• DOLAR 34.495
  • EURO 36.268
  • ALTIN 2958.571
  • ...
İslam Dünyasındaki Milliyetçiliğin Kaynağı - 6
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ahmet Yılmaz / Analiz
 
19.yüzyılın sonunda İstanbul, İslam dünyasının siyasi başkentiydi. O dönemde İran dahil, İslam dünyasının her noktasındaki kişilerin yolu bir şekilde İstanbul’a düşüyordu. İstanbul’da Hacdan dönen bir Müslüman Özbek kafilesini II. Abdülhamid’le görüşmek için beklerken görmek mümkün  olduğu gibi Batılı Masonlarla görüşmek için Tahran’dan gelen bir heyetle de karşılaşmak mümkündü.
 
İslam dünyasını işgal etmek isteyen güçler, operasyonlarını yürütmek için bu şehrin merkezî konumundan yararlandılar. İttihat ve Terakki’nin milliyetçi, mason, aldatılmış kadrolarını her zaman kendilerine hizmete hazır buldular ve onları bir maşa gibi kullandılar.


İSTANBUL’UN ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Modern Arap milliyetçiliğinin oluştuğu sürecin ilk dönemi, II. Abdülhamid dönemine denk geliyor.
II. Abdülhamid Dönemi, Osmanlı’nın Batı tipi okullaşma, telgraf ve demiryolları üzerinden merkezileşmeyi taşra aleyhine geliştirdiği dönemdir.
 
II. Abdülhamid’in amacı, Osmanlı İmparatorluğu etrafında İttihad-ı İslam’ı (İslam Birliğini) gerçekleştirmekti. Oysa bunu sağlayacak kadrolardan yoksundu. İktidarı, bürokrasisi gizli veya kendisine pişmanlık bildiren İttihat ve Terakkicilerin elindeydi. Kendisi de belki imkânsızlıktan, belki tehlikeyi görememekten, pişmanlık bildiren her ittihatçıyı önemli makamlara getiriyordu. O gün ona ve politikalarına düşmanlık yapan, yarın Maarif Nezareti’nin (Milli Eğitim Bakanlığı’nın) en önemli makamına gelebiliyordu.
 
II.Abdülhamid’den önce Arabistan yarımadasında 40 civarında modern ortaokul (Rüşdiye) varken bu sayı onun döneminde iki katına çıktı. Ayrıca bölgede, çoğu Halep-Beyrut civarında olmak üzere 20’ye yakın modern lise (idadi) de açıldı.
İddialara göre, saraya yerleşen Macar Yahudisi Vambery, II. Abdülhamid’e Arabistan’daki modern okullarda Türkçeyi öne çıkarmasını tavsiye ediyordu. Sultanın amacı da Türkçe üzerinden ülkedeki haberleşmeyi ve birliği sağlamaktı. Esasen modern okullarda Arapça ve Farsça dersleri de önemli bir yer tutuyor. Ancak Arap Müslümanlar, çocuklarına Türkçenin öğretilmesinden rahatsız olmamakla beraber kendi bölgelerinde eğitim-öğretimde ana dilin Arapça olmasını istiyordu. Bu, bir orta yoldu ve sultanın “birlik amacı için yeterli”ydi. Ama bütün müracaatlara rağmen saray, Arabistan okullarında bu değişikliğe yanaşmadı. Birliği sağlamak için başvurulan bir araç, baskıcı-bölücü bir araca dönüştü. Okullara yerleşen İttihatçı öğretmenler, bu baskıcı ve bölücü unsuru en uç noktada hissettirdi.
 
Eskiden Osmanlı’nın varlığını hissetmeyen Araplar, telgrafla gelen emirler ve trenle bölgeye hızla ulaşan askerler-memurlar üzerinden devletle her gün yüz yüze geliyordu. Hizmet götüren bir devlet, haberleşme ve ulaşımla güçlenirken, vergi toplayan bir devlet sadece baskısını hissettirir. Mim Kemal Öke gibi Abdülhamid yanlısı bir yazar bile, Filistinlilerin vergi ödemek için tarlalarını Yahudilere satmak zorunda kaldığını söylüyor. Eğitim için toplanan gelirlerin bile tam yarısı İstanbul’a aktarılıyor. (1)
 
Demiryolları inşa edilirken köylüler angarya çalıştırılıyor. Angaryaya katılmayanlar İttihatçı paşalar tarafından kurşuna diziliyordu...
 
İttihatçılar, Arap halkına zulmederek Öğretmen olarak atandıkları okullarda Batılılaşmayı öğrencilere aşılayarak Mason localarını güçlendirerek milliyetçiliği yaydılar. Ancak, onların milliyetçilikle ilgili çalışmaları bununla sınırlı değildi.
 
Kendisi de bir milliyetçi olan Mim Kemal Öke’ye göre Mithat Paşa ve onun yolunda olanlar, Mason locaları üzerinden bizzat Arap milliyetçilerini yetiştirdiler. İki kesimin ortak bir hedefi vardı: II. Abdülhamid’i devirmek. Asıl mesele bu ilişkinin bu ortak hedefle sınırlı olup olmadığıdır. Diğer bir deyişle, onları birbirine bağlayan bu ortak hedef miydi, yoksa aynı locaya bağlı olduklarından mı bu ortak hedefte buluşmuşlardı?
 
Gerek İttihatçıların gerek Suriye kıyıları Hristiyan Arap milliyetçilerinin Fransız sevdası ve Fransa’yla doğrudan bağı bugün büyük ölçüde deşifre olmuş durumda.
 
Milliyetçiliğin en büyük tetikleyicisi (ortam hazırlayıcısı), bir kavmin ortak mağduriyetidir. İttihatçıların, bu mağduriyeti oluşturma aşamasında görev aldığı, dün yaşanmış gibi tarih sayfalarında kayıtlıdır. Buna göre onlar mağduriyet oluşturuyordu. Fransa güdümündeki Hrıstiyan milliyetçiler de toplumda mağduriyete karşı bir “farkındalık” oluşturuyor; ikinci unsuru  tamamlıyor  ardından bir kurtuluş yolu da göstererek milliyetçiliğin bütün unsurlarını yerine oturtuyordu.


Birinci unsur: Arap halkı mağdurdur.
 
İkinci unsur: Ey Arap halkı uyuma, mağduriyetinin farkında ol. Irk bağlılığını tercih ederek Hrıstiyan ırkdaşlarınla beraber, Batılılaşmaya razı olman ve başta Fransa olmak üzere Batı devletleriyle işbirliğine açık olmandır. Bunu kabul edersen dininden olmayacaksın, dinine biz de saygı duyacağız ve üstelik bu zulümden kurlutup ülken, Fransa gibi müreffeh olacak.
Çalışmanın özeti buydu. Yine Mim Kemal Öke, Kevakibi ile Mizancı Murat arasında doğrudan bir ilişkiden söz ediyor. Kevakibi, ünlü bir Arap hatibidir. Hamid İnayet’e göre onun Batılılaşmaya çağıran milliyetçi sesinden (Arapça sayesinde) çok sayıda İranlı da etkilenmiş ve bu İran okumuşları, onun sayesinde ulusalcı bir çizgiye yerleşmiştir.
 
Mizancı Murat kim? İttihatçılarla işbirliği içinde olan katı bir Fransız hayranı edebiyatçı.(2) 
 
Mim Kemal Öke’nin iddiasına göre Kevakibi’nin “Arap halifeliği” teorisi de Mizancı Murat’ın eseri...
 
Öyle grift bir ilişki ağı var ki... Kevakibi, Arap milliyetçisi... İttihatçılarla işbirliği içinde... İttihatçılar, önce gizli, sonra açıktan Arap milliyetçisi ama köken olarak Yeni Osmanlılara dayandıklarından Fransızların adamı... Arap milliyetçileri, bağımsızlıklarını kimden almak istiyor? Osmanlılardan... İttihatçılar da Osmanlı’nın önce bürokratı, Abdülhamid sonrasında ise tek hakimi... Batılılar, tek kelimeyle maymun oynatıyor.
 
İttihatçıların en büyük tahribatı ise iktidara gidip milliyetçi yüzlerini açığa vurmalarından sonra oldu. Arnavut ittihatçılar, hemen ayrıldı ve Arnavutluk’u bugüne kadar devam eden felaketin içine sürükledi. I. Dünya Savaşı sürecinde ise Arap İttihatçılar ayrıldı ve milliyetçi partilerin silahlı kanadını oluşturdu. O ittihatçı subayların ordu kuruluşunda görev aldığı Suriye ve Irak, askeri ihtilaller yüzünden hiçbir zaman huzur bulmadı. Türkiye’deki askeri ihtilallerin de hep aynı ittihatçı geleneğe bağlandığı düşünülürse tahribatın boyutları daha da ortaya çıkacaktır.
 
Şunu da belirtmek gerekir ki Arap halkının çoğunluğu hiçbir zaman onlara uymadı. Türk halkı onlara uymadığı gibi... Kim ne derse desin bugün İslam dünyasında halklar arasında hala güçlü bir kardeşlik bağı vardır ve bu bağ her savaşta, her felakette varlığını göstermektedir. (3)


İRAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU
Hamid İnayet, “Müslüman ulusların her birinin, Avrupalıları taklit ederek ayrı bir yola gittikleri I. dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupaî şekliyle ulusçuluğa yöneliş, İranlıların da seçkin bir meşrebi durumuna geldi” dese de onun bu iddiada bulunması Batılılaşma ile milliyetçilik arasında hiçbir fark görmemesidir. (oysa İslam dünyasında ilk dönem Avrupaî milliyetçiliği istisnasız Batıcı ise de her Batıcı, milliyetçi değildir.)
 
Yine Hamid İnayet Batıcı Arap milliyetçisi Kevakibi’nin “Tabâyiul-İstibdâd” adlı eserinin Abdülhüseyin Kaçar tarafından hicri (Kemeri) 1325’te Farsçaya çevrildiğini ve İran meşrutiyetçilerinin ondan etkilendiğini yazar.
 
Kevakibi’nin ittihatçılarla ilişkisini daha önce belirtmiştik. Onun bu kitabı ise Fransız düşünür Montesquieu’nun “Kanunların Ruhu” adlı eserinden çalınmadır. (En azından bazı bölümleri bu eserden alınmış.) Ya diğer bölümleri onlar da düşünür Alfier’den alınmış. Kevakibi kendi mi Alfier’yi okumuş? Hayır... Bir ittihatçı Türk, 1897’de Alfier’inin kitabını Türkçeye çevirmiş. Kevakibi, ona ayet ekleyerek Arap okuyucusunun etkileneceği biçime sokmuş. İranlı da onu Farsçaya çevirmiş.
Dikkat edilirse Batıcı milliyetçilikte bütün yollar, ittihatçılara ve dolayısıyla Fransa’ya çıkmaktadır.
 
Ama İran milliyetçiliği konusunda bundan daha ilginç bir isim var. Onu okuduğunuzda karşınızda klasik bir ilk dönem Arap veya Türk milliyetçisini bulabilirsiniz. Onu ister kendisine Ebu Nezzar diyen Yahudi ama sözde Arap milliyetçisi Yakup Sannu’ya benzetin, ister kendisine Munis Tekinalp diyen sözde Türk milliyetçisi Moiz Kohen’e...


MİRZA MALKUM HAN
Bir Ermeni ailenin oğlu... Babası Mirza Yakup İsfahanî, genç yaşta Avrupa ülkelerine gitmiş; Fransızca ve Rusça öğrenmiş. Rus araştırmacılarla birlikte Orta Asya araştırmalarına katılmış. Kendisinin (İttihatçıların da adeta taptığı) Fransız düşünür J.J. Rouseau ile akraba olduğunu iddia etmiştir.
 
Mirza Yakup, Müslüman olduğunu iddia ettiyse de oğlu Malkum’u Paris’teki Ermeni Manastırına kaydettirmiş; Malkum Han, ilk ve orta tahsilini o manastırda almış.
 
Fransız terbiyesi ile büyüyen Malkum, Fransız düşünür Comte`ye hayran olmuş, onun fikirlerini seslendirmiş, İran’a dönüşünde İstanbul’daki pek çok ittihatçı gibi tercüme odası’nda işe başlamıştır.
 
Yine İttihatçılar gibi (ama İran’da) Darülfünun (üniversite)’da etkin bir göreve getirilmiş; böylece modern İran eğitimi üzerinde etkili olma imkânı bulmuş. İran’ı yönetecek kadroların öğretmeni olmuş.
 
1860’ta İran’da ilk Mason locası olan Feramuşhane’yi kurmuş. 1865’te İstanbul’da iken Ayestafanos Ermeni kilisesi rahibi Arakliyan’ın kızı ile evlenmiş, nikahını da İran elçisinin itirazına rağmen kilisede kıydırmıştır.
 
Kurtuluşu daima Batılılaşmada gören Malkum Han’a göre Avrupa medeniyetine kayıtsız şartsız teslim olmak gerekir; İran, Avrupa’nın siyasi ve iktisadi kurumlarını olduğu gibi kabul etmelidir.
 
Bu düşünceyle İttihatçılarla aynı noktada olan Malkum, Tanzimatçı Fuat Paşa’nın vasiyetini “Tercüme-i Vasiyetname-i Fuad Paşa” adı altında Farsçaya çevirecek kadar onlara yakındır. İstanbul’u ve Osmanlı’yı yakından izleyen Malkum “Mürur-u Türkman (Türkmenlerin Geçmişi)” diye bir kitap da kaleme almış. Bu ilginç kimlikli adam İran’da Batıcılığın, dolayısıyla ulusalcılığın, öncüleri arasındadır. İlk İran Batıcılarının zihin taşları onun ustalığının ürünüdür. İslam dünyasına yazık olmuş doğrusu...
 
Batılı anlamda gelişkin bir İran milliyetçiliğinden söz etmek zordur: Çünkü İran, milliyetçi eğilimlerini mezhebi duruşu içine sindirmişti ama ondan da öte İran’da milliyetçilik için iki temel mağduriyet söz konusu değildir:
1. Siyasi mağduriyet
2.Kültürel mağduriyet
 
İran, Safevilerden bu yana siyasi bağımsızlığa sahiptir. İran dili Farsça ise Farsların nüfuslarıyla orantılı olmayan bir etki alanına sahiptir. Farsça yakın bir döneme kadar Hindistan, Afganistan, Tacikistan gibi ülkelerde resmi dildi. Osmanlı’nn da edebi diliydi. İttihatçıların döneminde bile Osmanlı okulları, haftada birkaç saat Farsça eğitimi vermişlerdir.İran’da milliyetçilik, Batıcı ulusalcılıktan farklı olarak, daha çok bir kısım ulemanın emperyalizme karşı tavrı olarak gelişti. Bu daha çok İslami bir duruştu. Ancak devrimden sonra bile bu duruşta “İrancılık” ve “Farsçacılık” çok yoğun olduğundan bugün bile İran’da fitneye yol açan yanları vardır. İran kürtleri, Belluciler gibi topluluklar Farsçacılığın kendi dillerinin kendi bölgelerindeki üniversitelerde öğretim dili yapılmasını engellediğini düşünüyorlar. Bu Milliyetçiliğin azı bile sorunlara ve baskıya yol açabiliyor.
 
Devam edecek...
 

 
Dipnot
1 II. Abdülhamid Dönemi Eğitim Sistemi, Doç.Dr. Bayram Kodaman
2 Kürtlerde İslam’i Kimliğin Gelişmesi, Abdulkadir Turan, “Haçsız kilisesiz Hristiyanlık” bölümü
3 Bu konuda daha önce bu sayfada yayımlanan “Arkadan vurulduk yalanı” yazı dizisini yeniden okuyabilirsiniz.
Not: Bu yazıdaki bilgiler, kesinlikle Türk yazarlardan alınma değildir. Burada anlatılanları modern Arap milliyetçiliğini anlatan kitaplarda kolaylıkla bulabilirsiniz. Dolayısıyla olayın özü garip ise de bilgiler bilinme açısından garip değildir.
 
 
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir