Türkiye ve ABD: Geçmiş, bugün ve yarın
Türkiye`nin daimi itirazlarına rağmen ABD`nin PKK konusunda vermek üzere göründüğü imaj, Türkiye-Amerikan ilişkilerini tayin eden NATO ittifakının lafzına ve ruhuna uymuyor.
İSTANBUL - Prof. Dr. Tarık Oğuzlu - Türkiye'nin ABD'yle ilişkilerinin dinamikleri, 1952 yılında NATO'ya girişinden bu yana gelgitlerle malul olageldi. İttifak'ın müşterek üyeleri olmak itibarıyla Sovyetlerden gelen varoluşsal meydan okumalarla beraberce yüzleşseler de, Türkiye ve ABD çeşitli vesilelerle Soğuk Savaş döneminde kendi ilişkilerinde de zorlu dönemlerden geçtiler. 1964 yılında Türkiye'nin başbakanına gelen (Lyndon) Johnson mektubu rezaleti, ABD'nin 1962'de aldığı tek taraflı bir karar neticesinde Jüpiter füzelerini Türkiye'den çekmesi, Türkiye'ye 1975 yılında uyguladığı ekonomik ve askeri ambargo ve 1980 askeri darbesine verdiği gizli destek, ikili ilişkileri zehirleyen konulardan bazıları oldu.
Öte yandan, Türkiye'nin 1950'lerin başında liberal demokrasiye geçişi, Sovyetler Birliği`ne yönelik ABD'nin başını çektiği çevreleme politikasına verdiği güçlü destek, Avrupa'nın güvenliğine yaptığı muazzam katkılar ve Soğuk Savaş döneminin büyük bir bölümünde Ortadoğu'da Batı yanlısı bir dış politika izlemiş olması, Türkiye'nin uluslararası toplumun Batı kanadındaki yerini güvenlik ve kimlik temelinde güçlendirmişe benziyor. Soğuk Savaş döneminin sona ermesi, Batı-dışı güç merkezlerinin ortaya çıkması, Batı'nın liberal düzeninin kademeli olarak aşınması ve Türkiye'nin bulunduğu bölgede yeni stratejik açılımların yaşanması, son 25 sene boyunca ikili ilişkilerde yeni dinamikleri harekete geçirdi.
Son 30 senede Türkiye'nin, Batılı bağlantılarından istifade ederken bir yandan da uluslararası ilişkilerinde ve güvenlik meselelerinde kendi stratejik özerkliğini artırma çabalarına şahit olunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Görünen o ki Türkiye'nin Batı'ya yaklaşımını, Türkiye'nin batılı kimliğini ne pahasına olursa olsun korumayı kutsallaştıran bir kavrayıştan çok daha derin bir şekilde, daha pragmatik ve çıkarların yönlendirdiği bir mantık şekillendiriyor. Bu eğilim, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) hüküm sürdüğü son 15 senede iyice bariz bir hal aldı. AK Parti hükümetleri Türkiye'nin 'stratejik özerkliğine' ne kadar vurgu yaptıysa ve ABD Ortadoğu'daki askeri müdahaleleriyle Türkiye'nin bölgesine ne kadar yaklaştıysa, Türkiye ve ABD arasındaki ikili ilişkiler de o kadar gerildi. 'İttifak temelli' ilişkinin 1990'ların sonunda evvela 'stratejik ortaklığa', sonra da 2000'lerin sonunda 'model ortaklığa' dönüşmesinden sonra, iki ülke arasındaki ilişki, Trump yönetiminin Türkiye'ye yönelik daha bir 'alışveriş eksenli' yaklaşımıyla birlikte yeni bir evreye girmiş bulunuyor.
NATO'nun diğer üyelerine ve birçok yükselen güce benzer şekilde, Türkiye de Batılı olmayan güçlerle ekonomik ve stratejik ilişkilerini ısrarlı bir şekilde geliştirmeye çalışmakta. Küreselleşme süreci ve dünyanın küçülmesi, birçok ülkeyi dış siyasetlerinde daha küresel ve çıkar odaklı bir bakış açısını benimsemeye zorluyor. Küresel siyasette yükselişte olan bu eğilimin en son tezahürü en iyi şekilde, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Başkan Trump'la geçtiğimiz senenin Kasım ayındaki seçim zaferinden sonra ilk defa bir araya gelmek için gittiği Washington'dan önce gerçekleştirdiği Rusya, Hindistan ve Çin ziyaretlerinde izlenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin önündeki stratejik seçenekleri itibarıyla yalnızları oynamadığı mesajını vermek istemiş olsun veya olmasın, böyle bir çok-boyutlu ve çok-yönlü dış siyaset görüşü, günümüzün egemen düzeni gibi görünüyor.
Türkiye'nin Rusya ve Çin'le ilişkilerinin, hem NATO hem de AB üzerinden Batılı aktörlerle sürdürülmüş onlarca senelik kurumsal ilişkiler pahasına bir gelişme göstermemesi hayati öneme sahip. Türkiye'nin Batılı aktörlerle ekonomik ve stratejik ilişkilerinin yoğunluğu, kapsamı ve kurumsal sağlamlığı, Rusya, Çin ve yükselişte olan diğer güçlerle ilişkilerinde yaşadığı gelişmelerle hiçbir şekilde karşılaştırılamaz. Türkiye'nin Batı'yla olan ilişkilerini bir arada tutan ideolojik tutkalın tedricen zayıflayıp çözülmesi, bizi, Avrasya Ekonomik İşbirliği, BRICS veya Şangay İşbirliği Örgütü gibi kurumlara muhtemel üyeliklerin, Türkiye'nin Batılı uluslararası toplumun taşıyıcı sütunlarından yabancılaşmasının neticelerini telafi edebileceği sonucuna götürmemelidir.
Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Washington'a gerçekleştirdiği en son ziyaret ve Mayıs ayının sonlarına doğru Brüksel'e yapacağı ziyaret, Türkiye'nin Batılı bağlantıları kanalıyla elde etmiş olduğu kazanımları muhafaza etme konusundaki kararlılığını ortaya koyacaktır. Ancak Türkiye'nin Batılı aktörlerle, özellikle de ABD'yle ilişkisinin sağlam bir zeminde kalabilmesi için, ABD'nin Türkiye'nin Suriye'deki önceliklerine saygı göstermesi sağlıklı olacaktır. ABD'nin aksine, Türkiye Ortadoğu'yla sınırdaş ve orada gerçekleşen her olayın Türkiye'nin ulusal çıkarları üzerinde doğrudan bir etkisinin olması kaçınılmaz; ki bu çıkarların arasında Türkiye'nin kendi iç toplumsal huzuru ve toprak bütünlüğü öne çıkıyor.
Türkiye, Esed rejiminin devrilmesini, Suriye'de ardı arkası kesilmeyen iç savaşın menfi neticelerinin artık sona ermesi için bir şart olarak tanımlıyor. Bunun kısa sürede gerçekleştirilememesi durumunda dahi, DEAŞ'a karşı verilen savaş, PKK ve Suriye'deki kardeş kuruluşu PYD-YPG gibi başka örgütlerle işbirliği içinde yürütülmemelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyaz Saray'daki birebir görüşmelerinden sonra Başkan Trump'la düzenlediği ortak basın toplantısı esnasında bu hususun altını çok güçlü bir şekilde çizdi. Amerika'nın Rakka'nın DEAŞ'tan geri alınması için YPG güçlerine verdiği askeri destek, verilen silahların PKK'nın eline geçmesi riskini taşıyor. Diğer bir risk ise PYD-YPG'nin DEAŞ sonrası Suriye'deki siyasi ve idari özerkliğinin güçlenmesinin, kuzey Suriye'deki PKK birimlerine bir sığınma yeri sunması.
Saddam'ın Irak'ına karşı ABD'nin başını çektiği 1991 ve 2003'teki iki savaşın ardından kuzey Irak'ta yaşananlara benzer şekilde, kuzey Suriye de PKK'ya yeni bir askeri sığınak haline gelebilir. Bu durum Türkiye'nin asla tahammül göstermeyeceği bir şey. Kuzey Irak'taki Sincar ya da Suriye'nin kuzeyindeki hiçbir yer PKK için yeni bir Kandil haline gelmemelidir. Beyaz Saray'daki ikili görüşmelere dair sızdırılan bilgilere dayanarak, Amerikalıların Türkiye'nin sunduğu gerekçelere boyun eğip eğmediği ve bunun neticesinde, DEAŞ'la savaşlarına PYD-YPG yerine Türkiye ile daha yakın bir askeri işbirliği içinde devam etmeye karar verip vermediği konusunda bir şeyler söyleyebilmek için henüz çok erken. Ama Türkiye'nin daimi itirazlarına rağmen, ABD'nin PKK konusunda vermek üzere göründüğü imaj, Türkiye-Amerikan ilişkilerini tayin eden NATO ittifakının lafzına ve ruhuna uymuyor.
İki taraf arasındaki güven meselesinin aşılabilmesi için, ABD PYD-YPG'ye askeri destek vermeyi bırakmakla ve Gülen'i Türkiye'ye iade etmekle çok iyi eder. Türkiye de buna karşılık PYD-YPG ile onlara destek vermeyen Suriyeli Kürtlerin arasını ayırmak için elinden geleni yapabilir. Suriyeli Kürtlerin, sınırlı bir bölgedeki etnisite temelli hedeflerini gerçekleştirebilmek için bölge dışından destek bulmaya çalışmaktan ziyade, geleceklerini Türkiye'yle daha yakın ekonomik ve siyasi bir işbirliğinde görebilmelerini mümkün kılmak, Türkiye'nin ulusal çıkarına olacaktır. Kuzey Irak'taki Kürtlerle ilişkilerinde gerçekleştirdiği dönüşüme benzer şekilde, realist-dışlayıcı bir yaklaşımdan ziyade, liberal-birleştirici bir yaklaşımı benimsemesi de, mevcut durum itibarıyla çıkarlarına daha uygundur.
Türkiye, Suriye'deki savaşın bir an önce sona ermesi gerektiği konusunda çok sağlam bir inanca sahip; çünkü bu savaş ne kadar uzun sürerse, Türkiye'nin kendi hayati ulusal çıkarları o kadar tehlikeye girecektir. Küresel ve bölgesel güçlerin, Suriye'deki iç savaşın devamını kendi çıkarlarına bulması durumunda, Türkiye'nin sınırını bütün sorunlu unsurlardan temizlemek için tek taraflı adımlar atacağından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. AA