• DOLAR 34.567
  • EURO 36.213
  • ALTIN 2964.845
  • ...
Şeyh Halid-i Bağdadi`nin `Eşitlik` Hastalığımızla Mücadelesi - 1
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ahmet Yılmaz / Analiz
Müslümanların bu özelliği, İslam toplumunun varlığını güven içinde korumasına büyük katkıda bulunmuştur. Çünkü güven, aynı zamanda güvenilir olmaya, eminliğini korumaya teşviktir.

Vakanın olumsuz yanı ise; Müslümanların, bu “özü sözü bir olma” halini kafirlerde de varsaymaları, Kur’an-ı Kerim fasıktan gelen haberin bile araştırılmasını emrederken, Müslümanların gaflete düşüp kafirden gelen her bilgiyi, üstelik sosyal bilgiyi, “bilim” adı altında doğru kabul etmeleri, ondan kuşku duymamaları ve bir “haber-i sadık” gibi tutumlarını o bilgi doğrultusunda oluşturmalarıdır. Halbuki küfrün özünde “örtmek, örtbas etmek, karanlık içinde bırakmak” vardır. Hele son çağın küfrü, şeytanın cismani hali gibidir. Hakkı batıl, batılı hak diye, -Abdulhakim Sonkaya Hocamızın ifadesiyle “nûru nar, narı nûr” diye- göstermekte dikkate değer bir uzmanlığa sahiptir.
 
Eşitliğe düşman bir toplum muyuz?
Toplumsal yapımızı hücre hücre inceleyen müsteşriklerin (Şarkıyatçıların) ve Batılı propaganda araçlarının bizimle ilgili en önemli iddialarından biri bizim eşitlikten yoksun yaşadığımızla ilgilidir.

Düzenli bir şekilde üç gün haber bültenlerini izlerseniz ya da yazılı basını takip ederseniz bizlerin şuur altına sürekli şu fikrin sürüldüğünü görürsünüz.
 
“Doğu (İslam) toplumlarında hürriyet, adalet “eşitlik” yok. Bu toplumlarda hiçbir birey, eşitliğin tadına varmamış. Sosyal problemlerin hepsi kadının, çocuğun evde; erkeğin aşiret içinde; aşiretin bütün toplum içinde eşitlikten mahrum olmasından kaynaklanıyor.”
 
Batılı propagandanın en önemli özelliklerinden birisi bazı basit kolay anlaşılır doğruların, zor ve karmaşık yalanlara perde edilmesidir. “1” doğrunun, “99” yalanın örtülmesi için kullanılmasıdır.
 
Dıştan bir bakışla bu haberler, bu şeytani propagandalar karşısında kitle bireyimiz “He vallah, aynen öyle!” deme durumunda kalıyor, bu propagandaya kanıyor, kışkırtılıyor, daha kapsamlı bir eşitlik arayışına giriyor, kendisinin aile, yakın çevre ve toplum içindeki yerini sorguluyor, bu sorgulamayla tutum belirliyor, daha da uyumsuzlaşıyor, hırçınlaşıyor ve hiçbir grup, hiçbir cemaat ve hiçbir sosyal yapı içinde yer almayacak asi bir kişiliğe bürünüyor.
 
“Toplumların dilleri, onların fikir ve hayatlarının aynasıdır” derler. Bu propagandanın etkisine, tahribatına bakıp amacına merak saldığımda dilimizde onu yalanlayan nice deyim çıktı karşıma:
 
Ma ferka me jı hev çiye (Birbirimizden farkımız ney)?
 
Em kîne hûn kîne (Biz kimiz, siz kimsiniz. Bizle siz aynıyız)?
 
Ha em, ha hûn (Ha biz ha siz)
 
Li xwe meyze me bibine, Li me meyze xwe bibine (Bize bak, kendini gör, kendine bak, bizi gör)
 
Em tev aynî ne (Hepimiz aynıyız)
 
Ser û bin yekin (Altımız üstümüz birbirinden farksız)
 
Şex-ağe, li male xwe ağe şexe, ağe ye; ji mere çı (Şeyh-ağa, kendi evinde şeyh-ağadır, bize ne)?
 
Siz de buna onlarca deyim ekleyebilirsiniz, sadece Kürtçe değil, diğer İslam toplumlarının dilleri de bu alanda o kadar zengin ki…. “Biraye wi, liber rabu (Kardeşi ona karşı liderliğini ilan etti)”, “Laye ape wi rabu" (Amcasının oğlu ona karşı liderliğini ilan etti.) Sözleri hikayelerimizde en çok geçen ifadelerdir.
 
Dilin ardından toplumsal yaşamımıza ve folklorumuza bakalım. Bizde gelenekler lokal bile olsa onlarda pek çok ortak yanımız saklıdır.
 
-Eşitlikten her söz edildiğinde, daha doğrusu, eşit olmadığımız her iddia edildiğinde Gercüş-Dargeçit (Kerburan) yörelerine özgü bir fotoğraf aklıma gelir. Dış etkilenmenin henüz zayıf olduğu çocukluğumuzda o yörede (Tor yöresinin tümünde) baba-oğul, karşılıklı oturur, aynı tütün kutusundan sigara sararlardı, bazı eşraf kişiler dahil, buna sayısız kez tanıklık etmişim. Bundan daha güçlü bir “eşitlik” fotoğrafı mı olur?
 
-Evlerin çoğunda “baba ve anne” dışında otorite kabul edilmezdi; büyük küçük bütün kardeşler “eşit” sayılır, baba; çocuklarından büyüğün küçüğü azarlamasından, ona emretmesinden, onu tokatlamasından rahatsız olurdu.
 
-Bazı alim kişiler veya istisnalar dışında evlerin çoğunda (dikkatimizden kaçsa bile) aslında baba ile anne hemen hemen aynı yetkiye sahipti. Kararlar ya (Ka ezê mali ya xwere bêjim: Ben, hanımıma bir söyleyeyim) diyerek birlikte alınırdı ya da düzenli fakat gizli bir iş bölümü vardı. İki tarafın yetkili olduğu alanları karşılaştırdığınızda ortaya gizli bir eşitliğin çıktığını görürdünüz.
 
-Köy odalarında makam tahtı yoktu. Hatta şeyhlerin altına bile sadece bir döşek serilir, yanlarına yastıklar verilirdi. Bu, bile “Hele bak!” diyen sıradan insanın zoruna giderdi. Halbuki aynı şeyhler Batı Anadolu’da dergahların iki karış yükseklikteki özel sergilerin üzerinde otururdu. (Bizzat gördüm, farkı da karşılaştırdım)
 
-Camilerimizin çoğu mihrabsızdı, imamın yeri sade bir seccadeyle belli edilirdi.
 
-“Dolmuş” denen minibüsler çıktığında şoför mahalline oturmaya meraklı olanlara dudak bükülürdü.
 
-Ağalar, herkes gibi halaya katılır, oynardı.
 
-Ağa kasrları (Köşkleri) Batılı gezginlerin de dikkatini çekecek şekilde istisnalar dışında sadece büyükçe bir evdi aslında.
 
-Dünyanın bütün toplumları, büyüklerini, önderlerini masumlaştırırken biz daima kendimizi masumlaştırır; bütün hataları büyüklerimizde, önderlerimizde görür; insanların içindeki önder olma hissini kardeşlerine karşı büyüklenen büyük çocuğumuzu tokatlamaktan başlayarak öldürürüz.(Büyüklük merakını kıskançlığa yol açacağı için tehlikeli görürüz.)
Bunlara siz de birçok madde ekleyebilirsiniz.

Dil ve yaşamımızdan, alimlerimizin konuyla ilgili görüşlerine geçelim:

 
Hem yöremizi kasaba kasaba gezen hem de Şam, İstanbul, Rumeli, Kafkasya, Rusya ve daha nice yeri görme imkanına ulaşan Üstad Bediüzzaman, tefrikamızın ve güçlüyken güçsüz duruma düşmemizin nedeni olarak bizim bir topluluk oluşturmaktansa her birimizin (kendisini güçte tek başına yeterli ve diğerine eşit grup) arslanlık merakına bağlar.
Sınıflaşmayı kabul etmediğimizden “tek olmaya meylediyoruz; “eşitlik” özelliğimizi korumak için tekliğin yol açtığı tehlikeyi göze alıp yalnız kalıyoruz. Oysa yalnız olan, aslan bile olsa zalim avcı için güçlü kuvvetli bir yemdir sadece.
(Şeyh Halid-i Bağdadî (Şehrezori)’nin “eşitlik” hastalığımızla mücedelesini ayrıntılı olarak anlatacağız)
 
BATILI PROPAGANDACILAR BİZİ ALDATIYOR
Batılı araştırmacıların (Şarkıyatçı denen müsteşriklerin) araştırma sonuçlarının iki yüzü vardır:

1-Bize dönük yüzü
2-Kendilerine dönük yüzü
 
Şarkiyatçıların sosyal araştırmalarının kendi toplumlarına dönük yüzüyle bize dönük yüzü arasında çoğu zaman yüzde yüz zıtlık vardır. Onların eserlerinin Batılı araştırma kuruluşlarına yönelik yüzü “tespitlerden” oluşurken bize dönük yüzü “propaganda”dan oluşur.
 
Batılı Şarkiyatçılar bizi bölecek, sömürecek, esir edecek olan kendi güçlerini, bizimle ilgili sosyal alanda bilgilendirirken kalemlerini bizim okuyacağımız eserler için kullandıklarında bizi sarsacak, bunaltacak, birbirimize düşürecek bir dil kullanıyorlar.
 
Dünyada iletişim imkanları arttıkça Şarkıyatçı kafirlerin kendi dar çevreleri için yazdıkları tezler de çeviriliyor ve herkesin görebileceği alanlarda yayımlanıyor.
 
Charles Lindholm adlı müsteşrik “İslam Toplumlarında Gelenek ve Değişim” adlı kitabını neredeyse baştan başa İslam dünyasındaki “eşitlikçilik” anlaşına ayırmış. Kitabında Batılıları bilgilendirmeyi amaçlayan yazar, eserini okuyacak kişilerin İslam’ın güzelliklerinden etkilenmesini engellemek için neredeyse hiçbir olumlu yanımızı olduğu gibi anlatmamış ve hemen hemen (kronoloji dışında) bütün tarihi bilgileri çarpıtmış. Antropolog olan yazar, bununla birlikte “eşitlik” hastalığımızla ilgili Batılıların işine yarayacak önemli tespitlerde bulunmuş.
 
Yazar “medeniyetler çatışması” tezini ortaya atan Samuel Huntington’un “Batı; rasyonel (akılcı), kapitalist, bireyci, eşitlikçidir, buna karşı İslam toplumları bağnaz, mantıksız ve gelenekçidir” tezinin “bireycilik” ve “eşitlik” ilgili bölümünün kesinlikle yanlış olduğunu söylüyor.
 
İslam dünyasını, pek çok Şarkıyatçı gibi karış karış gezen yazar, Huntington”un iddiasının aksine “eşitlik” ve “bireyciliğin” günümüz İslam toplumlarının en büyük zaafiyeti, en önemli güçsüzlüğü olacak kadar İslam dünyasında yaygın olduğunu söylüyor.
 
Ona göre, itaatin en ilkeli (en kadim olanı) kişinin bir aile büyüğüne veya aşiret şefine itaat etmesidir. Ama bu itaat biçimi bile İslam dünyasında yetersiz. Her Müslüman bir başkasına itaati, bir tür boyunduruk altına girmek olarak görüyor; bunu şerefinin, onurunun ayaklar altına alınması sayıyorsa, itaate zorlanmayı rencide olmak olarak değerlendiriyoruz.
 
Ona göre dağlık bölgelerimizde dağlar sarp, çöllerimizde ise takip imkansızdır; aşiretimiz, ailemiz bizi itaate zorladığında sarp dağlar arasında veya ulaşılmaz çöllerde kendimize küçük bir yurt ediniyoruz ve kendimizce orada “özgür” oluyoruz. (Yazar, dillendirmese de durumu dolaylı olarak yabani hayvanların biraz büyüyünce familyalarını terk edip bir çift hâlinde mağaralara yerleşmelerine benzetiyor ve bunu henüz medenileşmemiş olmamızın kanıtı sayıyor.)
 
Charles Lindhom, bir Ürdün köylüsünün babasına veya aşiret şefine itaatini ona bunu zorunluluk olarak görmesinden değil, bir lutûf kabul etmesinden kaynaklandığını söylüyor. Köylü, bu lutfûn karşılığını görmediğinde itaati terk edip kendi başına buyruk bir hayat seçiyor, bunu garantiye almak için de serbest dolaşımın olduğu bu coğrafyada ailesinden, aşiretinden uzaklaşıyor.
 
Onun bu tespitleri haklı olarak bize bir zamanlar köy ve kasabalarından İstanbul’a kaçan gençleri ya da herhangi bir şehrin gecekondu semtine taşınan köylüleri hatırlatıyor.
“Niye kaçtınız?” sorusuna karşılık o gençlerin çoğu “Aile Baskısı” cevabını veriyor. Çünkü o gençler, ailenin kendileri üzerindeki hakimiyet hakkını baskı; kendisinin o hakimiyeti tanımasını ve aileye itaat etmesini ise “özgürlüğünden ödün vermek, şerefini, onurunu çiğnemek olarak görüyor. “Bana hükmetmeye ne hakları var ki?” diyerek aile reisleriyle eşitlik iddiasında bulunuyor. Ama bu düşünce onu sosyal çevresinden koparıp İstanbul’da “yarı köle” durumuna düşürüyor ve o, bunu fark bile etmiyor. Onlardan birine (ki 16 saati kapalı alanda çalışarak geçiyormuş) “Mutlu musun?” diye sordum. “Evet, abi, ne de olsa artık kimse bana bir şey demiyor, şerefimle birkaç kuruş kazanıp geçiniyorum” diye cevap verdi. Gözleri kapanmış, köyünde belki aile bütünlüğü içinde sekiz saat ve rahat bir hiyerarşi içinde çalışıyordu, burada ise tamamen emir altında ve sürekli çalışıyor ama kendisiyle benzer durumda olanların içinde yer aldığından bunun “eşitlik”; işten ayrılabildiği için de bunu “özgürlük” sanıyor.
 
Aynı durum gecekondu semtlerine sığınan aileler için de geçerlidir. Çoğu “modern köle” konumuna düşen bu aileler, aşiretinin baskısından kurtulmuş olmayı, oradaki itaat zincirinden kopmayı “onurlu yaşam” sanıyor.

Evden kaçan kızlar-kadınlar ya da cemaat, sivil toplum kuruluşu gibi bir yapı içinde çalışmayı reddeden okumuşlar (aydınlar) için de bu “ilkel” bakış açısı geçerlidir.
 
Charles Lindholm “Oralarda lidere itaat edilse bile onun kuralları tanınmaz (öldüğünde kuralları yok sayılır, böylece kurumsal bir itaat zinciri, bir toplumsal düzen oluşmaz)” der.
 
Lindholm, aynı çerçevede, ‘onlardan biri yükselebilir ama altındakiler, ikincil konumu reddeder (onun yükselişini sözcülüğü üstlenmesini kerhen kabul eder, buna zoraki katlanır), diyor.
 
Ne yazık ki Lindholm’un anlattıkları yabana atılır, inkar edilir şeyler değil.
 
Toplumda bir hiyerarşi içinde düzen oluşturmanın en önemli koşulu, toplumun düşünme, proje yapma, projeleri uygulama hakkının bir bölümünü idarecilere devretmesidir. Krallıklarda bu mutlak olarak devredilirken demokrasilerde bir süreyle sınırlı olarak, İslami yönetimde ise yönetenlerin Allah’ın Kitabı’na ve Resulullah’ın Sünnetine bağlı kalmaları koşuluyla devredilir.
 
İslam toplumlarının yaşadıkları ağır tarihi travmalar, bu devir işlemini neredeyse yok etme noktasına getirmiş. Ard arda gelen zalim yöneticilerin toplumu aldatması, yönetimde olanların güvenilir olabileceğine dair inancı neredeyse ortadan kaldırmış.
 
Meselenin, toplumsal dağılmaya yol açan yanı, Müslümanların devlet nizamı dışında da (sivil toplum olarak da) düşünme, planlama, uygulama hakkını devretme noktasında isteksiz davranmaları, aralarından hiç kimseyi bu hakkı hak eden konumunda görmemeleri ya da tam tersine herkesi eşit olarak o hakka sahip gördüklerinden kimseye o vazifeyi vermemeleridir.
 
Bu kahredici “eşitlik” eğiliminin neticesi toplumsal örgütlenmenin sona ermesi, dolayısıyla Müslümanların bundan sonra hep esir kalmaları anlamına geliyor. (ihya hareketleri içinde yetişen şuurlu Müslümanların buna karşı koyması, bu darmadağın edici eğilime karşı mücadele etmesi umutsuzluğun önündeki tek engeldir.)
 
Durum bu iken Batılı propaganda kuruluşları niye ısrarla bizde eşitliğin olmadığını söylüyor, içimize sinen, hatta hayatımıza el koyan “eşitlik” eğilimini neden kışkırtıyor?
 
Çünkü mutlak eşitlik, hiyerarşiyi yok eder, hiyerarşinin (amir-memur düzeninin) olmadığı yerde düzen olmaz, düzenin olmadığı yerde fitne vardır, fitneye düşen toplum iflah olmaz, kurtuluşa ermez, hep başkasının esiri olarak kalır.
 
Lindholm, Davis diye bir Batılının ağzından aynen şunu aktarır: “Elbette yabancılara karşı hepsi eşittir; yani eşit derecede güçsüzdür”
 
Keşke bu gerçeği hakkıyla anlasaydık…
 
Devam Edecek….
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir