Tanıklarının dilinden: Şeyh Said ve sonrası
Bundan 91 yıl önce yaşanan Şeyh Said kıyamının şahitleri, o günlerde tanık olduklarını, duyduklarını, yapılan baskı, zulüm ve katliamları anlattılar.
29 Haziran 1925`te Şeyh Said ve 46 arkadaşı dönemin rejimi tarafından kurulan İstiklal Mahkemelerinin verdiği kararlarla darağaçlarına çıkarıldı. Büyük zulümlerin yaşandığı o günleri tanıkların dilinden dinledik.
Hayatlarının son demlerinde Şeyh Said kıyamı ve sonrasında yaşanan zulümleri anlatan tanıklar, kıyamda yer alanların ailelerinin sürgün edildiğine dikkat çektiler.
2 yıl önce akciğer yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Şeyh Said`in oğlu Şeyh Ahmet Fırat, vefatından önce yaşadıkları sürgün yıllarını anlattığı ses kaydında, gençliğinin sürgünlerde geçtiğini ifade ediyor.
Babası Şeyh Said Hazretlerinin şehadetinde 2 yaşında olduğunu belirten Fırat, onun idam edilmesinin ardından tüm aile mensuplarına ev hapsi verildiğini söyledi.
Ev hapsinin ardından sürgün edildiklerini aktaran Şeyh Ahmet Fırat, “40-50 kişilik nüfuslar halinde bizi farklı farklı vilayetlere sürgün ettiler. 220 evimiz yakıldı. Yüzlerce hayvanımıza ne oldu bilmiyoruz. Sürgünlerde nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Her şeyimizi bırakıp sürgün edildik. Sürgün edildiğimiz yerlerdeki sivrisineklerden dolayı sıtma olduk. Ateşimiz yükseliyor tir tir titriyorduk. Aramızda bu hastalıktan ölenler de oldu. Biz kendimiz ölülerimizi defnettik. Kimse bize bu definde yardım etmedi. Ardından başka yerlere sürgün edildik. Gençliğimi sürgünde geçirdim. Sürgün edildiğimiz yerlerde halk bize gizlice çeşitli erzak yardımında bulunuyordu. Annem sürgünde vefat etti.” dedi.
Sürgündeyken Üstad Bediüzzaman ile görüştüklerini de dile getiren Fırat, “Isparta`dayken Molla Said-i Kürdi`yi ziyaret ettik. O da Isparta`da sürgündeydi. O`nun yanına rehberlik yapan biri vasıtasıyla gittik. Gittiğimizde Molla Said-i Kürdi bir odada döşeğin üzerinde oturuyordu. Yanında hizmet işlerini yapan birileri vardı. Üstad döşeğini kaldırdı ve oradan altın çıkarıp bana verdi. Başımı okşadı.” ifadelerini kullandı.
“Babamın mezar yeri bellidir”
Babası Şeyh Said Efendinin şehadetinden 3 yıl sonra Diyarbakır`a geldiklerini söyleyen Fırat, sözlerine şöyle devam etti: “Geldiğimizde kıştı ve yollar kapalıydı. Diyarbakır`da babamın kabrini ziyaret ettik. Mezarı yoktu, sadece gömüldüğü yeri biliyorduk oraya gelmiştik. Halk da babamın mezarını ziyaret ediyordu. Babamın mezar yeri bellidir. Askeriye duvarının yanındadır. Ardından tekrar sürgün edildik.”
Şeyh Said kıyamının bir diğer tanığı olan Hamdiye Akpınar ise babasının Şeyh Said`in komutanlarından olduğunu söyledi. Şeyh Said`in ailesi ile beraber cezaevinde kaldıklarını aktaran Akpınar, mahkemede Şeyh Said`e hakaret eden hâkimin dilinin tutulduğuna dikkat çekti.
“Şeyh Said Efendi`nin hanımı ve iki kızı da bizimle beraberdi”
500 çocuk ve kadın ile Diyarbakır`daki Saraykapı Cezaevinde kaldıklarını dile getiren Akpınar, şunları anlattı: “Şeyh Said Efendi ile beraber Diyarbakır`da bir hapishanedeydik. Kaldığımız yer iki katlı bir yerdi. Jandarmalar alt katta kalıyorlardı bizler de üst kattaydık. Üst katta tamamen kadın ve çocuklardan oluşan yaklaşık 500 kişi vardı. Burada pencerelerde cam yoktu, rüzgâr gelmesin diye pencere yerlerine tahta çaktılar. Çocuklar beton üstünde yatıyorlardı. Şeyh Said Efendi`nin hanımı ve iki kızı da bizimle beraberdi. Bizim yaşımız küçük olduğu için hapishane bahçesinde dolaşabiliyorduk. Şeyh Said Efendi ve arkadaşları mahkemeye götürülürken gördüm. Mustafa Beg ve Salih Beg önde, Şeyh Said Efendi, Şeyh Muhammet ve Hasan Efendi de arkalarındaydı. Bir taburun yarısı önlerinde yarısı da arkalarındaydı. Süngüleri takılıydı ve uygun adımlarla gürültülü bir şekilde yürüyorlardı.”
“O din uğruna ayaklandı”
Şeyh Said`in kıyamdan önce Hz Muhammed`i rüyasında gördüğünü söyleyen Hamdiye Teyze, şöyle konuştu: “O dönemlerde 4`üncü Reşat tahttan indirilmişti. Sonrasında Atatürk geldi. Atatürk Kur`an`ı havaya atmış ve ayaklarıyla basmıştı. Şeyh Said Efendi rüyasında Resulullah`ı (sav) görmüştü ve Resulullah ona; ‘Bizim dinimiz Kur`an değil mi? Din ayağa düştü. Kalk ve hükümete vur, bunu ben sana söylüyorum` demişti. Bundan sonra Şeyh ayaklandı. Yani o, din uğruna ayaklandı. Kur`an uğruna ayaklandı.”
“Babam ve arkadaşları kafaları kesilerek şehit edildiler”
Babasını kıyam sürecinde görmediğini söyleyen Hamdiye Akpınar, babasının ve arkadaşlarının nasıl katledildiğini de anlattı: “Babam Şeyh Said Efendi`ye hizmet ediyordu. Kahraman biriydi, kendini İslam`a ve Kur`an`a feda etti. Babam bir gün çocuklarını görmek için köye geldi, askerler onu yakaladı ve bir yere bağladılar. Babamın vücuduna pekmez sürdüler, arılar gidip gelip O`nu ısırıyordu. Bütün vücudu şişmişti. Askerler bunu Temmuz ayında yapıyorlardı, havalarda çok sıcaktı. Babam Şeyh Said Efendi`nin yanında çok kıymetli biriydi. Şeyh Said Efendi`nin askerleri geceleyin baskın yapıp babamı kurtardılar. Bir bölgede Şeyh Said Efendi`ye ait silahlar varmış. Babamla beraber yirmi kişilik bir ekip oluşturuluyor, bu ekip silahları getirmeye gidiyorlar. Bazıları onların geldiğini ihbar ediyor, bir tabur asker onlara pusu kuruyor. Aralarında üç gün boyunca çatışma çıkıyor, mermileri bitiyor ne yapsınlar? Babam ve arkadaşları kafaları kesilerek şehit edildiler. Kafalarını canlı canlı kesmişlerdi. Başlarını çuvallara doldurup Diyarbakır`a getirmişlerdi. Babam ve arkadaşlarının kafalarını süngülere takmış, Mardinkapı ve Dağkapı arasında götürüp getiriyorlardı. Bütün millet orada toplanmıştı, ben merak ettim ne olmuş diye, bana ‘Şeyh Said Efendi`yi asmışlar. Eşkiyaları da yakalayıp başlarını kesmişler` dediler. Ulu Cami`nin demir korkulukları vardı. Başları sivriydi. Bazılarının kafalarını demirlere asmışlardı.”
“Cezaevinde bir sene boyunca karda kışta ateş görmedik, havalar çok soğuktu”
Kıyamın yaklaşık bir sene devam ettiğini hatırlatan Akpınar, “Babam esnaftı, dükkânını satıp, parayı anneme vermiş, ‘bunu çocuklarıma harca` demişti. İki ineğimiz vardı. Her şeyimiz vardı. Anam o parayı cebine değil de bir sandığa koymuştu. Bir gece yarısı bir tabur asker evimize baskın yaptı. Bizimle beraber o parayı da alıp götürdüler. Evdeki herkesi de tutuklamışlardı. Bizim suçumuz neydi? Biz ne yapmıştık? Biz hükümetle savaş mı yapıyorduk? Annemin elinde bir senelik çocuk vardı. Ona süt emziriyordu. Annemin korkudan sütü kesildi. Bizi Diyarbakır Saraykapı hapishanesine götürdüler. Bir sene boyunca yıkanamadık, üzerimizdeki elbiseleri çıkaramadık. Bir sene boyunca karda kışta ateş görmedik, havalar çok soğuktu. Sıcak su yoktu, kuru ekmek vardı sadece. Azıcık ekmek veriyorlardı, kimseye yetmiyordu.” sözleri ile ailesinin yaşadıklarını anlattı.
“Belediyenin önüne gittim, bir darağacı vardı, baktım 15 yaşında bir genci asmışlardı”
“Biz hapishanedeyken Şeyh Said Efendi`nin hanımı bize para veriyordu. Ben küçük olduğum için dışarı çıkabiliyor, bakkala gidebiliyordum.” diyen Akpınar, “Zaten gidecek, kaçacak bir yerim de yoktu ki. O sıralarda 6 yaşındaydım. Hapishane şartları çok kötüydü. Ama namaz için bir engel yoktu. Cami vardı. Hapishane çok genişti. Sabah oldu Şeyh Said Efendi`nin hanımı bana para verdi. Dışarı çıktım bir şeyler alacaktım, belediyenin önüne gittim, bir darağacı vardı. Baktım 15 yaşında bir genci asmışlardı. Bir görseydiniz… Elbiseleri yeniydi, siyah bir kumaş vardı üstünde, ayakkabısı da yeniydi. Kur`an hakkı için doğru söylüyorum yüzü gülüyordu. Sanki başı yana düşmüştü saçı parlıyordu. Yanakları kırmızıydı. Öyle sarı öyle sarıydı ki O`nu görünce yüreğim yandı.” dedi.
Şeyh Said Efendiyi mahkemede gördüğünü dile getiren Akpınar, “Bir gün baktım Şeyh Said Efendi`yi mahkemeye götürüyorlardı, ben küçük çocuktum, koşuyordum, bana ses çıkarmıyorlardı. Mahkemeye girdim 3 kişi oturuyorlardı. Bir savcı, iki hâkim vardı. Hâkim, Şeyh Said Efendi`ye ‘Sao, sen misin bu hükümete savaş açan?` diye bağırdı. Şeyh Said Efendi cevap vermedi. O`nun yerine Salih Bey yüksek bir sesle ‘Ben bu hükümete savaş açtım, ben! Senin dilin varmaz mı, Şeyh Said Efendi demeye!` dedi. Hâkim lal oldu, konuşamadı. Yazı yazdığı kalemini bırakıp hemen Şeyh Said Efendi`nin yanına geldi. Ayaklarına kapandı ‘Ben ettim, sen etme` diye yalvardı. Şeyh Said Efendi ayakkabısını yere sürerek onun ağzına sürdü üç kere bunu tekrarladı. Hâkim Şeyh Said Efendi`nin ayağını öptü bunu orada bulunan herkes gördü. Salih Bey, Şeyh Said Efendi`ye dönerek: ‘Bırak böyle kalsın, âleme ibret olsun, herkes O`nu görsün` dedi. Şeyh Said Efendi ise ‘Bir şey olmaz, bir şey olmaz` dedi. Hâkim: ‘Bugünden sonra hayatımda bir daha şeyhlere laf atmayacağım` dedi. Ya şeyh böyle şeyhtir. Bizim şeyhimiz böyledir.” ifadelerini kullandı.
“Cezaevinde 4 yaşındaki kardeşim açlıktan öldü, askerler onu bir kayanın dibine gömdüler”
Cezaevindeki kötü koşullardan dolayı 2 kardeşinin hayatını kaybettiğini aktaran Akpınar, şöyle konuştu: “Bebekler ölüyordu. Hepsi öldü hepsi, bebek mi kaldı. Açlıktan ve soğuktan öldüler. Bir sene boyunca ateş yüzü görmedik. Kıştı, soğuktu, yatağımız yoktu. Anam çarşafını söküp biz uyurken üzerimize örtüyordu. Anam çocuklarımız küçüktür ‘İzin verin yatak alayım, kilim alayım?` diyordu, buna da izin vermiyorlardı. Cezaevinde 4 yaşındaki kardeşim açlıktan öldü. Askerler onu bir kayanın dibine gömdüler. Bende onların yanındaydım. 12 yaşındaki kardeşim ise askerlerden korktuğu için öldü. Doktor: ‘Koktuğu için yüreği çatlamış` dedi. Bir yaşındaki kardeşim ise biz sürgün yolunda iken tahtakuruları onun vücuduna musallat oldu ve Niğde`de öldü.”
“Allah var gam yoktur, biz Hz Muhammed`in ümmetiyiz”
Cezaevinden sonra ailece 7 yıl sürgünde kaldığını söyleyen Akpınar, “Bir ay bir yerde, diğer ay başka bir yerde kalıyorduk. Onlar bizi gideceğimiz yere hemen götürmüyorlardı, her yerde bekletip öyle götürüyorlardı. Başımıza çok şey geldi. Bunların hesabını mahşerde Ata`dan soracağız. Biz yaklaşık 500 kişiydik. Bizi at arabalarıyla Fırat Nehri`nin kenarına götürdüler. Çöl gibi bir yerdi, hiçbir gölge yoktu, her yer kumdu ve bize ekmek bile vermiyorlardı. Onlar bize dediler ki ‘Bu gece sizi bu suya atacağız Atatürk öyle emretmiş ve demiş ki; bunlar yarın büyüyüp bize düşman olacaklar, onları yok edin.` Nehrin karşı tarafında ağalar vardı. İnsanlar bizim kalabalığı görünce neyin kalabalık olduğunu sordular, askerler de Şeyh Said Efendi`nin asıldığını, bunların hepsinin çocuk ve kadın olduğunu haber verdiler. Daha oradaki insanlar hepimizin nehre atılacağını duyduklarında Ankara`ya telgraf çekerek ‘Onları öldürseniz biz kabul etmeyiz, çoluk çocuğun ne suçu var` demişler. Bizi nehre atamadılar. Allah var gam yoktur, biz Hz Muhammed`in ümmetiyiz. Atatürk, Peygamberi sevmiyordu bizi nasıl sevsin ki? Ardından sürgün edildik. Sürgünde bir kardeşim öldü.” ifadeleri ile sürgünde yaşadıklarını anlattı.
Şeyh Said'in hayattaki torunu Abdulilah Fırat ise Şeyh Said`in İmam Hüseyin gibi ihanete uğradığını ifade ederek kıyam sırasında bir kısım Alevi aşiretlerinin Şeyh'e ihanet ettiğini söyledi.
Şeyh Said Efendinin büyük bir âlim ve değişik özelliklere sahip büyük bir zat olduğunu belirten Fırat, Şeyh Said'in ayrıca müderrislik yaptığını söyledi.
Şeyh Said Efendi ile Üstad Bediüzzaman'ın arasındaki ilişkiye değinen Fırat, "Malumunuz Molla Said-i Kurdi, Şeyh Said kıyamından hemen sonra sürgün edildi. Şeyh Said Efendi Çarbuhur Köyü'nde Mustafa Kemal'in casusları, askerleri tarafından takip edilerek Varto'daki Abdurrahman Paşa Köprüsü'nde tutuklandıktan sonra Molla Said-i Kurdi bunu duymuş ve büyük bir karamsarlık içerisine girmiştir. Diyor ki; 'Bizim bir programımız vardı, bir planımız vardı.' Bu plan suya düştüğü için çok üzülüyor. Tabi büyük ulemalar, manevi bir üzüntü içine girerken oruç tutuyorlar. Onlar bu üzüntüsünü ancak bu şekilde kaldırırlar. Bediüzzaman da büyük bir âlim olduğu için üzerindeki hüznü atıp münzevi bir hayat yaşamak için Erek'teki bir mağaraya giriyor. Oraya girdikten sonra aynen şöyle buyuruyor: 'Eskiden hiç kimse benim konuşmalarımda ses seda etmiyordu. Ama ben Van'daki Erek Mağarası'na girdikten sonra baktım ki Mustafa Kemal'in askerleri geldiler beni derdest ettiler ve hapishaneye attılar." dedi.
Üstad Şeyh Said'in sürgündeki ailesini ziyaret ediyor
Üstad Bedüzzeman'ın Şeyh Said'in sürgüne gönderilen ailesini ziyaret ettiğini belirten Fırat, açıklamalarına şöyle devam etti:
"Bediüzzeman Burdur'a sürgüne gönderildi. Burdur'a gönderilince tabi bizim aile de Isparta/ Eğridir'e gitti. Sonra Bediüzzaman'da Eğridir'e geldi. Bizim aile Hınıs'ta iken devlet askerleri bizim aile fertlerini yaya olarak Isparta/Eğridir'e kadar götürdüler. Aralarında da en yaşlısı Şeyh Muhammed vardı. O da 16 yaşındaymış, benim babam 4-5 yaşlarındaymış. Oraya girdikten sonra Bediüzzaman bunu haber alıyor. Haberi aldıktan sonra ‘Ben gidip ziyaret edeyim.` diyor. Gidiyor, onları görüyor çok üzülüyor. Babam, Şeyh Said'in küçük oğlu ve Şeyh Ahmed var. Onları kucaklıyor. Onlara dua ediyor ve diyor ki; ‘Okuyun, sizin ailenizin şerefi ilimdir. Âlim olun size ilim yakışır. Bunun dışında bir şey düşünmeyin. Sabredin. Bunun için üzülmenize gerek yok. Sabırla, metanetle durun ve mücadelenize burada da devam ettirin. Sizin mücadeleniz ancak ilimledir. Ben fakirim, işçi değilim, ne hamallık yapabilirim ne ustalık yapabilirim, elimde bir zanaat bir meslek de yok. Mollayım, hocayım, Kürdistan'da olsam ders verirdim. Belki bize biraz yardım ederdiler. Ama burada esaret hayatında böyle bir imkân da yok. Benim daha önceden biriktirdiğim para var.` diyor ve o parayı veriyor."
Ankara'da Bediüzzaman Hazretleriyle görüşmelerini anlatan Fırat, o zaman 13 yaşında olduğunu söyledi.
Ankara'da Melik Beyin evinde misafir olarak kaldıklarını belirten Fırat, Şeyh Said'in oğlu Şeyh Ali Rıza'nın Bediüzzaman'la görüşme girişimlerini şöyle anlattı: "Efendi Hazretleri dedi ki 'Çabuk git Molla Said Kurdi nerede ise bul, geldiğimi kendisine bildir. Bir randevu tespit edelim artık ben mi gideceğim o mu gelecek bildir' dedi. Hatırlamıyorum artık o zaman Bediüzzaman nasıl görmüş haber vermiş ise de bilmiyorum. Geldi dedi ki, ‘Bediüzzaman bu günlerde gelecek, sizin ziyaretinizi çok arzu ediyor ve tabi müsaade istemiş ve oradan hareketle Ankara'ya gelmeye karar vermiş.` Tabi burada bir konu var. Nur Cemaatinin insanları diyor ki, böyle bir görüşme olmadı. Molla Said-i Kurdi'nin geldiğine dair Ankara Valiliği yazısı bendedir. Tabi Bediüzzaman Said Kurdi Ankara'ya gelince tüm gazeteler manşet attı. Bediüzzaman Melle Said-i Kurdi geliyor diye. Bazı makaleler Bediüzzaman'ın gelişini ‘Şeyh Said çocuklarının burada olması hasebiyledir, onları görmek içindir` diye yazdılar. O zamanın istihbarat teşkilatı da haber verdi. Milletvekillerinin olması onların vasıtasıyla öğrendik. Tabii geldi Polatlı'da önlerini kestiler izin vermediler. Milletvekilleri araya girdi izin istediler. O zamanda Başbakan Adnan Menderes idi, izin verdi. Beyrut Palas Otelinde misafir oldu."
Fırat, konuşmasına şöyle devam etti: "Biz Melik Beyin evinde yatarken Sabah Namazı şafak atar atmaz biz namazımı eda ettik. Namazdan sonra Efendi Hazretleri Kur'an okudu. Üstüne de bir battaniye atmıştı. O, Kur'an okuyordu ben de dinliyordum. Bir baktık zil çaldı, çok efendi bir beyefendi idi gelen. Sordu: ‘Şeyh Said'in oğlu burada olması lazım, burada mıdır?` Tabi ben biraz panikledim. Biz ailece devletten hep zulüm gördüğümüz için gece yarısı bir adamın gelip sorması paniklememe sebep oldu. Ben cevap verecek derecede olmadım. Bizim Efendi Hazretleri geldi dedi, ‘Hayrola, Şeyh Said'in oğlu benim, ben Ali Rıza'yım niçin sordun beni` dedi. Gelen zat ‘Bediüzzaman Hazretleri sizi ziyaret etmek istiyor, sizi almaya geldim` dedi. Efendi Hazretleri elbisesini giydi çıktık, amcam otelde idi O`nu da aldık. Biz Ankara Denizciler Caddesine gittik. Beyrut Palas Oteli'nde çok büyük bir izdiham vardı, Millet sabah namazı için Hacı Bayram Camisi'ne gidiyorlardı. İçeride bizi aldılar bizi götürdüler içeride oturduk, bir süre intizar ettik. Daha sonra Üstad ile görüştük."
Şeyh Said Efendinin kıyamını en iyi bilen Şeyh Ali Rıza Efendi olduğunu belirten Fırat, Eğer Şeyh Said Efendinin kıyamı muvaffak olmuş olsaydı, kurulacak Kürdistan İslam Cumhuriyetinin başına Şeyh Ali Rıza Efendinin geçeceğini, Şeyh Ali Rıza Efendinin bu hususta emsalsiz bir lider olduğunu söyledi.
“Hz. Hüseyin Efendimize ihanet edildiği gibi Şeyh Said'e de ihanet edildi”
Fırat, "Şeyh Said kıyamıyla Hz. Hüseyin kıyamı arasında -tabi makam olarak demiyorum- hiçbir fark yoktur. Hz. Hüseyin Efendimize ihanet edildiği gibi Şeyh Said'e de ihanet edildi. Cenabı Hakk onlara şehadeti nasip etti. Bundan daha büyük bir makam da yoktur. Tabi Alevilerin çok büyük bir darbesi oldu. Aleviler de Halid Bey`den dolayı Şeyh Efendiye buğz ettiler. Mehmet Şerif Fırat kitabında da bunu yazıyor ve doğrudur. Şeyh Said Efendi Alevi ağalarını topluyor ve diyor 'Gelin bana yardım edin.' Alevi ağaları 'Biz senin seyyid olduğunu biliyoruz. Seni de seviyoruz, fakat seninle Cibranlı ağalar senin akrabalarındır. Bizimle onlar arasında 150 senelik bir kavga var. Biz birbirimizden öldürmüşüz. Bizimle Cibranlıların bir araya gelmeleri mümkün değil. Biliyoruz ki Cibranlılar seninle beraber olacaklar. Biz onların bulunduğu yerde muhalefet ederiz' dediler. Mustafa Kemal da Bitlis'e, Diyarbakır'a, Mardin'e adamlarını gönderdi. Buralarda bazı Şeyhlerle toplantılar yapıldı. Cenabı Hak, Kıyamet gününde mutlaka bu ihaneti yapanları yargılayacaktır." diye konuştu.
"1925 yılının Mayıs ayında Diyarbakır'da büyük bir kongre olacaktı"
Bediüzzaman ve Şeyh Said arasında Erzurum'da gerçekleşen görüşmelere değinen Fırat, Bediüzzaman'ın kendilerine Ankara'da şunları naklettiğini söyledi: "Mustafa Kemal'in getirdiği rejime karşı hepimiz muzdariptik. Özellikle ben daha çok muzdariptim. Ben önce o ittihatçılar içinde bulundum, sonra tabi baktım bunlar ne kadar tehlikeli olduklarını hissedince onlarla mücadeleye karar verdim. Mustafa Kemal'in bildiğiniz şekliyle Ankara görüşmesi artık bu tehlikenin ne kadar büyük bir mesafe aldığının farkına vardım. Artık Kürdistan'a gidip orada bir mücadele şeklini bulma kanaati bende vardı. O arada Şeyh Said Efendi'den bir mektup geldi: 'Mutlaka görüşmemiz lazım. Mümkünse bir an önce gelin görüşelim bu konuları tezekkür edelim. Müslümanlara rehberlik görevi âlimlere aittir. Siz âlimsiniz ne yapacağımızı beraber karar verelim' diyordu."
Erzurum'da buluşmayı kararlaştırdıklarını belirten Fırat, "Ben de onun dediği şekilde Erzurum'a gittim. Tophane Oteli adlı bir otele misafir kaldım. Bir gün sonra Şeyh Said Efendi Gullabi Akif Ağa'nın konağına geldi. Şeyh Said Efendi geldiğinde: 'Mela Said-i Kurdi'ye geldiğimi ve kendisini intizar ettiğimi bildirin' diye kardeşi Mehdi Efendi'yi gönderdi. Hal hatırdan sonra Türkiye'deki yani Mustafa Kemal'in getirdiği sistemle ilgili manzaranın ne olduğunu benden sordu. Ben de kendisine durumu detayıyla anlattım, tehlikeleri kendisine söyledim." dedi.
Abdulilah Fırat, "Şeyh Said Efendi ile Bediüzzaman orada 10 gün Kaleiçi'nde Esad Paşa Camisi'nde Erzurum'un ileri gelen şeyhleri, âlimleri, ulemaları ile görüştüler. İçlerinde görevli Akif Ağa, Nakşibendi şeyhi Gaziroğlu, Şeyh Osman Efendi, Fevzi Bey, Kırbaşların Erzurum'un en büyük eşraflarıdır bunlar, Hacı Galip Efendi, Kadiri tarikatının şeyhleri, Solakzade Sadık Efendi, Sarasollu Tosun Bey gibi kimseler vardı. Neticede 1925 yılının Gulan/Mayıs ayında Diyarbakır'da âlim ve eşrafın iştirakiyle büyük bir kongrenin toplanması ve oradan çıkacak sonuca göre hareket edilmesi kararlaştırılıyor." diyerek, o toplantı gerçekleşmeden Şeyh Said hareketinin başladığını ve Bediüzzaman'ın sürgüne gönderildiğini anlatıyor.
“Sistem, Bediüzzemanı Mustafa Kemal'in müttefiki olarak göstermek istiyor”
Bediüzzaman Hazretleri gibi büyük bir zatın ısrarla Şeyh Said'e muhalif olarak gösterilip M. Kemal yanlısı olarak gösterilmek istendiğine dikkat çeken Fırat, "Bediüzzaman'ı alıp Mustafa Kemal'in müttefiki edip Şeyh Said'e karşı çıkartmak akıl karı mıdır? Sistem 85 senedir buna zorluyor, ama Şeyh Said'in fikriyatı ilahi bir fikriyattı. Bitmez, kıyamete kadar devam eder. Elhamdülillah yeni bir nesil çıktı. Bu yeni neslin çok şuurlu bir şekilde okuyup öğrenmeleri lazım." dedi. (M. Hüseyin Temel, Hüseyin Genel – İLKHA)