• DOLAR 34.491
  • EURO 36.281
  • ALTIN 2962.233
  • ...
İslam Dünyasındaki Milliyetçiliğin Kaynağı - 2
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ahmet Yılmaz / Analiz / Doğruhaber
Irkçılık - Kavmiyetçilik – Milliyetçilik – Ulusalcılık; bunlar arasında kesin bir ayrım yapmak kolay değildir. Bunların hepsi aynı çemberin içinde yer alır, bir apartmanın daireleri gibidir. O apartmanın kapısından giren, adres olarak belli bir daireyi gösterse de onun komşularından ne aldığını ve onlara ne verdiğini seçmek güçtür.

“Ben millityetçiyim” diyen birinin aslında bir ırkçı olduğunu ya da “Ben milliyetçiyim” "asla ulusalcı değilim” diyen birinin ulusalcılığın tüm tezlerini savunduğunu görmek şaşırtıcı değildir.

Bu konuda yapılacak her ayrım sadece teoriktir. Elimize bir çerçeve vermekten öte iş görmez.

MİLLİYETÇİLİK TÜRLERİ
Batılıların “racizm” dedikleri “ırkçılık”, milliyetçiliğin en aşırı türüdür. Irkçılık, mutlak bir soy üstünlüğü iddiasıdır. Gerek Yahudiler gerek Hitler, ırkçılığın çerçevesini açıkça ifade etmişler.

Irkçılara göre, kişilerin soylarını belirlemek mümkündür. Her soyun sabit beden özellikleri vardır. Batılı sosyologlardan kafa ölçümlerini önerenler bile olmuş. Türkiye’de Nihal Atsız da benzeri görüşler dile getirmiştir.

Irkçılar, sebep ne olursa olsun, soy geçişlerine karşı çıkar. Soyları, sınıflandırır ve soy geçişlerini zayıf soyların güçlü soyları zaafiyete uğratmak için kullandıklarını iddia eder. Devleti, kendi soyunun maddi refahı ve tatmini için örgütler, işletir. Zayıf soyların “geri” kaldıkları için kimi nimetlere layık olmadığını düşünür. Nimetleri “güçlü soya”; zahmetleri “zayıf soya” verir.
Cumhuriyet’in ilk Adalet Bakanlarından Mahmut Esad Bozkurt’un değindiği üzere “alt soy”, “üst soy”un ancak hizmetkârdır. ”Üst soy”daki kişi, ayrıcalığını, gücünü “damarlarındaki asil kan”dan alır; diğerleri de “alt soy”a ait olmakla nimetlerden yoksunluğu hak eder.

Irkçılıkta, kişiye kendi çabasıyla ilgili olmayan peşin ayrıcalıklar veya kendi suçunun neticesi olmayan peşin cezalar vermek söz konusudur. Irkçılığın bu özelliği, üst – alt veya orta düzeyde millityetçiliğin bütün türlerinde vardır.

Kavmiyetçilik, millityetçiliğin kadim biçimidir. Fransız İhtilali öncesi milliyetçilere “kavmiyetçi” dendiği gibi daha çok İslam dünyasında Fransız İhtilalinin ideolojisini bilmeden milliyetçilik yapan kişilere de “kavmiyetçi” denir. Bugünün iletişim dünyasında her “kavmiyetçi” milliyetçi sayılır. Çünkü bilinçli kişilerin çoğu, kendilerini ait gördükleri ideolojiye göre biçimlendirir.

Milliyetçilik, bu kavramlar içinde en kapsamlısıdır. Onların en geniş çerçevesidir. İstisnalar bir yana, kendisini bu kavramlardan herhangi biri ile tarif eden, kendisini milliyetçi olarak görülmesinde sakınca bulmaz.

Milliyetçiliğin ırkçılıktan ayrılan yönü, milliyetçilerin bir soyu esas almakla birlikte, kendisini o soydan kabul edip o soyun “dil” başta olmak üzere değerlerini kabul eden diğer soylardan kişileri de kabul etmesi, böylece “üst soya geçiş yolunun açık olmasıdır.”

Bu bağlamda milliyetçilik en iyi şekilde “kendisini Türk kabul eden herkes Türk’tür” örneğiyle ifade edilebilir.
Milliyetçilik, üst soya geçme fırsatı vermesiyle ırkçılıktan daha insancıl görünebilir. Oysa “üst soya geçme fırsatı genellikle devletlerin eliyle üst soya geçirilme hakkı olarak görülmekte.” Dolayısıyla devletin “üst soy” lehine asimilasyon yapmasının yolunu açmaktadır. İslam dünyasında, Araplaştırma, Türkleştirme projeleri bu anlayışın ürünüdür. Devlet “alt soy”dan veya “yabancı soy”dan gelene, kimliğinden vazgeç, üstünler arasında yer al, diyor. Tabii olarak bu teklif devlet eliyle yapıldığında bir baskı sürecinin veya bir baskı dizisinin başlangıcını teşkil ediyor. Çünkü bu teklifin hemen ardından “üst soy”a geçmeyi red edene yönelik gizli veya açık yaptırımlar geliyor. Devlet ya gizlice ya da bizzat kanun çıkararak  “alt soy”daki kişiyi bazı haklardan mahrum bırakıyor. Dahası “alt soy”daki kişi, kendi geleneklerine, diline sahip çıktığında devlet, bunu “kültürel” veya “fiili” isyan sayıp söz konusu kişileri cezalandırıyor.

O halde milliyetçilik, ırkçılığa dönüşmese bile, daha doğrusu “milliyetçi”, kendisinin ırkçı olmadığını söylese de “alt soy”dan gelenlerin “kültür katliamı”na ya da fiili katliamına yol açabiliyor.

Milliyetçiliğin dinle ilişkisi de çok açık değildir. Milliyetçiler, genellikle dini “milli-manevi mukaddes değerler” arasında sayar; dinin bireyi ilgilendiren ibadetlerine saygı duyar; hatta yerine göre hizmet eder. Bu da sosyalistlerle karşılaştırıldığında milliyetçilerin dindar olarak bile görülmelerine yol açar. Ancak mesele toplumsal alana açıldığında din ile milliyetçilik arasındaki çatışma kendisini açıkça gösterir.

Milliyetçilik, soy bağı üzerine bir cepheleşme önerir. Bir soya ait olanlar veya bir soya boyun eğip ona intisap edenler bir cephe, o soydan olmayanlar veya ona intisap etmeyi reddedenler karşı cephe olarak görülür.

Saf bir milliyetçilik, inanç bağını yok sayar ya da inanç bağının toplum içinde bir cephe oluşturmasına izin vermez. İnanç bağı üzerinden cepheleşmeyi, milleti parçalamak olarak görür.* 

Milliyetçi, tarihten başlayarak bütün meselelere kendi kavminin dünyevi çıkarları penceresinden bakar. Gelecekle ilgili tutumunu da o bakış doğrultusunda belirler. Bu bakış açısı, dünyevi olduğundan değişkendir, kimi zaman dini olmayabilir; kimi zaman dini en büyük düşman kabul eder. Örneğin Arap milliyetçileri İslam’ın Arapları siyasi bir kimliğe kavuşturmasından memnuniyet duyar. Mişel Eflak gibi Hıristiyan milliyetçiler bile İslam’ın bu yönüyle “Araplara hizmet ettiğini” söyler. Din, kavme hizmet etiğine göre yararlıdır, gözardı edilemez. Ama aynı Arap milliyetçileri, İslam’ın kardeşlik anlayışının Arapların yüzyıllarca Osmanlı’ya boyun eğmesine yol açtığını söyler. Bu noktada dine bağlılığın zararından söz eder.

Milliyetçi için, “kavim-millet” asıldır; din, detaydır; milliyetçiler, kavmin dine göre bir siyasi tercih yapmasını “aslın” detayın hizmetine girmesi olarak görür ve bunu yanlış bulur. Ona göre din, kavme hizmet etmelidir ve ancak bu hizmet etme halini koruduğu sürece din kavim için kıymet arz eder. Aksi halde, din sırttaki bir yük, ayaktaki bir bağdır. Nitekim, pek çok Kürt milliyetçisi, bizzat benim tanıklığımla, “mele” sıfatına sahip namazlı niyazlı Kürt milliyetçisi (Özellikle eski KDP mensupları) “Bütün dünya İslam’ı bıraktı, bir biz onun yükünü yüklendik, yeter artık, bu yük ağır geliyor, onu haklarımıza kavuşuncaya kadar bırakmak zorundayız” diyorlardı. 80’li yıllarda, bu söyleme, yakın dönem dünya tarihinden tanık buluyor ve bunu çekinmeden dillendiriyorlardı.

Türk milliyetçileri de İslam`ın Türklere sağladığı siyasi ortamı övüyor, yüceltiyorlardı. Ama 90’lı yıllarda Alparslan Türkeş başta olmak üzere pek çok milliyetçi, İslami kesimlerin Yahudi ve israil karşıtlığına karşı çıktı. Açıktan söylemese de Türklerin bir bölümünün İslam’ın etkisiyle israil karşıtlığına yönelmesini dinin Türk kavminin çıkarlarına olumsuz etkisiyle açıkladı.

Onların bu tutumu, milliyetçi mantık içinde tabii idi. Çünkü milliyetçilik, dinin bir kavim içinde inanca dayalı cepheler açmasını (kafir-Müslüman) ayrımına gitmesini “bölücülük” olarak görür; red eder; dinin kavim dışındaki kafir unsurlara karşı bir cepheye kavmi sevk etmesini ise dinin kavmi tehlikeye atması olarak kabul eder, bunu dillendirmese de “ahmaklık” sayar. Milliyetçiye göre kafir-Müslüman demeden kavim bir bütündür, bölünemez, parçalanamaz. Kürt milliyetçilerinin Yezidilere yönelik İslamî tepkiyi yadırgamaları, bu anlayışı yeteri kadar açıklıyor.

Eski MHP Milletvekili Prof. Abdulhaluk Çay’ın da itiraf ettiği üzere, milliyetçi için millet (kavim)-din ilişkisi asıl-detay, kalıcı-geçici ilişkisidir. Milliyetçi için kavim, asıl; din ise zamana göre değiştirilebilen bir detaydır. Abdülhaluk Çay, Türkiye’nin Batılılaşmayı tercih etmesini anlatırken özetle “Türk milleti, İslamiyeti seçerken olduğu gibi zamanın koşullarında özünden bir şey kaybetmeden kültür değişimlerine ayak uydurabilen bir yapıdadır” der ve ardından Batılıllaşma tercihini Türklerin kendilerini koruma becerisinin doğal bir neticesi sayar. İslam’ı millet için gelip geçici bir inanç düzeyinde gösterir, millete ise zor duruma düşen dine sahip çıkma, din için kendisini tehlikeye atma değil; dinin zor duruma düştüğü yerde onu bırakıp yeni bir inanç veya kültür edinme yolunu gösterir, görevini yükler. Abdulhalûk Çay’ın bu yaklaşımı, klasik bir milliyetçi yaklaşımıdır; milliyetçilerin çoğu inkâr da etse onların durduğu nokta burasıdır.

MİLLİYETÇİLİK LAİK KARAKTERLİDİR
Milliyetçilik, Fransız İhtilali ile özdeşlemiştir; Fransız İhtilali ise laik bir harekettir.
İhtilalcilerin başkaldırı nedeni, devleti Kilise-Kral ortaklığından kurtarmaktı. İhtilalciler, kilise hukukunu da Katolik Ümmeti (Milleti) içinde yer almayı da reddediyordu. Nitekim, başarıya ulaşır ulaşmaz bütün kiliseleri kapattılar. Kontrolü tam olarak ele geçirdikten sonra devlete hizmet edecek, devletin millete hükmetmesine yardımcı olacak bir Kilise ürettiler. O güne kadar, Fransız kavmi, kralla birlikte kiliseye hizmet ediyorken artık Kilise Fransız halkının çıkarlarına hizmet edecek, Fransız devletini güçlendirecekti. Bu tam anlamıyla olmasa da Bizans türü (Bizantihist) laiklikti.

İhtilalcilerin din kurumlarıyla kurdukları bu ikinci aşama ilişkisi, neredeyse bütün dünya milliyetçilerinin dinle ilişkisini açıklıyor.

Değişik dünya toplumlarından Fransız İhtilali’nden etkilenenler, pozitivist (akılcı) bir anlayışla esasta dine karşıydılar. Ancak dini kurumların büsbütün kapatılması yerine, onların bir kısmını dini kontrol altına almakta bir araç olarak kullanmak üzere açık tuttular, iktidarlarını sağlamlaştırmada veya iktidara gelmede dini araç edinmeye kalkıştılar.

Ne var ki sosyalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte milliyetçiler ona karşı koyabilmek için dine “mukaddes bir değer olarak” daha çok yaklaştılar, hatta sosyalizme karşı “dinin koruyucusu” bile oldular; özellikle dinin siyasi yönünden habersiz kitleleri bu kisve altında kendilerine ısındırdılar. Oysa milliyetçilik, soy üstünlüğüne dair bir hukuk geliştiremezse bile hakları, devletin nimetlerini soy üstünlüğüne bağlı olarak dağıtmakla laik bir karaktere sahip olmak durumundadır. Buna kavmi, dinin ümmeti dışına çıkarmak, onun dostluk ve düşmanlığını dinden bağımsız geliştirmek, dolayısıyla “din toplumu”na alternatif bir toplum oluşturmak da eklenince milliyetçilik dine karşı cephenin içinde yer alır. Milliyetçilerin bir bölümünün bireysel anlamda samimi bir dindar olmaları, bu gerçeği değiştirmez.

ULUSALCILIK
Ulusalcılık, genellikle sol görüşlü ve ateist milliyetçilerin ideolojisidir. Başlı başına bir yazı konusudur. Burada kısaca anlatacağız. Ulusalcılar, sıradan milliyetçilerden farklı olarak dini tamamen reddeder, onu kavimlerini “geri bırakan”, “uyuşturan” eskiye ait bir takım kurallardan ibaret görür. Din hukuku yerine genellikle sınıfçı sosyalist hukuku önerir. İbadetleri gereksiz saydığı için onun yerini doldurmayı gerekli görmez. Ancak son yıllarda, toplumların dinle bağının kesilebileceğine dair Marksist tezin sosyalist ülkelerdeki tecrübeyle çökmesiyle İslam dünyasındaki ulusalcıların çoğu, İslamiyet’ten önceki dinleri gündeme getirdiler. Fransız milliyetçiliğiyle de uyuşan bu çaba (Fransız milliyetçileri, kavimlerinin Hıristiyanlık öncesi çağlarını, Latin ve Eski Yunan kültürünü kutsuyor; onu Katolik kültüre karşı alternatif ediniyorlardı.) Şamanizm, Zerdüştlük gibi dinleri gündeme getirdi. Gerçekte onlar, bu dinlere inanmıyorlar, onları sadece halkı İslamdan uzaklaştırmak için bir araç olarak kullanıyorlar. Ki bu da milliyetçilik-din ilişkisinin tabiatına uygundur.

SENTEZCİ GÖRÜŞLER
İslam dünyasında solun manevi değerleri tehdit etmesi üzerine başta Türkler arasında olmak üzere “sentezci” anlayışlar gelişti. İslam’ın “sentez” yani “kendisinden olmayanla birleşip bir karışıma dönüşme” işlemini kabul etmeyeceği itirazları üzerine bu kesimler “Türk-İslam sentezi” adını terk ettiyse de düşüncelerini, kısmen İslam’ın lehine değiştirerek koruduğu görülmektedir. Eskiden “Arafat Dağı kadar Müslüman-Tanrı Dağı kadar Türk” sloganı atılırken bugün o kesimlerin önemli bir bölümü, artık, Türklerin İslam öncesi tarihine asla sahip çıkmıyor, sadece İslam içindeki tarihle övünüyor ve Şamanizmi yüceltenlere karşı tam bir cephe alıyor.

Son yıllarda Emevicilik üzerine geliştirilen Vehhabi ağırlıklı Arap-İslam sentezciliği de Arapların cahiliye günlerine sahip çıkmayı reddediyor.

Ne yazık ki Kürt-İslam sentezi  iddiasındaki kimi kişiler ise hem eleştirdikleri hem farkında olmadan etkilendikleri Türk-İslam sentezcilerinden de ileri giderek hem İslam öncesi cahiliyesine sahip çıkıyor hem de o cahiliyenin bugünkü şakrakçılarından yana tavır takınıyor. Bu, vahim bir durumdur.

Haftaya İslam’ın Milliyetçilik karşısındaki duruşu’nu inleyeceğiz inşaalah…
* “Millet” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de din anlamında kullanırken milliyetçiler “kavim” anlamında kullandılar. Topluluk ifade edecekse “millet” kelimesini “kavim” anlamında kullanma mantığını hazırlar. Çünkü onlar, “kavim”den, yani biyolojik bir yakınlıktan siyasi bir grup oluşturuyorlar; kavmi, ümmetleştiriyorlar. Kavim için ümmette olduğu gibi ortak bir inanç ortak bir  tarih şuuru, ortak bir hedef belirliyorlar. Bu durumda “kavim”, “kavim” olmaktan çıkıyor, bir dinin mensuplarının  birliğine benziyor. Bu birlik de şüphesiz, “ümmet” ile ifade edilir. Ancak Türk ümmeti, Arap ümmeti demek yadırganacağından, “ümmet içinde ümmet olmaz” deneceğinden “Türk milleti” Arap milleti izafetleri tercih edilmiş. Bu arada kimi Arap milliyetçilerinin “Arap milleti’nden çok “Arap ümmeti”ni kullandığını söylemekte yarar var. Ümmet içinde ümmet olur mu!
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir