Tarihte bugün (07.03.2016)
7 MART
TARİHTE BUGÜN
1864: Adigey'de Şapsığlar için Ruslarca verilen köylerinden ayrılma süresi doldu ve terk ettirilen Şapsığ köylerinin Rus askerlerince ateşe verilip yakılmasına başlandı.
Şapsığlar, Kafkasya'nın yerli halklarından olup Kuzey Kafkasya'da Karadeniz kıyısındaki en büyük topluluklardan biridir. 1864 yılı öncesinde kuzeyde Kuban nehrinden güneyde Şahe nehrine kadar uzanan geniş bir alanda yaşarlardı. 1922'de Şapsığ halk temsilcilerinin kararıyla Rusya Sovyet Cumhuriyeti'ne bağlı Şapsığ Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin nüfusu 50 bin idi ve 1864'te Türkiye'ye sürülmüş olan Şapsığların geri getirilmesini programına koymuştu. Ancak 1924'de Şapsığ Cumhuriyeti Moskova'dan onay alamadı, onun yerine toprakları daraltılmış bir Şapsığ Ulusal Rayonu oluşturuldu, bu rayon da 1945'te kaldırıldı. Rayon etnik-bölgesel yönetim birimidir.
1876: Alexander Graham Bell, telefon olarak adlandırdığı buluşunun 174,464 patent numarasıyla patentini aldı.
1925: 1925 İstiklal Mahkemesi üyeleri yapılan seçimlerle belirlendi. Denizli Milletvekili Mazhar Müfit Kansu mahkeme başkanlığına, Karesi Milletvekili Süreyya Özgeevren savcılığa getirildi. Urfa Milletvekili Ali Saip Ursavaş ve Kırşehir Milletvekili Lütfi Müfit asil üyeliğe seçildi. 4 Mart'ta kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu yeni bir dönemin habercisiydi. Takrir-i Sükûn ile biri Ankara'da, öteki de Doğu ve Güneydoğu bölgesinde görev yapmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulmuş, Doğu ve Güneydoğu bölgesi için kurulan İstiklal Mahkemesi'ne verdiği idam cezalarını uygulama yetkisi de verilmişti. Böylelikle Doğu Ve Güneydoğu İstiklal Mahkemesi idam kararı veriyor, bu karar Yargıtay'a gitmeden direk yine İstiklal Mahkemesince infaz ediliyordu. Diğer bir tabirle salonda kararı veren İstiklal Mahkemesi üyeleri bahçeye çıkıp cellat elbisesini giyiyor ve içerde verdiği idamı bizzat uyguluyordu.
1927: İstiklal mahkemeleri kaldırıldı. İstiklal Mahkemeleri'nin görevi fiilen sona erdi. Tamamen ortadan kalkması ise ancak 1948'de gerçekleştiyse de rejim her bunalım yaşadığında İstiklal Mahkemesi, Devlet Güvenlik Mahkemesi gibi farklı adlarla cellâdını devreye sokmaya devam etti.
1944: Büyük Çeçen Sürgünü: Bu sürgünle 500 bin ila 700 bin arasında Çeçen ve İnguş, Anavatanlarından Orta Asya'ya sürüldü.
1954: Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan Petrol Yasası kabul edildi. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü kuruldu. 1954 yılının 7 Martında kabul edilen bu yasa Uluslar arası petrol şirketlerinin temsilcisi olarak nam salan Max Ball`a hazırlatılmıştı. Uluslar arası petrol şirketlerinin temsilcisi olan bir kişini hazırladığı yasanın Türkiyenin mi, petrol şirketlerinin mi maslahatını esas alacağı malum olsa gerek. Bu kanunla Türkiye Petrollerini arama ve işletme yetkisi emperyalist şirketlere verilmişti. Celal Bayar bu yasa çıkarılmadan önce Amerika gezisinde petrol devleriyle yediği yemekte “Petrol Kanununun onların istedikleri şekilde memlekete dönmeden önce Meclisten çıkarılacağını” vaad etmişti. Bu yasadan önceki mevzuat, Türkiye Petrolleri üzerindeki tüm yetkileri devlete verdiğinden dev petrol şirketleri Türkiye petrollerinden mahrum (!) kalıyordu.
1961: Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay yayımladığı mesajda şöyle dedi. "Namlularını daima temiz ve süngülerini daima parlak tutan ordumuzun her türlü engelleri yok etme azmi ile bugünkü hedefi, demokrasiyi ulusuna teslim etmektir." Bu anekdotun başına 1961 diye tarih düşmemiş olsaydık duyanlar, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın bu mesajını ülkesini işgal eden Yunanlılara, Fransız veya İngilizlere karşı yayımladığını sanırdı. Zira bazı çevreler oldum olası içte hayali bir düşman varsaymış ve bu düşmana karşı hep savaş halinde olmuştur. Olmayan ama ne hikmetse Laik Rejimin tepesinden eksik olmayan bu iç düşman hep İslam ve müslüman halk olmuştur. Bu iç düşmanı kurgulayanlar için galiba iki ihtimal var: Biri; Şizofreni olmaları, Diğeri; İç düşman icat edip onun üzerinden köşe başlarını tutmak.
1969: Golda Meir İsrail'in ilk kadın başbakanı oldu. İsrail devletinin kurucularından olan ve 1969'dan 1974'e kadar başbakanlık yapan Golda Meir, İsrail'in ilk dünyanın üçüncü kadın başbakanı oldu. Golda Meir'in şu sözü onun diğer Siyon liderler gibi nasıl da kana susamış olduğunu anlatmaya yetiyor galiba; "Araplar, bizim [Yahudi] çocuklarımızdan nefret ettiğinden çok kendi [Arap] çocuklarını sevdikleri zaman savaşmayı bırakacaklar." Yani Arapların çocuklarını öldüreceğiz ve onlar çocuklarını sevdiklerinden, çocuklarını öldürmemiz için savaşı bırakacaklardır.
1971: İnönü yaptığı konuşmada: "... Kanla biten sonuç, tamir olunmaz."
Sanırsınız bu sözü Dersim'de insanları bombalatan, Doğu ve Güneydoğu'da binlerin canına kasteden kişi dememiş..
1977: Pakistan'da seçimleri Zülfikar Ali Butto kazandı. Zülfikar Ali Butto, 1971-1973 yılları arasında Pakistan devlet başkanı ve 1973-1977 yılları arasında da başbakan olarak görev yapmıştır. 1977'de General Ziya ül Hak tarafından devrilmiştir ve 1979 yılında idam edilmiştir. 2007 yılında suikastle öldürülen Benazir Butto'nun babasıdır.
1983: Zonguldak Ereğli Kömür İşletmeleri'nin Kandilli üretim havzasındaki Armutçuk Ocağı'nda meydana gelen patlamada 102 kişi öldü, 86 kişi yaralandı. Savcılıkça oluşturulan bilirkişi heyeti, havalandırma sisteminin ters kurulmuş olduğunu saptadı ve işletmenin yüzde100 suçlu olduğu sonucuna vardı. Kaza Türk madencilik tarihinin en büyük faciası olarak tarihe geçti.
1989: Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi üniversitelerde dini inanç sebebiyle, boyun ve saçların başörtüsüyle kapatılmasını serbest bırakan yasayı bire karşı 10 oyla iptal etti.
1990: Hürriyet gazetesi Yönetim Kurulu üyesi, gazeteci yazar Çetin Emeç ve şoförü Ali Sinan Ercan, uğradıkları silahlı saldırıda öldürüldü. 6 yıl sonra 9 Mart 1996'da Emeç'i vurduğu iddia edilen İrfan Çağırıcı İstanbul'da yakalandı. Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi ve yazarı Çetin Emeç, İstanbul Suadiye'deki evinin önünde pusu kuran maskeli 2 kişinin silahlı saldırı sonucu öldürülmüş, bazı gazete bürolarına telefon eden kimliği belirsiz bir kişi saldırıyı "Türk İslam Komandoları" adına üstlendiklerini belirtmişti. "Çetin Emeç'i cezalandırdık İslam düşmanlarına ders olsun " denmiş ve Emeç suikasti İslami camiaya yığılmıştı.
1991: Son aylarda 9 kişinin gözaltında öldüğü açıklandı. Bu daha açıklanan idi. Buz dağının görünmeyen kısmı, Ergenekon operasyonlarıyla ortaya çıkacak her yerde fail-i meçhul cinayetlere kurban gitmiş insanların cesetleri bulunacaktı.
1997: İstanbul DGM, Avrasya feribotunu kaçıran 9 kişiye 8 yıl 10 ay 20'şer gün hapis cezası verdi. Avrasya Feribotu Çeçenistan Savaşına ve Rus zulmüne dikkat çekmek için kaçırılmıştı.
MERCEK
7 Mart 1944: Büyük Çeçen Sürgünü: Bu sürgünle 500 bin ila 700 bin arasında Çeçen ve İnguş, Anavatanlarından Orta Asya'ya sürüldü.
1941 yılının Haziran ayında Sovyetler Birliği`ne karşı saldırıya geçen Almanlar, hızla ilerleyerek Kafkasya`ya doğru yöneldiler. 1941–42`de, Kafkasya`daki petrol üretim bölgelerine sahip olmayı amaçlayan Almanlar, Sovyetler Birliği`nin Azerbaycan`dan sonraki en zengin petrol rezervlerine sahip Çeçenistan`ın Grozni petrol bölgesini ele geçirmek için harekete geçtiler. Alman birlikleri, 1942 sonbaharında Çeçen-İnguş Cumhuriyeti`nin bazı bölgelerini işgal etmelerine rağmen Grozni`ye girmeyi başaramadılar ve Stalingrad yenilgisinden sonra Kuzey Kafkasya`dan çekildiler. Ancak Sovyet yönetimi, Almanların Sovyet topraklarındaki ilerleyişinden başta Çeçen ve İnguşlar olmak üzere Kalmıklar, Balkarlar, Karaçaylar, Mesket Türkleri, Kırım Tatarları ve Volga Almanlarını sorumlu tuttu ve onları ihanet içindeki halklar olarak topraklarından sürme kararı aldı. 7 Mart 1944`te ülkede yaşayan tüm Çeçen ve İnguşların sürgün edilmesi kararı yayımlandı.
Her aileye 20 kg bagaj için izin verildi ve arkalarında kalan evleri, toprakları ve büyükbaş hayvanlarına Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti tarafından el konuldu. Stalin`in verdiği emir gereğince 500 bin ila 700 bin Çeçen-İnguş, yük trenlerine bindirilerek başta Sibirya ve Kazakistan olmak üzere Orta Asya`ya sürüldü. Yalnızca 2,000 kişi dağlara kaçabildi. Birkaç gün su ve yiyecek verilmeden hayvan vagonlarında yapılan yolculuk sırasında insanların yaklaşık %20`si hava koşulları ve açlık nedeniyle vagonlarda hayatını kaybetti. Sürgün edilen 500 bin ila 700 bin kişinin %20`sinin 100 bin ila 140 bin olduğunu hesaplarsak bu kadar insanın bu şekilde öldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sürgünün ilk yıllarında iklim koşulları, ağır çalışma ve salgınlar sonucunda pek çok kişi daha hayatını kaybetti ve Çeçen ve İnguş halklarının nüfus kayıpları arttı. Her 10 eve bir gözlemci verilmek suretiyle polis devleti mantığı ile kontrol edilmek istenen Çeçen ve İnguşların her ay kendilerini kaydettirmeleri de zorunluydu. Sürgünde dahi rahat bırakılmayan bu insanların birçok şey için polisten izin alması gerekiyordu. Bulundukları mekândan yalnızca üç kilometre uzaklaşmaları dahi yasaktı.
Stalin`e bağlı İçişleri Bakanlığı Halk Komiserliği tarafından gerçekleştirilen sürgün büyük bir gizlilik içinde yapılmıştı. Olaydan ancak iki yıl sonra, 26 Haziran 1946`da zorunlu göç bir gazetede küçük bir haber olarak yer aldı. Bununla birlikte, sürgün yerleri ve durumları ancak 11 yıl sonra, yani 1955`te anlaşılabildi. Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti Üst Konsey Prezidyumu, Prezidyum Başkanı VIasov ve Sekreterinin imzaladıkları bir bildiriyle Kırım Tatarları ve Çeçenlerin SSCB`nin değişik yerlerine sürüldüğünü onayladı. 26 Kasım 1948`de yayınlanan bir bildiri ile de, sürgünlerin yurtlarına geri dönme haklarından mahrum olarak, süresiz sürgünde kalacakları bildirildi. Bu sürgün, Çeçen-İnguş halkının maruz kaldığı en büyük felaketlerden biri olarak tarihe geçti. Stalin`den sonra Sovyetler Birliği`nin başkanlığına gelen Kruşcev 25 Şubat 1956 tarihinde Parti`nin 20. Kongresi`nde yaptığı konuşmada “Aklı başında bir insanın; kadın, çocuk, yaşlı, komünist ve komsomol ayrımı yapmadan tüm milleti, bireylerin veya bir grup insanın yaptığı hareketlerden sorumlu tutmak suretiyle toplu halde sürgün ederek cezalandırmasını anlaması zordur.” ifadesini kullandı. Kararın gerekçesi olarak “Nazi iş birlikçiliği” öne sürülmüştü; ancak Stalin`in amacı geçmişteki isyanlarından dolayı Kuzey Kafkasya halklarını cezalandırmak ve onların Türkiye topraklarına planlı göçünü engellemekti.
Bu sürgün sırasında çok sayıda katliam gerçekleştirildi. Bunlardan biri de Haybah köyünde gerçekleştirilen ve çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 700 kişinin ölümüne neden olan katliamdı. Rus polisleri Haybah köyü halkını kadın, erkek, ihtiyar, çocuk ayrımı yapmaksızın ahırlara doldurarak diri diri yaktılar. Adalet Bakanı eski yardımcısı iken, buraya gönderilerek askeri birliğe katılmaya zorlanan Malsagov, 27 Şubat 1944 günü Haybah`da gerçekleştirilen katliamı şöyle anlatmaktadır: “Cumhuriyet`in diğer bölgelerindeki Çeçenlerle İnguşlar vatanlarından sökülüp Kazakistan`a yollanmaktaydı. Fakat buradakileri nakletmek mümkün değildi. Çevre avullardan toplanan halk yola çıkarıldı. Hastalar, yaşlılar ve zayıflar, ertesi günü helikopterlerle taşınacakları söylenerek arkada bırakıldılar. Kadın, çocuk ve gençlerin bir kısmı da onlarla kaldı. Kalanlar 650-700 kişi kadardı. Sabah saat dokuzda çevre avullardan ve Haybah`tan toplanan bu insanlar bir ahıra sürüldü. Bu ahıra daha önce, dışarıdan ateşlenince içeriyi tutuşturacak şekilde kuru ot ve saman yığılmıştı. Bu insanlar ahıra sürülüp üstlerine kilit vuruldu. Ardından ahır ateşe verildi. Ateş tutuştuğu zaman ben fazla uzakta değildim. İnsanlar ahırın kapısını zorlayıp kırdı ve dışarıya çıktı. O an emir verildi: “Ateş!” Meğer otomatikler daha önce mevzilenmişti. Otomatların biçtiği ceset yığınları kapı çıkışını tamamen kapattı. Bir iki kişi firara kalkıştı. Onları da öldürdüler. 650-700 insan ahırın içinde cayır cayır yakılarak öldürüldü.”
Sürgün sırasında çok sayıda Çeçen`in ölümüne neden olan bir başka hadise de Sotni köyünde yaşandı. Çeçen ve İnguşları sürmekle görevlendirilen Kızıl Ordu askerleri ve polisler, Sotni köyü erkeklerini topladıktan sonra, yine çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan çok sayıda Çeçen`i, buzun onları taşımayacağını bildikleri halde buz tutmuş Galanşoh gölünü geçmeye zorladılar ve binlerce Çeçen, Galanşoh gölünde can verdi.
Kuzey Kafkasya halklarının İkinci Dünya Savaşı sırasında maruz kaldığı katliamlar Rusya toprakları ile sınırlı kalmamış, Avrupa`ya kadar uzanmıştı. 1944 yılının sonlarına doğru Rus saldırılarından kurtulmak için Avrupa ülkelerine kaçan çoğunluğu kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan çok sayıda Kuzey Kafkasyalı, önce İtalya`nın kuzeyindeki Paluzza bölgesinde bulunan İtalyan dağ köylerine yerleştirildiler. Savaşın bitmesinden birkaç gün önce de Avusturya`ya, Ober Drauburg bölgesine sürülerek, burada Drau nehri vadisine yerleştirildiler. 11 Şubat 1945`te Yalta Konferansı`nda Rusya, Amerika ve İngiltere tarafından alınan bir karar ile İngiliz işgal bölgesine dahil edilen bu vadideki insanların Rusya`ya iade edilmesine karar verildi. Mülteciler en azından Türkiye`ye gitmeleri için izin verilmesini istediler; ancak bu talepleri reddedildi. Londra`dan gelen 28 Mayıs 1945 tarihli karar, “Mülteciler, Sovyet otoritelerine teslim edilecektir.” şeklindeydi. Kararın uygulanması için, İngiliz tankları, bu insanları Dellah bölgesine sürdüler. Burada “yurtlarına dönmeleri gerektiği ve bunun için kendilerine yardımcı olunacağı” resmen tebliğ edildi.
28 Mayıs - 1 Haziran tarihleri arasında yaklaşık 8,000 Kuzey Kafkasyalı silahlardan arındırılarak Ruslara teslim edildi. Teslim edilenler sınırın sadece 200 metre ilerisinde kurşuna dizilerek öldürüldüler. Çok az sayıda Kafkasyalı, Rus askerlerinin elinden kurtularak diğer ülkelere geçebildi. Geriye kadın ve çocukların cesetleri ve Kuzey Kafkasyalıların bir vadiyi dolduran eşyaları kaldı.
Teslim olmanın ölüm ya da Stalin`in acımasız kamplarında mahkumiyet anlamına geldiğini bilen bazıları Ruslara teslim olmaktansa kucağındaki çocuğuyla nehre atlamayı tercih etti. Bu korkunç dramın şahitlerinden çiftçi Martin Nagale gördüklerini şöyle anlatıyordu: “…Çok korkunçtu. Kadınlar teslim edilmemeleri için yalvarırken, her yeri gözyaşları ile yıkıyorlardı. Bu yalvarmaların faydasız olduğunu gören birçoğu da çocukları ile kendilerini Drau nehrine attılar.” Bir başka şahit Maria Tiffling, faciada gördüklerini şöyle ifade ediyordu: “Bir ailenin bütün fertleri ile Drau sularında kayboluşunu unutamam. Anne bir yavrusunu sırtına bindirmişti. Diğer ikincisinin de ellerini tutuyordu. Üçüncü ve en küçük çocuk da babasının kollarında idi. Hepsi de kendilerini asi Drau`nun sularına korkunç çığlıklarla attılar.” Dünya tarihinin az bilinen bu katliamından sonra Avusturya`nın güneyinde Spittal Drau kasabasında 24 Ekim 1960 yılında Batı Avrupa Müslümanları Birliği tarafından küçük ama anlamlı bir anıt dikildi.
Çeçenler sürgün edildikleri yerlerde de boyun eğmemişlerdir. Kazakistan`da sürgünde bulunan Çeçenlerin tavırları Aleksandr Soljenitsin`in “Gulag Takımadaları” kitabında şöyle tasvir edilmiştir: “Psikolojik olarak asla boyun eğmemiş bir halk vardır, bir tanesi, iki tanesi değil bütün bir halk. Bunlar Çeçenlerdir. Onlar istedikleri şeyleri güç kullanarak elde edebilirler. Sadece asilere karşı saygı duyarlar. Herkes onlardan korkar. Onları istedikleri gibi yaşamaktan kimse alıkoyamaz. 30 yıl boyunca hüküm süren rejim onları kendi kanununa baş eğdirmeye muvaffak olamadı.”
Stalin`in ölümünden üç yıl sonra, Kruşcev, 25 Şubat 1956 tarihinde Komünist Parti`nin 20. Kongresi`nde yaptığı konuşma ile Stalin karşıtı kampanya başlattı. Kongrede Çeçenler, İnguşlar, Balkarlar, Karaçaylar ve Kalmıkların itibarları iade edildi. Sürgünde yaşayan Kuzey Kafkasyalıların topraklarına dönmelerine izin verildi. Nihayet 9 Ocak 1957`de Sovyetler Birliği Yüksek Şurası, aldığı bir karar ile 1944 yılında topyekun tehcir ve katledilen Çeçen-İnguşların yurtlarına dönmelerine izin verdi.
Bir Rus gazetesinin 12 Ocak 1958 tarihli nüshasında, aynı yıl 1 Ocak`ta sürgünden dönen Çeçen ve İnguşların sayısının 200 bin civarında olduğu yer aldı. Bu da 1944 yılında sürülmüş olan 700 bin nüfuslu Çeçen-İnguşların takriben %30`una karşılık gelmekteydi. 500 bin ila 700 bin arasında bir sayı ile sürgüne gönderilenler 200 bin kişi olarak geliyordu. Bu da sürgün sırasında ve sürgün yıllarında ölenlerin korkun meblağını gözler önüne seriyordu. 1944 sürgünleri arasında, sürgünden birkaç hafta önce doğan Cevher Dudayev ve ailesi de vardı. Dudayev ve ailesi, köylerinden alınarak Kazakistan`a sürüldüler ve kolhozlarda çalışmaya zorlandılar. Dudayev ve ailesi ancak 1957 yılında Grozni`ye dönebildi. Aynı şekilde Çeçenlerin önemli liderlerinden Aslan Mashadov da sürgünde doğup çocuk yaşta anavatana dönenlerdendir.
Çeçenler, sürgünden döndükten sonra acıları bitmedi. Bilakis katmerli yeni acılar onları bekliyordu. Zira geri dönmeyi başarabilen Çeçenler çok ciddi problemlerle karşı karşıya kaldılar ve sürgünün açtığı yaraları iyileştirmek için zorlu bir mücadele verdiler. 1944`ten 1956`ya kadar devam ettirilen Ruslaştırma politikaları sonucu, kentlerin, kasabaların, köylerin ve bölgelerin adları değiştirilmiş ve Çeçen-İnguş topraklarına on binlerce Rus yerleştirilmişti. Toprakları Ruslar ve diğer etnik gruplar tarafından işgal edilen Çeçenler ve İnguşlar eski köylerine değil, kendileri için kurulan özel kolektif çiftliklere yerleştirildiler. 540 bin nüfuslu başkent Grozni`ye 500 bin kişinin sürgünden dönmesi beklenmekteydi. Böylelikle konut sıkıntısı Rus asıllılarla Çeçen ve İnguşlar arasında gerginlik oluşturdu ve 1958`de silahlı çatışmalar başladı, çok sayıda insan hayatını kaybetti.
Topraklarına dönen Kuzey Kafkasyalı halklar bir kez daha sistematik baskıyla karşı karşıya kaldılar. Grozni`deki Rus yerleşimciler Çeçen ve İnguşlara yönelik saldırılar düzenlediler. Çeçenler ve İnguşlar, sabotaj, terörizm ve silahlı ayaklanma gibi pek çok suçla itham edildi ve yargılandı. 1958, 1963 ve 1964`te Mohaçkale, Grozni ve Nazran`da geniş çaplı yargılamalar gerçekleşti. Bu yargılamalarda sürgündeyken evleri, toprakları Rus yerleşimcilerce işgal edilen Çeçenlerin sesleri kısıldı. Asimile ve Ruslaştırma çalışmaları bugün hala devam etmekte ve Çeçenler ve Kafkas Halkları hala direnmektedir.