• DOLAR 34.652
  • EURO 36.643
  • ALTIN 2937.958
  • ...
Tarihte Bugün
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

TARİHTE BUGÜN / DOĞRUHABER / İSTANBUL / 10 MART

765: İmam Cafer-i Sadık vefat etti.

1876: 3 gün önce 7 Martta telefonun patentini alan Graham Bell, (Gıraham Bell) yardımcısı Thomas Watson (Tomas Watsın) ile ilk telefon görüşmesini yaptı.

1919: Ahmed Tevfik Paşa hükümeti düştü, yerine Damat Ferit Paşa hükümeti kuruldu. Ahmed Tevfik Paşa, Damat Ferit Paşa'nın ardından 1 yıl sonra 21 Ekim 1920'de tekrar Sadrazam olur. Ankara Hükümeti Saltanatı ve Hilafeti kaldırınca Ahmed Tevfik Paşa son Osmanlı Sadrazamı unvanı alır. Hatta saltanat ve hilafet kaldırılınca Ahmed Tevfik Paşa, Sadrazamlıktan ayrılacağından istifa mektubunu verecek merci bulamaz. Zira artık ne sultan vardır ne halife..!

1938: Ankara radyosunda radyofonik konserlere Georges Bizet'in  eseri olan Carmen  operasıyla başlandı. Georges Bizet (Corçs Bizet) ünlü bir Fransız klasik müzik bestecisidir. Carmen ise onun başyapıtıdır. Bunu tabi ki, klasik müzik bilginize katkı olsun diye belirtmiyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz husus şu; Tamamıyla Batı kültürünü yansıtan Klasik müzik ve operalar Cumhuriyet rejiminin halkın önüne koyduğu kültürel alternatiflerden olmuştur. Kendi kültürünü ve folklorik zenginliğini İslamın tüm izlerini yok etme adına terk eden yeni rejim, acaib ve anlaşılmaz bir şekilde halka yabancı, tuhaf ve komik bir kültür dayatmıştır. Bu dayatma, şapkadan müziğe, yemeden içmeye, giyimden kuşanmaya her alanda yapılmıştır. Yalnız İslam Kültür ve Mirasına karşı dayatılan bu yeni alternatif kültürün ayrı bir trajedisi kültürün alındığı kaynaktır. Örneğin Fransız bir müzik bestecisinin eseri üzerinden arz edilen Fransız kültürüdür. 1938'den 20 yıl geriye gidin karşınıza Türkiyenin büyük bir kısmını işgal etmiş, Doğu ve Güneydoğudaki Ermenileri silahlandırarak müslüman köylere saldırtmış, Maraş'ta müslüman kadının hicabına el uzatmış bir Fransa çıkar. Peki, hangi akıl ve mantıkla bu Fransa'nın şapkası, müziği, balesi, operası, şampanyası müslüman halka dayatılmıştır.

1942: Peyami Sefa yeni kelimelerin fabrika tarzında üretilmesini eleştirdi. Her şeyi öz Türkçe yapma adına düşülen komik durumlara gösterilen bir tepkidir bu. Zira Türkçe olsun diye üretilen kelimeler bazan çığrından öyle bir çıkmıştır ki, "Yok daha neler!" dememek içten bile değil. Örneğin; "Çok götürgeçli oturak" veya "Otlangaç" ya da "Gök Götürü Konuksal Avrat" bilemediniz "Ulusal Düttürü" kelimeler Türkçeleştireyim derken yüzüne gözüne bulaştırmaktan başka nedir?

1957: Şeyh Usame bin Ladin doğdu. Suudi Arabistan, Riyad'da doğan Usame bin Ladin'in babası Ortadoğu'nun en büyük müteahhitlerinden biriydi. Genç yaşlarında Müslüman Kardeşlerden etkilenen Bin Ladin, cihadın en büyük önderlerinden Abdullah Azzam'ın asistanlığını yaptı. Dünya'nın sayılı zenginlerinden olmasına rağmen malını mülkünü Allah yolunda terk ederek mücahidlerin safını tercih etmiştir. 11 Eylül saldırılarıyla tüm dünyada Amerikan propagandasıyla düşman ilan edilmesine aldırmadan bildiği yoldan yürümeye devam etti. Onun gençlik arkadaşları birer petrol zengini olup saraylarda krallar gibi yaşarken Şeyh Usame, her an ölümle burun buruna sığınaklarda toprak kaplarda yemek yiyerek yaşadı. Amerikan ve yandaşlarının propagandalarına aldanıp böylesi şahsiyetler üzerine yorum yapmaktan kaçınmak gerekir. Usame bin Ladin, 2011 Mayısında Amerikalılar tarafından yapıldığı bir operasyonda şehid edildiği açıklandıysa da bu inandırıcılıktan çok uzaktı. Bin Ladin'in cesedinin gösterilmemesi, ajanslara dağıtılan tek kare bir fotoğrafında montaj yapılmış olması gibi ciddi kuşkular ışığında şu söylenebilir; Amerika, Şeyh Usame'nin vefat ettiğini kesin bir şekilde teyit ettikten sonra imaj yapmak için "Biz öldürdük" diye duyurdu. Gerçi El Kaide'nin yaptığı açıklamalar ABD iddialarına tezat değildi ama her halükarda Şeyh Usame'nin vefat veya şehadetinde müphem taraflar vardır.

1969: ABD'li siyahî lider Martin Luther King'in katili, 99 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Martin Luther King, Amerikalı bir papaz olup ırksal eşitlik görüşleriyle ve Amerika rejime muhalefetiyle tanındı.

1974: Cumhuriyet'in 50 yılını Kutlama Komitesi tarafından İstanbul'un Karaköy Meydanı'na dikilen "Güzel İstanbul" adlı çıplak kadın heykeli, "müstehcen" olduğu gerekçesiyle bazı kesimlerin, özellikle de hükümet ortağı Milli Selamet Partisinin tepki göstermesine yol açtı. Cumhuriyetin 50. yılını kutlarken niye çıplak kadın heykeli? Cumhuriyeti temsil eden şey ve cumhuriyet denince akla kadın, hatta çıplak kadın mı gelir? Yoksa o çıplak kadın heykeli cumhuriyetin hedefini mi temsil ediyordu? "Cumhuriyet 50 yılda kadını soymayı başardı, bu ne büyük bir gelişme!" mesajı mı veriliyordu. Bu ne çelişki, bu ne aymazlık! Cumhuriyetin kurulduğu Kurtuluş Savaşını müslüman kadın profili mi verdi, cumhuriyet projesiyle oluşturulan kadın profili mi verdi? Vatanı kurtaran, halkı cihad ruhuyla vatan düşmanlarına tek yürek yapan saikler neden yeni rejimde terk edildi? Sadece bir örnek üzerinden bu terk edişin iki profil arasında nasıl da korkunç bir fark oluşturduğunu vermeye çalışalım. Müslüman profilindeki kadın, kağnıyla cepheye mermi taşırken yağmur yağdığında ıslanıp da tutukluk yapmasın diye bebeğinin kundağını o mermiye saracak kadar yüksek ruhluydu. Zira setresine büründüğü çarşafı müslüman kadına bu ruhu vermişti. Peki bugünkü medeni (!) kadın profiline bakalım. Vatanın tek bir taşı için köpeğinin ithal mamasından vazgeçer mi? Üstünde örtü yok ki, ona bir ruh versin! Demek ki, yeni projede büyük sosyal hatalar ortaya çıktı. O sosyal yanlışlar bugün vahim neticeler ortaya çıkarmıştır. "Zararın neresinden dönülürse kardır" meselini kullanma imkanı varken dönülmelidir.

1986: Sanıkların aynalı odalarda sorgulanması ve ifadelerinin videobantlara kaydedilmesi uygulaması başladı. Bu uygulama ile sözde şeffaf sorgulamaya geçilmişti. Ancak dünya alemin bildiği gibi sanıklar önce karanlık mahzenlerde işkencelerden geçirilir sonra bir üst kata alınarak aynalı odalarda medeni sorgulamaya geçilirdi. Asıl şeffaf sorgu ise mahzenlerde Filistin askısı ve elektrik verilerek yapılırdı.

1987: ABD Kongresi'nin Ermeni Tasarısını kabul etmesi durumunda, Cumhurbaşkanı Evren'in mayıs ayındaki ABD gezisini iptal edeceği Washington'a iletildi. Galiba 60 ve 70'lerin nesilleri Ermeni Yasa Tasarı ile büyüdü. Zira kendimizi bildik bileli Amerika başta olmak üzere Batılı ülkeler Ermeni Yasa Tasarısını ellerinde bir koz olarak tutup Türkiye'ye "İsteğimizi yerine getirin, yoksa Ermeni Yasa tasarısını kabul ederiz ha!" diye şantaj yapmaktadır. Burada kabahatin büyüğü bu şantajı yapan Batılı Devletlerde değil, Türkiyenin başına lider, yönetici diye geçenlerin yeterli dirayeti gösterememeleridir. İçerde müslüman halka şahin kesilen yöneticilerin başından beri batıya güvercin olmaları cabası. Ermeni Yasa Tasarısı demek; "Türkiye'nin 20 yüzyılın başında Ermenilere soykırım uyguladığını mecliste kabul edip Türkiye'yi mahkum etmek ve tazminat ödetmektir. Bunun ikinci ayağı ise inkar yasasıdır ki, bu kanunun kabul edileceği ülkelerde "Türkiye Ermenileri katletmemiştir" diyecek olmanız halinde suçlu bulunup hapis dahil çeşitli cezalara çarptırılmanız anlamına gelecektir. Batı, "Küfür tek millettir" hadisince 20 yüzyıl başında yaşanan olaylarda tamamıyla Ermeni tarafı siyaset yapmaktadır. Oysa işin hakikatinde, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve diğer itilaf Devletleri işgal ettikleri Osmanlı topraklarında Ermenileri silahlandırıp Ermeni Devleti vaadiyle müslümanlara saldırtması vardır. Arkalarına Hıristiyan devletleri alan Ermeniler de yüzyıllardır yaşadıkları, komşu oldukları müslümanlara saldırıp, köylerini, beldelerini, evlerini basarak kadın, çocuk demeden katletmişlerdir. Evet, Ermeni çetelere hem Osmanlı yönetimi hem de müslüman halk silahlanıp karşılık vermiştir. Ama bu bir soykırım değil, bir savaşın taraflarının birbirini öldürmesi şeklinde olmuştur. Şayet Osmanlı devlet politikası olarak ve müslüman halk da dini farklılık sebebiyle Ermenileri soykırıma uğratmış olsaydı neden 20 yüzyılı beklemiş olsundu ki? Bu soykırım asırlar önce yapılırdı. Asırlardır bir azınlık olarak içinde hem de Hıristiyan dini üzerine yaşayan Ermenilere karışılmadı da neden 20. yüzyılda olan oldu.

1994: Avrupa Parlamentosu, Türkiye'ye Kürtlere özerklik hakkı verilmesi için çağrı yapılmasına ilişkin bir karar aldı.

2000: Diyarbakır 1 Nolu DGM, kapatılan Refah Partisi'nin Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ı, 1994 yılında Bingöl'de yaptığı konuşmayla 'halkı ırk ve din farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği' gerekçesiyle 1 yıl hapis cezasına mahkum etti. Merhum Erbakan Hoca, mezkur konuşmasında ilk öğretim öğrencilerine her sabah okul önlerinde okutulan Öğrenci Andını eleştirmiş, "Sen ne mutlu Türküm dersen, bir başkası da çıkar Ne Mutlu Kürtüm diyecektir" demişti. Bu doğru sözün adı da 'halkı ırk ve din farklılığı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik' olmuş ve Erbakan Hoca cezalandırılmıştı.

2003: Fetullah Gülen'in anayasal sistemi değiştirerek yerine ''İslami esaslara dayalı devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu'' iddiasıyla yargılandığı davanın kesin hükme bağlanması, Şartla Salıverilmeye Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun uyarınca ertelendi.

2011: Ergenekon” soruşturması kapsamında evinde arama yapılan Mitçi Kaşif Kozinoğlu, İstanbul Adliyesine getirildi. Kozinoğlu ifadesinin ardından ‘Terör örgütü üyeliği ve gizli belgeleri temin etme' suçlarından tutuklanma istemiyle sevk edildiği mahkemece tutuklandı. Ergenekon operasyonlarında ismi Sır Adam olarak çıkan Kozinoğlu'nun çok ciddi bilgilere ve sırlara sahip olduğu biliniyordu. Kozinoğlu, 2011 Kasımında tutuklu bulunduğu Silivri cezaevinde aniden rahatsızlaşmış ve hastaneye kaldırılmıştı. Yapılan müdahalelere rağmen ölen Kozinoğlunun ardından yeni bir tartışma başlamıştı. Ergenekon operasyonlarına destek veren medya, Kozinoğlunun çok şey bildiği için Ergenekoncular tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü söylemişti. Mitte görev yaptığı 24 yıl boyunca hiç görüntülenmediği için Hayalet Mitçi denen Kozinoğlu'nun Mit Yasasına göre başkan olmak veya üst makamlara gelebilmek için 4 yıllık üniversite bitirmiş olması şart olduğundan Taşkent üniversitesinden sahte diploma aldığı da yine iddialar arasındaydı.

MERCEK

10 Mart 765: İmam Cafer-i Sadık vefat etti.
Sadık lakabıyla meşhur olan İmam Cafer bin Muhammed, beşinci imamın oğludur. Hicretin 83. yılında dünyaya geldi ve rivayetlere göre 148. yılda Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehit edildi. Cafer-i Sadık hazretleri, on iki imamın altıncısı, Silsile-i Aliyyenin dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bakır, dedesinin dedesi Hazret-i Ali`dir. Cafer-i Sadık'ın On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Musa Kâzım, İshak, Muhammed, İsmail, Abdullah, Abbas ve Ali'dir. Evlâtlarının hepsi zamanının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyanın rehberiydiler. Oğlu Musa Kâzım, on iki imamın yedincisidir.

İmam Cafer, Ümeyye oğullarının saltanatının yıkılıp Abbas oğullarının egemenliklerini ilan ettiği dönemde yaşadı. Bu dönemde iki saltanat arasında kanlı çatışmalar olduğundan İmam Cafer, baskılardan fırsat bulup geniş ilmi çalışmalar yapabildi. Bu şekilde İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Nitekim Kimyanın babası sayılan Cabir bin Hayyam da Cafer-i Sadık'ın talebesidir. Cabir'in Cafer'den ilim öğrenmek için belirli bir saati vardı. O saatte, İmamın yanına ondan başkası giremezdi. İmam-ı Cafer'in en meşhur talebesi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife, Cafer-i Sadık'ın sohbetlerine iki sene devam ederek, o gizli ve açık marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı Azam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; "O iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu" buyurdu.

Süfyan-ı Sevri de İmam Sadık'ın öğrencilerindendir. Kesbi ilminin yanı sıra Vehbi İlme de mazhar olan Cafer-i Sadık için İmam Malik şöyle demiştir: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'an okurdu. Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'ın Resulü'nü ağzına almazdı. Boş yere konuşmazdı. Kendisini her gördüğümde kalkar, altındaki minderi bana verirdi." İmam Malik de İmam Sadık'ın talebeliğini yapmış, ondan ilim öğrenmiştir.

İlmi ve ahlakıyla Peygamber evladı olmanın hakkını veren İmam Sadık döneminde de Ehl-i Beyt'e ve sevenlerine zulümler devam etti. Emevilerden sonra amca çocukları olan Abbasiler başa gelince değişen bir şey olmamakla beraber, Abbasilerin döneminde baskı ve öldürmeler arttı bile denilebilir.

Hem Emevi hem Abbasi dönemini gören İmam Cafer, İlk Abbasi Sultanı ve öldürdüğü insanlardan dolayı "Çok Kan Döken" anlamına gelen Seffah lakaplı Ebul Abbas'tan olmadık baskılar görmüştütü. Bu baskılar Seffah'dan sonra da devam etmişti. Nitekim İmam Cafer, Abbasilerin ikinci sultanı Mansur tarafından da bir kaç kez zindana atılmış ve kendisine işkence yapılmıştır. Mansur, kendi döneminde birçok Ehl-i Beyt aşığını öldürtmüş, kafalarını kestirmiştir. Obur olduğu için çok yemek yediği hatta aşırı yemekten öldüğü söylenen Mansur,  Ebu Hanife'yi de zindana attırıp işkence yaptırmıştır. Bu büyük İslam alimi de Mansur'un işkenceleri sonucu şehid edilmiştir. Aynı zamanda İmam Malik'i de kırbaçlatmıştır. Bu örnekler, Mansur'un Ehl-i Beyt âşıklarını toplu halde öldürtüp kafalarını kestiği rivayetlerini abartılı bulanlar için yeterli olsa gerek.

İmam Sadık, ilim ve kalem silahları ile her fırsatta zalim hükümdarlarla mücadele ederdi. Zalimlerle mücadele konusunda şöyle buyururdu: "Zalim bir sultanı metheden ve karşısında eğilen herkes, cehennem ateşinde o sultanla birlikte yanar."

Mansur çeşitli yollardan imam Sadık`ın halk arasındaki konumunu zedelemeye çalışır, ama her defasında başarısız olurdu. Mansur bazen de sinsi bir şekilde kendisini imam Sadık'a yakınlaştırmaya çalışırdı. Bu yüzden bir gün imama bir mektup gönderdi ve gelip kendisine nasihat etmesini istedi. İmam Sadık şöyle karşılık verdi: "Fani dünya peşinde olanlar bu dünyaları tehlikeye düşer korkusundan sana nasihat etmez, ahiretini düşünenler de zaten senin gibi birinin yanına gelmez."

İmam Sadık'ın halk ile yakınlığı her geçen gün daha da artıyor ve böylece insanları siyasi ve sosyal açıdan bilgilendiriyordu. Bu durum ise Abbasi hükümdarlarını rahatsız ediyordu. Bu yüzden Mansur, imam Sadık'ın parlayan varlığına katlanamaz oldu ve böylece bir komplo kurarak o hazreti zehirleterek şehit etti. Onun sinsice zehirletmesi, açıktan şehid ettirmesi durumunda isyanların önüne geçemeyeceği korkusundandı. Mansur, imamın emir verdiği üzere şehid edildiği haberini alınca Medine'deki valisine mektup yazıp "Başsağlığı dilemek amacıyla İmamın evine git, vasiyetnamesini oku, vasi olarak tanıttığı kimsenin mecliste başını vur" şeklinde emir verdi. Mansur bu şekilde İmam Sadık'ın vasisi kimse onu da öldürterek kendince kökünü kazımayı düşünüyordu. Fakat Medine valisi vasiyeti okuyunca Mansur'un planının tam tersine beş kişinin vasi tayin edildiğini gördü. Bunlar, Mansur'un kendisi, Medine valisi, büyük oğlu Abdullah Efteh, küçük oğlu Musa ve Hamide idiler. Böylece Mansur'un planı suya düşmüş oldu

1945: Japonya'nın başkenti Tokyo'ya Büyük Tokyo Bombardımanı yapıldı.

Tokyo bombardımanı, 10 Mart 1945'te, ABD'nin Tokyo'ya Napalm bombalarıyla yüklü 344 adet B-29 uçağıyla yaptığı bombardıman saldırısıdır.

II. Dünya Savaşı sırasında, ABD 14 Kasım 1944'ten itibaren toplam 106 kez Tokyo Bombardımanı düzenlemişti. Ama özellikle 10 Mart 1945 tarihli hava saldırısı Büyük Tokyo Bombardımanı olarak adlandırıldı. Bu saldırı sivillerin hasar gördükleri hava saldırısı olarak da bilinmektedir.

9 Mart 1945, saat 22 sularında Tokyo'da hava saldırısı sirenleri çalar ve halk paniğe kapılır. Ancak iki bombardıman uçağı da herhangi bir saldırı yapmadan gözden kaybolur. İki saat sonra 24 sularında Tokyo semalarından ilk bomba bırakılır. Tokyo'da askeri kuvvetler bombardımanın farkına ancak saat 00:15 'te farkına varır ve sirenler çalmaya başlar. 2,5 saat boyunca Tokyo, halı bombardımanı şeklinde Napalm bombalarıyla bombalanır. Bu bombardımanda önce şehrin çevresi yangın bombalarıyla bombalanır. Amaç halkı bir ateş çemberine almaktır. Böylelikle Tokyo şehrinin etrafı Napalm bombalarıyla dövülerek çıkarılan yangınlarla sivil halk dört taraftan bir ateş içinde bırakılmıştır.

ABD'nin Tokyo'ya ilk hava saldırısı, 18 Nisan 1942'de bir Amerikan Uçak gemisinden kalkan on altı B-25 tipi bombardıman uçağıyla düzenlendi.

Temmuz 1944'de ABD'nin Saipan (Saypan) adası başta olmak üzere Maliana adalarını işgal ettikten sonra bu adaları hava üssü olarak kullanarak B-29 bombardıman uçaklarıyla Japonya'nın ana kısmına hava saldırıları başlattı.

24 Kasım 1944'te Nakajima Uçak Fabrikasına ilk stratejik hava saldırısı düzenledi. Ondan sonra hava saldırıları devam etti ve 27 Ocak 1945'te Tokyo'nun merkez semtlerinden Yurakucho ve Ginza mahalleleri hedef oldu. Yurakucho istasyonu sivillerin cesetleriyle dolduruldu.

10 Mart 1945 tarihli Tokyo Büyük Bombardımanı

Amerika, Japonya'daki küçük ve orta ölçekli silah firmalarının, üretim merkezleri oldukları gerekçesi ile şehir merkezini ve sivilleri de hedef almıştı. Saldırı, ABD Hava Kuvvetleri'nin 73, 313 ve 314'üncü hava birliklerine bağlı B-29 bombardıman uçakları ile alçak irtifadan bombardıman şeklinde gerçekleştirilmişti.

9 Mart 1945'i 10 Mart'a bağlayan gece bombardıman başladı. Saldırıda 279'u bombardıman ile görevli 325 tane B-29 bombardıman uçağı görev aldı. 00:07'de ilk bomba Fukagawa mahallesine atıldıktan Tokyo mahalleleri ardı ardına bombalanmaya başlandı. Yangından çıkan duman 7000 metre yüksekliğe ulaştı ve saniyede 20 metrelik bir fırtına esmeye başladı.

Japonya'nın hava savunmasının zayıf olacağını öngören Amerika, B-29 bombardıman uçaklarını makineli tüfekleri çıkarılmış olarak ve normalin 2 katı fazla olarak 6 tonluk Napalm taşıyacak şekilde düzenlemişti.

Atılan bomba çeşitleri; E46 tipi Cluster Napalm başta olmak üzere 'yağlı Napalm', 'Beyaz fosforlu Napalm' ve 'Elektron Napalmı' olup toplam miktar 1.700 ton'a ulaştı.
O gece alçak basınçlı cephe geçtiği için kuzey-batı istikametinden kuvvetli rüzgâr esiyordu ve bu rüzgar da hasarları büyütmüştü.

Kuvvetli esen rüzgar antenlerini salladığı için Japon radarları B-29'leri yakalamakta ve ikaz vermekte gecikmişlerdi. İlk ikaz bombardımanın başladıktan sonra ancak 00:15'te yapılabilmişti.

Harekatta 'Alçak İrtifalı Giriş' denilen uçuş manevrası ilk defa denendi. Öncü 'Pass Finder' uçakları alçaktan 'Elektron Napalm'ları atarak işaretleme yaptılar. Daha sonra bombardıman birlikleri de alçaktan bölgeye girerek Elektron Napalm'larının oluşturduğu ışık noktalarını kuşatacak şekilde E-46 tipi Cluster napalm'larını attılar.

Tokyo'nun etrafında konuşlandırılan Japon gece avcı uçakları kalktılar ise de şiddetli yangın, ısınan havanın yukarıya yükselmesi ve duman, hücum hareketine zorluk çıkardı. Zamanla hava meydanları duman ve kül ile doldu ve uçakların kalkışları olanaksız hale geldi.

Bombardımanda 100 bin kişi hayatını kaybetti ve yaklaşık 278 bin ev yandı. Tokyo'nun üçte birine tekabül eden 40 km² yerleşim alanı kül oldu.

Tokyo Büyük Bombardımanı'na katılan 325 tane B-29 bombardıman uçağından 12'si düşürüldü ve 42'si hasar gördü.

Bombardımanda Marunouchi mahallesi civarındaki bloklar hedef olmamıştı. Zira Amerika, Tokyo'yu işgal ettikten sonra bu blokları askeri tesis olarak kullanmayı amaçlıyordu. Bombardımanda yine hedef olmayan yerlerden biri, Amerika Kilisesi'ne bağlı Aziz Luka Uluslararası Hastanesi'nin olduğu semtti. Yine, Yahudi asıllı bir vakfın kurduğu kütüphanenin olduğu Tokyo İmparatorluk Üniversitesi civarı da saldırılarda vurulmadı. Amerikan bombardıman uçakları vurulmayacağı söylenen yerleri büyük bir itinayla vurmaktan kaçınmış ve bunu da başarmıştı. burası önemlidir. Çünkü günümüzde Irak ve Afganistan'da da görüldüğü üzere bombardımanlarda öldürülen siviller için hep yanlışlık oldu, siviller de arada gitti denilerek mazeret üretilmektedir. Deme ki, istedikleri zaman ve işlerine geldiğinde itinayla bazı hedefleri vurmadan sapasağlam bırakabiliyorlar. burdan da anlaşılıyor ki, sivil ölümler kasıtlı ve bir politikanın sonucudur. Zira sivil kayıplar ile düşman her zaman psikolojik yıkım ve bitkinlik oluşturmak ister.

Bir gecede başlatılan bombardıman ile 100 bin insanı katleden Amerika, sivillerin yaşadığı bir şehri bombalamasının sebebini uydurmakta zorlanmadı. Zira bombardımandan sonra ABD, Japonya savaş sanayinin fabrikalardan, evlere ve küçük atölyelere kaydığını, bombardımanın bu yüzden doğrudan şehre yapıldığını açıklamıştır. Bu sava -siz yalan demeyi ağır bulmazsanız- bu yalana göre; Tokyo'daki tüm ev ve işyerlerinde Japon silah sanayisi kurulmuş ve silah üretilmekteydi. Bu yüzden de Amerika vurmuştu.

Bu bombardıman insanlık tarihinin şahit olduğu en büyük katliamlarından biridir. ABD, 10 Mart tarihli 'Tokyo Büyük Bombardımanı'ndan sonra yine Tokyo'ya hava saldırılarını sürdürmüş ve bu saldırılarda da binlerce insan öldürülmüştür.

Tokyo'ya bu saldırıdan aylar sonra 6 ağustos 1945'de Hiroşima ve 9 ağustos 1945'de de Nagasaki'ye atom bombası atılmış olduğunu ve yüz binlerce insanın öldürüldüğünü hatırlatalım.
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir