerini bilmektir. Bu bakımdan kim bütün azalarını ve kuvvetlerini -onlardan ilim ve amel elde etmek için- yardım istemek yönünde kullanırsa, bu kimse meleklere benzemiş olur. Mademki meleklere benzer, onlara iltihak etmeye hak kazanır. Ona melek demek, rabbanî demek uygun düşer. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Yusuf hâdisesine isimleri karışan kadınların şöyle söylediklerini haber vermektedir:
“Bu beşer değildir! Ancak bu, şerefli ve kerim bir melektir!” (Yusuf/31)
O halde, kim himmetini, bedenî lezzetlerin arkasında koşmaya sarf ederse, hayvanların yediği gibi yerse, böyle bir kimse, hayvan derecesine düşer. Böyle bir kimse, ya öküz gibi akılsız veya domuz gibi obur veya köpek gibi ısırıcı veya kedi gibi tırmalayıcı veya deve gibi kindar veya kaplan gibi kibirli veya tilki gibi hilebaz olur veya inatçı bir şeytan gibi bütün bu kötü sıfatları nefsinde toplar. Hiçbir aza ve hiçbir hâssa yoktur ki Allah'a giden yolda onun yardımından istifade etmek mümkün olmasın. Nitekim bunun bir kısmının izahı “Şükür Kitabı”nda gelecektir. Bu bakımdan kim bu yolda herhangi bir azasını kullanırsa, o zaferi elde etmiştir, kim de bunu kullanmaktan sarfı nazar ederse, böyle bir kimse zarar etmiş ve mahrum olmuştur.
Bu husustaki saadetin özeti şudur: Kişi Allah ile kavuşmayı kendisine maksat ve hedef edinmelidir. Ahiret evini ebedî yurt, dünyayı konak, bedeni merkep, azaları hizmetçi yapmalıdır. Bu bakımdan insanoğlunun idrak edici özelliği padişah gibi memleketinin ortası olan kalpte istikrar etmelidir. Dimağın mukaddimesine bırakılan kuvve-i hayaliye, postacı gibi gidip gelmelidir. Zira hissedilen şeylerin haberleri, dimağların mukaddimesi yanında toplanır. Meskeni dimağın sonunda olan kuvve-i hâfıza, hazine gibi işlenmelidir. Dil de onun tercümanı gibi olmalıdır. Hareket hâlinde olan azalar onun mektubu gibi olmalıdır. Bu bakımdan onların her birine bir memleketin haberlerini toplamak vazifesini vermelidir.
Göz, renkler âleminin haberlerini; kulak, sesler âleminin haberlerini; burun, kokular âleminin haberlerini toplamakla görevlendirilmelidir. Diğer azalar da böyledir. Çünkü o azalar haber sahipleridir. Bu âlemlerden haberleri toplarlar. Postacı gibi olan kuvve-i hayaliye'ye o haberleri iletirler. Posta sahibi de onu kuvve-i hâfızadan ibaret olan hazineciye teslim eder. Hazineci de (değerlendirmek için) o haberleri padişaha arz eder. Padişah, memleketinin idaresinde, saadetinde ve üzerinde bulunduğu seferin tamamlanmasında, düşmanını yok edip yol kesicileri bertaraf etmekte kendisine yarayanları o haberlerden çıkarır. Padişah bunu yaptığı takdirde muvaffak ve mutlu olur, Allah'ın nimetinin şükrünü yapmış sayılır. Ne zaman ki bunları başıboş bırakırsa veya düşmanın lehinde kullanırsa (düşmanları ise şehvet, gazab ve diğer geçici zevklerdir) veya bunları konağında değil yolunun tamirinde kullanırsa -zira dünya onun geçtiği yoludur- onun vatanı ve istikrar bulacağı yer ahirettir. Böyle kullandığı takdirde mahrum, şakî ve Allah'ın nimetini inkâr etmiş olur. Allah'ın ordularını zâyi eden ve düşmanlarına yardımda bulunan Allah'ın hizbini yardımsız bırakmış olur. Böylece gazaba, dünya ve ahiretinde uzaklaştırılmaya müstahak olur. Biz böyle olmaktan Allah'a sığınırız. Bizim beyan ettiğimiz bu misale Ka'b'ul-Ahbar işaret ederek şöyle demiştir:
“Aişe validemizin huzuruna girdim ve ona dedim ki:
-İnsanoğlunun gözleri hidayet edici, kulakları derleyici, dili tercüman, elleri kanatlar, ayakları sağa-sola koşturulan postacı, kalbi ise padişahtır. Bu bakımdan padişah iyi oldu mu askerler de iyi olur.
Bu sözleri işiten Aişe validemiz 'Ben de Rasûlullah'tan böyle duydum' demiştir.”
Hz. Ali kalplere misal olarak şöyle demiştir:
“Muhakkak Allah Teâlâ'nın yeryüzünde kapları vardır. O kaplar da kalplerdir. Bu bakımdan kalplerin Allah'a en sevimli geleni en incesi, en saf ve en dürüstüdür.”
Sonra Hz. Ali, bunu tefsir ederek şöyle demiştir; “Bu, din hususunda en kuvvetli, yakîn hususunda en saf ve Müslümanlar için en fazla merhametlisi demektir.”
Hz. Ali'nin bu sözü, Allah Teâlâ'nın şu ayetindeki “Kâfirlere karşı şiddetli, aralarında ise merhametlidirler” (Fetih/29) cümlesine ve yine “O'nun nurunun misali, içinde çıra bulunan bir kandil gibidir.” (Nûr/35) ayetine işarettir.
İmam Gazali