• DOLAR 34.553
  • EURO 36.196
  • ALTIN 2964.119
  • ...
Şeyh Halid-i Bağdadi`nin `eşitlik` Hastalığımızla Mücadelesi - 3
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ahmet Yılmaz / Analiz

Tasavvuf ehli, Şeyh Halid’in bütün tutumlarını manevi olarak açıklar. Ancak ondan bugün yararlanmak için hayatının görünen yanlarını da anlamak ve günün gerçekleri içinde değerlendirmek gerekir.

Şüphesiz her tarihî şahsiyet, kendi çağının gerçekleri içinde anlaşılır ve her İslamî tecrübe Kur’an ve Sünnet ışığında “yararlanılacak” bir kaynak olur.

İSLAM’A YÖNELEN TEHDİTİ FARK ETTİ

Şeyh Halid, Miladi 1775’te Şehrezor (Süleymaniye) ilim havzasında doğdu. Berzenci şeyhlerinden eğitim aldı, kısa sürede Kürt medreselerinin en büyük alimleri arasında yer aldı. İmam Gazali örneğinde olduğu gibi dünyevi ilimleri de öğrendi, İran’da astronomi, fen, matematik, felsefe eğitimi gördü. Bir tür ansiklopedi olan Kamus’u ezberledi, teorik olarak dünyayı tanıdı.

Onun çağında İngilizler Hindistan’ın büyük bir bölümünü işgal etmiş, orayı merkez edinerek bütün İslam dünyasını işgale yönelmişlerdi. Fransızlar, Mısır’da Suriye’nin sahillerinde tutunmaya çalışıyordu. Rusya, Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya iniyordu, Kırım elden çıkmıştı. Malezya ve Endonezya kıyılarındaki Hollanda, Portekiz güçleri içerilere açılıyor, Müslümanların hayatlarını düzenlemeye çalışıyorlardı.

Şeyh Halid, Doğu’daki İslam dünyasının Hac yolculuğu konaklarında yaşıyordu; kendisi de Hacca gidiyordu. 1810’da da Abdullah-ı Dehlevi’nin yanında tasavvuf dersleri almak üzere Hindistan’a gitmiş, İngilizlerin Şark’ın başkenti gibi kullandıkları o ülkeyi görmüş, tehdite tanıklık etmişti. Osmanlı, Batılılaşma kararını almış, bu yönde Tanzimat’a kadar gidecek adımlar atıyordu. Süleymaniye yöresine hakim Baban Emirliği, özerkliğini kaybetmiş; diğer Kürt emirlikleri de Baban(larda olduğu gibi kardeşlerin ve amca oğulların “hakta eşitlik” tehdidi altında fitne içindeydi. Avrupa’da ulus devletlerin sömürgelerdeki Müslüman çocukları da bu sistemin içine alınıyordu. Osmanlı da düzenli ordu arayışını sürdürüyordu.

Öte yandan yeni devletler, herşeyi devletin güçlenmesi için araca dönüştürüyorlardı. Hıristiyanlığı Fransız ihtilaliyle devlet politikalarının daha da “bugün boyun eğici”, “zulmü meşrulaştırıcı” bir ayağına dönüştüren Avrupa, İslam’a da el atmıştı. İngilizler, kendilerine karşı çıkan Hind mücahitlere karşı para düşkünü veya ahmak, (sözde) alimlerden fetvalar alıyor; bu fetvacılar, çıkarları doğrultusunda örgütlüyor, onlara medereseler açıyordu. Napolyon (Fransız) Mısır’da onlarca El-Ezher müdderisini ödüllendirmiş, kendisine bağlamıştı; Osmanlı İmparatorluğu Batılılılaşma adımları için Şeyhülislamlardan fetvalar alıyordu.

Tehlike büyüktü ve acil çözüm gerektiriyordu:

1-İslam, işgalci güçlere karşı korunmalıydı.

2-Dindarlık, devletlerin etki alanının dışına çıkarılmalıydı.

3-İslam toplumlarının devletlerin eliyle İslam’dan uzaklaştırılmasına engel olunmalıydı.

4-Sömürgeciler dahil, devletler, düzenli ordular için asker topluyordu. Müslüman çocuklarının, insanı makineye dönüştüren, onu değerlerine karşı savaştıran bu yapıdan korunması gerekiyordu. (Bir Müslüman zaafiyet gösterip sömürge ordularına katılacaksa onun orada da dinini muhafaza edecek hiç olmazsa bir basit şuura erdirmek gerekiyordu.)

Özetle devletlerin saldırısına, işgaline, baskısına, müdahalesine rağmen İslami üretkenlik ve direniş devam etmeliydi. Bir önceki yazı dizimizde geçtiği üzere. Bosna, küfrün işgali altındayken Aliya İzzetbegoviç’in annesi, onu her sabah uyandırıp camiye gönderiyordu, demiştik., Stalin, Çeçenleri Orta Asya’ya sürdüğünde Dudayev’in annesi “Allah” demenin yasak olduğu bir ortamda çocuğuna İslam sevgsini aşılamıştı. Daha da ileri bir adımla Osmanlının acizliği karşısında Cezayir halkı, Kafkas halkı kendi kendisine işgal güçleriyle, Hindistan ve Orta Asya’da da emirliklerin işbirliğine rağmen Müslüman halk direndi. İşte bütün bu sonraki dönem üretkenlik ve direnişin tohumunu atmak, merkezi İslam coğrafyasında Şeyh Halid ‘in omuzlarına düşmüştü. Bu ağır yükün özeti: Müslümanların yaşam tarzının ve İslami kurumlarının devletlerle hükümetlerin etki alanının dışına çıkarılması, kendi kendisini idare edecek bir mekanizmaya kavuşturulmasıydı. Ama nasıl?

İSLAMİ DİNDARLIK YÖNETİMLERLE BÜTÜNLEŞMİŞTİ
İslam Mekke sürecinden hemen sonra, Medine’de devlet oldu. Emevilerin istibdadı ve Abbasilerin hileleri karşısında aksi yöndeki bazı gelişmelere rağmen dindarlık devletle bütünleşmişti. İmam Ebu Hanife’nin kadılığı red ve İmam Şafii’nin zekâtla ilgili tutumlarına rağmen Sünni dindarlık, devletlerle içli dışlıydı; öyle ki bizim yöremizdeki orta büyüklükteki medreseler dahi mirlerin himayesi altındaydı. Şiilik de Safevilerle beraber İran’da devletin kendisi olmuştu, Irak’taki Şii dergâhlar da bir yönüyle Osmanlı’ya bağlıydı.

İslam tarihi üzerine çalışan sosyal araştırmacılar, Sivil Tolum olarak sadece tasavvuf dergâhlarını gösterir. Bu da yanıltıcıdır çünkü İmam Gazali’nin ihya hareketi içnide gelişen, Nureddin Zengi, Selahaddin-i Eyyûbi gibi büyükleri yetiştiren tasavvuf dergâhları bile devletten ödenek alıyordu.

Osmanlı’da Mevleviler padişahın emrindeydi, Yeniçeriliğin bozulmasıyla Sünni kolunu kaybeden Bektaşilik, batinî, dolayısıyla gayr-î İslami bir renge bürünen koluyla alevilik olarak yaşıyordu. O da güçlü döneminde Safevi devletinin Osmanlı’ya karşı Akıncı güçleri gibiydi.

Padişaha karşı çıkan şeyhler, Diyarbakırlı Şeyh Mahmud’un IV. Murat tarafından katlediliş örneğinde olduğu gibi saf dışı ediliyordu. Osmanlı, dergâhların başına (özellikle Mevlevilerde) Şeyh (Posinişin) ataması bile yapıyordu.

Böyle bir yapı içinde “non-govermentul (sivil)” denen, hükümetler ötesi bir dindarlık “teşkilatlandırmak” adeta imkânsızdı. Oysa Endülüs’te devletin çöküşüyle İslami hayat da çökmüştü. Bu sivil yapı geliştirilmezse benzeri bir tehlike tüm İslam dünyasını bekliyordu.

KÜRTLER “EŞİTLİK” HASTALIĞINA MÜPTELAYDI
Şeyh Halid, her tebliğ ehli ve her mürşid gibi, teşkilatlanmasına yakın çevresinden, dolayısıyla Kürtlerden başlayacaktı. “Kürtler” ve “teşkilatlanma” en azından Selahaddin çağından 50-60 yıl sonrasından itibaren birbirleriyle çok ilgili değildi.
Kürt toplumu, İdris-i Bitlisi’nin Şeyh Halid’den 300 yıl önce “hiçbiri diğerine boyun eğmez” dediği onlarca mirlikten, binlerce küçüklü-büyüklü aşiretten, yüzbinlerce aile ve fertten oluşuyordu.

Herkes konumuna göre kendisini hakta, ödülde, intikamda, cezada diğeriyle “eşit” görüyor, “eşitlik” inancı korkunç bir kıskançlık doğuruyor, öne bir adım geçen devriliyordu.

Mir’in kardeşi, aynen Selçuklu sonraki Anadolu Türklerinde olduğu gibi, kendisini Mir’le eşit görüyor; mirin amca çocukları, kendilerini mirin kardeşleriyle eşit görüyordu. Şarkıyatçı Lindholm’un alçakca tespitiyle babaya itaat ediliyor ama onun kuralları bir sonraki nesle geçmiyordu, bu yüzden istikrarlı bir yönetim geleneği oluşmuyordu. Kürt mirliklerin neredeyse tüm tarihi “babası dindardı-oğlu fasıktı; babası fasıktı-oğlu dindardı” tekrarı içinde kalıyor.

Fert, “aile” ve “aşiret” bağı dışında “bağ” tanınmıyordu. Batılıların “ilkel” dediği ve Kur’an-ı Kerim’e de muhalif bir itaata dayalı bu bağ da çok çelişkiliydi. Bir aile ferdi, kan davasında hatta “talan/yağma”da ailesi haksız bile olsa onunla birlikte hareket ediyor ama olmadık bir yerde aile bağı onu sıkıntıya soktuğunda ağabeyine hatta babasına isyan ediyordu, çünkü “erkekliğinin ispatı olan” dışarıya karşı düşmanlık dışında baba ve ağabeyinin kendisine hükmetme hakkına da inanmıyor; onlar “adam” ile ben de “adam”ım diyerek onlarla “eşit” olduğunu düşünüyor ve bunu ispatlama yoluna gidiyordu.

Ferdiyetçiliği tercih eden muktedir olsa “diktatör” olur; mahkûm olsa yabanî bir hayvan gibi olur derler. Gerçekten de Ferdiyetçi mir ve ağalar, korkunç zalimleşiyor; sıradan kişiler ise ne ölçüde cesur olursa olsun kendi dar kabuğunda yaşayan asosyal bir varlığa dönüşüyordu.

Bir ailenin içinden “farklı” birini “oluşturmak” oldukça güçtü. Aşiretlerin içinden de farklı aileler meydana getirmek olabildiğine güç. Böyle bir toplumsal yapı karşısında Şeyh Halid için en önemli imkân “seyyid” aileleriydi. Onlar, hem toplumun geneline göre daha dindardı hem etkin aşiret bağlarından uzaktı. Bir “Seyyid” İslamî hayata sadık kalmak koşuluyla uzaklara gidip yerleşebilirdi. “Seyyid”liği onu dış saldırılardan korur, aşiretinin olmaması, ailesinin de kendisini koruyacak bir silahlı adama ihtiyaç duymaması, ona bu “uzaklaşma” imkânını verir, makamı da onu İslam içinde özgürleştirirdi.

Toplumla “eşitlik” gibi bir sorunu da olmayan “Seyyid” imkânından Şeyh Halid en geniş şekilde yararlandı. Ancak halifelerinin hepsi “Seyyid” değildi.

Şeyh Halid’in hareketi, hâlen hayatta olan Şarkıyatçı Bruinessen’in hayretle, Özel Harp Dairesi’nin “Şarkçı” Profesörü Abdulhaluk Çay’ın ise kinle belirttiği üzere 20-50 yılda neredeyse bütün bölgeye hâkim oldu. Nasıl?

SİLAHSIZ ASKERİ YAPILANMA

Şeyh Halid, Hindistan’dan döndükten sonra Baban mirlerini de Berzenci şeyhlerini de Osmanlı paşalarını da hayrette bırakan ve kendisine karşı çaresiz durduran “silahsız askeri yapılanma” diyebileceğimiz, belki tarihinin en katı teşkilatlanmasına gitti. Bu teşkilatlanmada mutlak bir hiyerarşi (alt-üst, emir-komuta) vardı ve eşitliğe asla yer yoktu, kıskançlıkla “eşitlik” isteyen ya da bir şekilde hiyerarşi bozmaya kalkışan, konumu ne olursa olsun kapı dışarı edildi ya da kendisini düzeltinceye kadar sivil cezalara çarptırıldı.

Silahsız olmasıyla Osmanlı ve Baban müdahalesine bahane oluşturmayan ama gerçekte “silah bulundurmama” dışında tam bir ordu yapılanmasını andıran bu teşkilatlanmayı “Bize irademizi hatırlatan DERT ADAM” makale dizimizin “Şeyh Halid” bölümünde anlattık (o makaleyi bir daha okumanızı öneririz) burada sadece bazı yanlarını aktaracağız:

Mürit için itaat esastır; Şeyh, şeriatla çatışan bir emir vermedikçe mürit, şeyhin emrini sorgulayamaz, uygulamak için sebep araştırması yapamaz.

Müridin bütün hayatı zapt û rapt altındadır; mürit, dünya işi – ahiret işi demeden bütün işlerinde şeyhinden izin almak zorundadır. İzin alamazsa ısrar edemez, “Niye izin vermedin?” diye ısrarlı sorular yöneltemez.

Şeyh, izin vermeden mürit meclise oturamaz, meclisten ayrılamaz; şeyhin meclisinde gereksiz bulunamaz, şeyhinden önce (aynı sofrada iseler) yemeğe başlayamaz, izin verilmeden şeyhin tabağından yiyemez.

Köyünden ayrılırken şeyhinden izin alır; seferden köyüne dönerken önce şeyhine uğrar, sefer durumunu ona anlatır, onun izninden sonra evine gider.

İstanbul’a yerleşen halifeler, ikinci evlilik yapamaz, evlenmesi gerekirse İstanbul kadınlarıyla (muhtemelen üst sınıf kadınlar kast ediliyor) evlenemez.
 
Devlette görev alanlar, halife olamaz; halife ve müritler izin almadan devlet memurlarıyla temas kuramaz; memurlarla izinsiz oturup kalktığı tespit edilenler halifelikten azledilir ve tarikatten uzaklaştırılır. (Devletten alınan maaş leş gibidir, yenilemez)
Halifeler, Şeyh Halid’le yüz yüze görüşerek veya mektupla danışır; Hacca gitmek için bile bu danışma zorunludur; mektupların cevaplanmama nedeni ısrarla sorulamaz, peş peşe (bir sorun olmadan) mektup gönderilemez.
Bir kaçını aldığımız bu emirler abartılı görünebilir. Ama iri gövdesi ve bıyıklarıyla eski Alman Başbakanı Bismark’ı anımsatan, Batılıların Doğu’nun şovalyesi dedikleri bir Kürt düşünün; kışın karlı gününde avcılık için evinden çıkıyor, aile büyüklerinden izin istemek bir yana nereye gittiğini hanımına haber bile vermiyor. Akşam üzeri eve dönmeyince kadıncağız akrabalarına, köyün seydasına “Kocam kayıp” diye figan ediyor, bütün köy, karda kışta adamı dağlarda arayıp bir tavşanın peşinde yarı donmuş halde buluyor. Ama o, bir sonraki yıl bunca kıyameti unutup aynı işi tekrarlıyor ve asla ne babasından izin almayı ne hanımına haber vermeyi erkekliğine yakıştırıyor. İşte Şeyh Halid, bu insanlardan, sosyologların “her an emre hazır, kurşun gibi adamlar” dedikleri mürşit teşkilatları kuruyor.

Kemal Tahir, İstanbul’daki Kürt hamalları anlatırken, her biri çok sadık çok kuvvetli ama üçü bir araya gelmediği için hepsi birlikte tüccarı zenginleştiriyor, diyor. Şeyh Halid, o tiplerden katı teşkilatlar oluşturuyor.

Çift sürmekten gelen köylü, öküz sürmekte kullandığı çubuğu uzaktan şeyhin eline uzatıp hoş geldin demekte bir sakınca görmüyor. Şeyh Halid işte bu insanları o yüksek edebe ulaştırıyor. Kürtler arasında belki tarihte ilk kez aşiret-aile hiyerarşi dışında bir hiyerarşı meydana getiriyor. Batılıların bugünkü “millet” düzenine benzer bir temel atıyor.

Şeyh Halid, itaatsizlik gösteren İstanbul Halifesi Şeyh Abdulvehhab’ı tarikattan kovmuş; Kafkasya sorumlusu Şeyh İsmail-i Şirvani’yi (oğlu sadrazam-başbakan olmuş) kovmakla tehdit etmiş, bir süre görevden uzaklaştırmış; Bağdat Kadısı olan halifesine ceza olarak pazarda su sattırmıştır.

Şeyh Halid’den sonra gelen İslami hareketler, onun bu teşkilat yapısından etkilendiler ve Türkiye’de Zahid Kotku’dan Milli Görüş’e, Üstad Bediüzzaman’dan Gülen Cemaati çizgisine onun teşkilat yapısını tarikattan cemaate uyarlayan herkes, hiçbir zaman silaha sarılmamışsa bile muhalifleri tarafından “ordu” diye tarif edildi veya suçlandı. Buna kendisinden etkilenmişse de daha çok Şazi tarikatına yakın olan Mısır İhvanı da dahildir.

Şeyh Halid’in teşkilat yapısını tarikat olarak veya içindeki “şeyhe saygı” unsurlarını eleyip cemaat olarak uygulayan her yapı hızla yükseldi ve çevresi üzerinde etkili oldu. Hareket, dış güçlere karşı zaman zaman silahlandı; Bitlis ve Şeyh Said hareketlerinde olduğu gibi kimi zaman kıyamlara dönüştü, kimi yerlerde (Anadolu’da olduğu gibi) ise hep sivil varlığını ve aksiyonunu Balkanlardan Rusya’ya koruması sosyal araştırmacıları hayret içinde bırakmıştır. (Bugün Halidilik hâlâ, devlet dışı (sivil) en önemli dini yapılanma sayılıyor.)

Din, kavimlerin istenmeyen yanları ile mücadele eder. Ne yazık ki bu istenmeyen yanlar, ne kadar törpülenirse törpülensin ihmal edildiği an bir daha ortaya çıkar. Kürtlerin “eşitlik” hastalığı, Bitlis Kıyamındaki başarısızlıktan hemen sonra bir daha büyüdü. Ama hiçbir zaman Şeyh Halid öncesine dönmedi. Bugün İslami veya sol, Kürtler arasında aile bağlarını aşan bir teşkilatlanmaya gidebilenler, “eşitlik” hastalığını kısmen bile olsa yenebilenler, Şeyh Halid’in teşkilatlanmasına çok şey borçlular. Son yüzyıl Türk muhafazakârlığı ise tamamen onun teşkilatlanmasına dayanmaktadır. (ki bu ayrı bir yazı konusudur.)

Şeyh Halid’in teşkilatlanma esasları çok katı bulunabilir. Disiplin, bir zaman ve zemin konusudur. Tehlikenin büyüklüğü ve buna karşı Müslümanların duyarsızlığı, onun sert önlemlerinin önemli bir gerekçesidir. Dönem, bir seferberlik gerektiriyordu ve seferberlik ancak disiplinle yürür. Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi Yazır ve son Osmanlı Şeyhülislamlar, Said Halim Paşa gibi bir prensin desteğine ve ilimdeki yüksek düzeylerine rağmen, birbirine eşit arkadaşlar olarak tarihte kaldılar. Artlarında küçük bir camia bile bırakmadılar. Hatta bir kurumları olmayınca onların çocuk veya torunları dahi sokağa düştü, içkiye müptela oldu. Buna karşılık Üstad Bedüzzaman, Şeyh Esat Erdebili (Mahmut Sami Efendi üzerinden), Süleyman Hilmi Tunahan gibi Şeyh Halid’in teşkilatlanma tarzını cemaate uyarlayarak güncelleyenler artlarında dev birer camia bıraktılar. Dindarlık, onlar üzerinden hükümet istikrarsızlık ve müdahalelerinin dışına çıktı. Onların talebeleri olmasaydı bugün Akif’i, Elmalılı’yı anan kaç kişi olurdu? Allah’ın yardımı ancak cemaatle beraberdir.

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir