ÇOLAK HASAN EFENDİ VE HARF INKILABI
Mehmet Emin Özmen/ Araştırma
Emine Kadın, sofrayı hazırlıyordu. Sofra dediysek sözün gelişi... Yoksa bir parça arpa ekmeği, dağdan toplanan biraz ot ve su... Hepsi bu kadar! Çolak Hasan Efendi yavaş adımlarla ilerledi, sofranın başına. Bir kolu Balkan Harbi`nde kopmuştu. Bu nedenle bizim Hasan Efendinin lakabı çolak olmuştu. Artık savaşacak durumda değildi. Bırakın savaşmayı, tiryakisi olduğu tütünü bile saramıyordu. Sofranın başına geçerken dağ iki gibi evladı geldi aklına. İkisi birden Çanakkale Savaşı`nda şehit düşmüştü. Uzun boylu, güçlü kuvvetli iki oğlunu düşündükçe gözleri buğulanıyordu. “Şimdi şehitleri hanıma hatırlatıp sofrayı zehir etmeyeyim!” diye iç geçirdi.
Ama ülkenin içinde bulunduğu durumdan dolayı endişelenmemek ve konuşmamak elde değildi. “Hele şu yemeği bir yiyelim!” diye söylendi. Emine Kadın: “Hayrola, yine ne diye kendi kendine konuşuyorsun?” diye sordu.
- Hiç işte söylenip duruyorum!
- Ben de onu soruyorum, efendi!
Birdenbire çolak kalmış koluna baktı. Artık iş göremezliğini düşündü. Abdest almak, namaz kılmak bile artık büyük bir problemdi. Dağ gibi iki evladını vatan uğruna kurban etmişliği ayrı bir acıydı. Bir de yeni yeni büyüyen Akif`i göz önüne getirdi.
- Hiç, dedi. Akif geçti de aklımdan.
- Ne olmuş, Akif`e?
- Ne olacak! Balkan Harbi geldi geçti, ben kolumu verdim. Çanakkale Savaşı iki oğlumu kopardı, benden. Gerçi, şehadet mertebesine erdiler; ama içimin acısı da dinmek bilmiyor. Şimdi de Yunan dayandı kapıya. Belli ki, bizden yeni bir kurban isteniyor.
- Ne demek istiyorsun, Hasan Efendi? Akif`im daha çok küçük!
- Küçük müçük! Söz konusu olan vatan, yoksa Yunan postalları altında hepimiz eziliriz.
- Ama, bizler Mehmet ile Selim`i kurban vermedik mi bey? Akif`im kalsın!
- Kalmasına kalsın da Emine Hatun! Bakalım Yunan olduğu yerde kalacak mı? Hem Akif, arkadaşlarıyla bir araya gelip ‘Yunan Sakarya çevresindeymiş, Anadolu coğrafyasını onlara ezdirmeyeceğiz.` deyip duruyor. Yoksa namus çiğnenir, minareler ezansız kalır. Hem yarın isimlerimiz “Joe, Elena, Robert...” olmasın, sakın! Kadınlarımız sarı saçlı, ağzı boyalı mağrip kadınları gibi giyinmesin! Bunlar aklıma geldikçe bir Akif değil, bin Akif feda ederim.
Sofra olduğu gibi duruyordu. Elleri bir türlü varmıyordu, ekmeğe. Öyle ya! Yunan, Sakarya civarında... Bu ülkenin ezanı, Kur`an`ı, camisi, namusu Yunan`a teslim edilemezdi! Karı koca, sofraya; sofra, karı kocaya bakıp dururken Akif, girdi içeri.
- Hayrola, neden yemeği yemiyorsunuz?
- Hiç işte, canımız çekmedi! dedi babası.
- Genç olan benim, bu tür yemekleri beğenmemem gerekirken sizler beğenmiyorsunuz.
- Hayır, oğlum annenle biraz dertleştik!
- Biliyorum, baba! Annemle beni konuştunuz, hem ben iki abimden iyi değilim ki!
- Haklısın evlat! dedi annesi. Elbette ki, onlar şehit oldu; ancak şu kuvva denen yeni askerler için de binbir türlü şeyler söyleniyor. Güya onlar da mağripli düşmanlarımız gibi Halifeye düşmanmışlar!
Hasan Efendi:
- Milletin ağzı torba değil ki, büzesin! Ne yani vatanımızı Yunan`a teslim edelim de minarelerimizdeki ezan sussun mu? Hem bu yeni askerler dediklerimiz Osmanlı paşaları değil mi? Bunlar başa geçtiklerinde ezanı mı yasaklayacaklar? Camilere kilit mi vuracaklar? Kur`an`ı mı yasaklayacaklar? Halifeyi mi sürecekler? Kadınlarımızın örtüsüne mi el uzatacaklar? Sen, var git oğlum! Vatanı Yunan postallarına ezdirmeyin!...
Şimdi, realiteye dönelim! Yukarıdaki yazı, bir kurgu olmasına rağmen Anadolu coğrafyasında bundan çok daha acıklı durumların da yaşandığını biliyoruz. Nice anneler, babalar ciğerparelerini din, vatan, namus, ezan hürmetine cephelere gönderdi.
Yıl: 1928...
Günlerden 1 Kasım...
TBMM`de çıkarılan kanunun numarası: 1353
Bazı maddeleri aşağıdaki gibidir:
Madde 1-Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösteren harfler/Türk harfleri unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.
Madde 2-Bu kanunun neşri tarihinden itibaren devletin bütün daire ve müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konuşması mecburidir.
Madde 3-Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin devlet muamelatına tatbiki tarihi 1929 Kânunusani`sinin birinci gününü geçmez.
Madde 5-1929 Kânunusani`si iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
Madde 9-Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında, Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.”
Evet, yanlış duymadınız! “Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur” yani yasaktır ibaresiyle dolaylı olarak Kur`an yasaklı kitaplar kategorisine alınmış oldu. Zaten bu nedenle Kur`an mağaralarda okunmaya, ormanlıklarda saklanmaya başlandı. Camiiler kapatılıp at bakım yerlerine çevrildi. Âlimler, mollalar, müderrisler bir bir idam edildi. Halifelik, kaldırıldı. Osmanlı hanedanı sürgün edildi. Kılık kıyafet ve şapka düzenlemeleriyle Avrupai bir giyim başladı.
Harflerimizi de onlardan aldık. Böylece, kütüphanelerimiz birer tuğla yığını haline geldi. Kazara Latin harfleriyle okuma yazma bilen çocuklar, kendi hocalarının hocası oldular. Bu alfabeyi bilen, Hıristiyan azınlıklar ülkenin en kültürlü kişileri oldular. Dolayısıyla bürokrasinin üzerinde etkilerini artırdılar.
Âlimlerimiz bir gece içerisinde “okuma yazma bilmeyen cahiller” hükmüne girdiler. Şimdiki futbolcu nesil, tuttuğu takımın-Galatasaray veya Fenerbahçe-kuruluş yılındaki arşivine bakmak isterse, Osmanlıca olan belgeleri okuyamaz haldedirler. Dünya harikası camilerimizin kitabelerini anlayamaz durumdayız. Zaten bu kitabelerin birçoğu, Cumhuriyet`in ilk idarecileri tarafından tıraş edilmiş durumdadır.
Bizim Çolak Hasan Efendi, memleket, din, namus, ezan... diye feda ettiği üç evladının ardından karşılaştığı manzara sonrasında yaşadığı hayal kırıklığının perişanlığı ile avlusunda bir ileri, bir geri gidip gelerek “Ah, biz nerede hata yaptık?” diye soruyor mu, bilmem; çünkü o da muhtemelen Kur`an`ını yakın veya uzak bir ağacın altına saklamıştır.
Bilmem, fazla söze hacet var mı?