Tarihte bugün (22.01.2016)
22 OCAK
GÜNÜN AYETİ
“Onlar yalnızca dünya hayatının dış görünüşünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler.”
(Rûm suresi 7. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
“Açlık, hikmetin nuru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadır. Fakirleri sevmek ve onlara yaklaşmak da Allah'a yakınlaşmadır. Sakın tıka basa yemeyiniz ki kalbinizdeki hikmetin nuru sönmesin! Çünkü az yiyerek az yatıp uyuyan kimsenin etrafında huriler sabahlar.”
(Deylemi)
GÜNÜN SÖZÜ
“Doyasıya yiyen kimseye altı afet musallat olur:
1.Münâcaat zevkini kaybeder.
2.Hikmeti koruması zorlaşır.
3.Halka karşı şefkati azalır. Çünkü karnı tok olduğu zaman bütün halkın da kendisi gibi tok olduğunu zanneder.
4.İbadet kendisine ağır gelir.
5.Şehvetleri artar.
6.Diğer mü'minler mescidlerin etrafında dönerlerken, o tok olduğundan mezbeleliklerin etrafında dönüp durur”
(Süleyman Ed-Darani)
TARİHTE BUGÜN
1517: Osmanlı ordusu Ridaniye Savaşında Memluk ordularını yendi. Bu savaşın ardından Osmanlılar hilafetin kendilerine geçtiğini iddia ettiler.
1666: Tac Mahal'i yaptıran Moğol imparatoru Şah-ı Cihan lakaplı Hürrem Şah, Hindistan'da 74 yaşında öldü.
1905: Birinci Rus devrimi başladı. Çar birliklerinin Kışlık Saray'a dilekçe vermek için yürüyüşe geçen işçilere ateş açmaları ve Kanlı Pazar olarak anılan günde, 500 işçiyi öldürmeleri üzerine ayaklanmalar baş gösterdi.
1932: İstanbul Yerebatan Camii'nde ilk defa Hafız Yaşar Okur tarafından Türkçe Kur'an okundu.
1957: İsrail ordusu Sina Yarımadası'ndan çekilmekle birlikte Gazze Şeridi'ndeki işgalini bir süreliğine devam ettirdi.
Gazze, insanlık tarihinin ilk yerleşim yerlerindendir. Ve tarih boyunca hem askeri hem ekonomik anlamda hep önemli bir konuma sahip olmuştur. Çokça işgaller görmüş, el değiştirmiş durmuştur.
1917 yılında da İngilizler ile Osmanlılar arasında 1. ve 2. Gazze savaşları yapılmıştır. Bu tarihten sonra Filistin sorununun devreye girmesiyle Gazze`nin stratejik önemi bir kez daha gün yüzüne çıkmıştır.
1948`de İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte, Filistin`in paylaştırılmasına dair 181 sayılı BM Genel Kurulu kararında Gazze, Filistinlilere verilen bölgeler arasında sayılmıştır.
Ancak “Filistin” olarak gösterilen bölge Ürdün ile Mısır`ın hâkimiyetine verilmiş ve Gazze Mısır`ın kontrolüne verilen bölgeler arasında yer almıştır.
1956 yılında Süveyş savaşında İngiltere ve Fransa`yla işbirliği yapan İsrail Gazze`yi işgal etmiş, Sina Yarımadasından çekildiğinde Gazze`yi bırakmak istememiş lakin sonradan işgale son vermek zorunda kalmıştır. 1967 Haziran Savaşı`nda Gazze tekrar İsrail tarafından işgal edilmiştir.
35 yıl süren İsrail işgali Gazze`nin 2005 yılında boşaltılması ile sona ermiş, ama Gazze Şeridi günümüze kadar karadan, havadan ve denizden İsrail tarafından kuşatma altında tutulmaya devam etmiştir.
1972: Brüksel Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre; Birleşik Krallık, İrlanda, Danimarka ve Norveç 1 Ocak 1973'ten itibaren Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üye olacak.
1985: Türkiye`de bulunan Bulgaristanlı göçmenler, Birleşmiş Milletler ve Cumhurbaşkanına 1000 imzalı birer telgraf çekerek, Bulgarlaşmayı kabul etmeyen 12.500 Bulgar vatandaşı Türk'ün, çeşitli baskılara maruz kaldıklarını ve isimlerinin zorla değiştirildiğini belirterek, durumu protesto etmelerini istediler.
İnsanların kendi dillerinde çocuklarına, köylerine, mahallelerine isimler koymasını yasaklamak, dillerini yasaklamak gibi asimile fiiller kimden sudur ederse etsin, kimin üzerinde yapılıyor olunursa olunsun insani değildir, ahlaki değildir. Bulgarların Türkleri asimile etmek için isimlerini Bulgarlaştırmaları, Türkçeyi yasaklamaları elbette barbarlıktır. Ama bunun empatisini yapmayan zamanın Türkiye yöneticileri başka dillere ve milletlere de aynısını yaptılar. Bunun çözümlemesini tarih elbet yapacak ve yeni nesiller bu ikiyüzlülüğü tabi ki yargılayacaktır.
1987: Yüksek Sağlık Şurası, tüp bebek uygulamasının Türkiye'de de başlatılmasını kararlaştırdı.
1998: Kumarhaneler kapatıldı.
2003: Anayasa Mahkemesi, AK Parti Genel Başkanı Erdoğan'ın genel başkanlık yetkilerinin tedbiren önlenmesi istemi konusunda ''karar verilmesine yer olmadığına'' hükmetti. Yüksek Mahkeme, Erdoğan'ın ''kurucu üyelikten ayrılmış olmakla genel başkanlığının da sona erdiğini'' kararına gerekçe gösterdi. Başkanvekili Haşim Kılıç, Erdoğan'ın bundan sonra başkanlık yetkilerini kullanamayacağını belirtti. Aynı gün AK Parti Merkez Karar Yönetim Kurulu, Recep Tayyip Erdoğan'ın genel başkanlık görevini sona erdirdi.
2007: 19 Ocakta öldürülen Hrant Dink'in cenazesi, İstanbul'da toprağa verildi. Cenaze töreninde açılan ''Hepimiz Hrant'ız'' ve ''Hepimiz Ermeniyiz'' yazılı pankartlar tartışmalara neden oldu. Aradan 5 yıl geçtikten sonra 17 Ocak 2012`de İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin davanın tutuklu sanıklarından Yasin Hayal'i ''Hrant Dink'i tasarlayarak öldürmek'' suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Dink cinayeti Ergenekon Mahkemesinde gündeme gelmiş, derin devleti yönetenlerin Türkiye`yi karıştırmak için onu öldürdükleri iddia edilmişti
2008: Ümraniye'de ele geçirilen el bombalarıyla ilgili soruşturmada emekli Tuğgeneral Veli Küçük, avukat Kemal Kerinçsiz, gazeteci Güler Kömürcü, Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın ve Halkla İlişkiler Sözcüsü Sevgi Erenerol, Susurluk davası hükümlüsü Sami Hoştan'ın da aralarında bulunduğu 33 kişi gözaltına alındı.
2012 : Mısır'da 30 Yıllık Mübarek Rejiminin Devrilmesinin Ardından Yapılan İlk Özgür Seçimlerin Resmi Sonuçları Açıklandı.
Seçimlerin Galibi Müslüman Kardeşlerin Hürriyet Ve Adalet Partisi Oldu.
Müslüman Kardeşler Tarafından Kurulan Hürriyet Ve Adalet Partisi Oyların Yüzde 47'sini Aldı.
Hürriyet Ve Adalet Partisi Seçimden 235 Milletvekili Çıkardı.
MERCEK
22 OCAK 1998: Kumarhaneler kapatıldı.
1998 yılında kapatılmadan önce Türkiye`de toplam 78 adet Kumarhane bulunuyordu. Bu Kumarhanelerde 848 oyun masası ve 8 bin 979 kumar makinesi vardı. Kumarhaneler kapatıldığı yıl öncesi devlete 5 milyon liralık vergi vermişti.
2010 yılında TÜROFED çatısı altında faaliyet gösteren Güney Ege Turistik Otelciler Birliği 1998 yılında kapatılan kumarhanelerin yeniden açılması için çalışma başlattıysa da çok şükür sonuçsuz kaldı.
Kumarhane-Mafya-Devlet
1996`larda ABD'de dünyadaki kumarhanelerle ilgili bir kılavuz yayınlandı. Kılavuzda Türkiye, dünyadaki 40 tane beş yıldızlı kumarhaneye sahip birkaç ülkeden biri olarak gösteriliyor. O dönemde Avrupa`nın en lüks kumarhanelerine sahip olduğu belirtilen Türkiye'de 40 tane beş yıldızlı Kumarhane olmak üzere toplam 76 tane kumarhane bulunmaktaydı. Bu kılavuzun yayımlandığı dönemde bazı analistler; “Avrupa`nın en büyük kumarhane merkezi olan Monte Carlo'da (OKUNUŞU: Monte Karlo) dahi iki tane beş yıldızlı Kumarhane bulunurken, Türkiye'de 40 tane beş yıldızlı Kumarhane bulunması ülkedeki çürümüşlüğün boyutunu ortaya koyuyor” demişlerdi.
Susurluk kazası ile gündeme gelen konulardan birisi de kumarhanelerdi. Bu kaza ile birlikte bir kez daha ortaya çıkan bir durum vardı ki; Bu da kontrgerilla ve mafya çetelerinin finansmanının kumar, uyuşturucu, fuhuş gibi karanlık işler ve kara paralarla yapılmasıdır. 1990`larda özellikle ayyuka çıkan Kontrgerilla ve mafya çeteleri arasında yaşanan it dalaşının bir nedeni, Kumarhane, uyuşturucu, fuhuş ticaretiyle gelen paranın paylaşılmasıydı. Başbakanlık ve çeşitli bakanlıklar yapmış olan ve kumara düşkünlüğü ile bilinen Mesut YILMAZ da bu gerçeğin üzerine yaptığı bir açıklamada; “Bu tür gayri resmi örgütlenmelere karşı çıkmıyorum. Bu her devlette olabilir. Benim karşı çıktığım bu örgütlenmelerle kişilerin bireysel çıkar elde etmeleridir” diyordu ve kişilerden kastının Mehmet Ağar, Tansu Çiller gibi isimler olduğu konuşuluyordu.
Kumarhanelerin gelişimi ve de özellikle kontrgerilla örgütlenmesi ile yakın ilişki içinde bulunması 1982'lere dayanıyor. 12 Eylül cuntasıyla mafya çeteleri bu alanda ciddi anlamda bir hakimiyet kurdu. 12 Eylül cuntasından sonra ANAP iktidarı da çıkardığı yasalarla kumarhanelerin önünü hızla açtı. 1982'de kumar makinelerinin Türkiye'ye gelmesinin ardından 1983 yılında TC vatandaşlarının da kumarhanelere girmelerine izin verilmesiyle Kumarhane sayısında büyük bir artış yaşandı. Şimdi sizin adınıza bir soru soralım: 12 Eylül`de sokağa çıkmak bile çoğu kez yasaklanırken kumar makinelerinin yurt dışından getirilmesi, ardından TC vatandaşlarının kumarhanelere girişlerine izin verilmesi toplumun fikirsel ve siyasal yaklaşımlardan kumar gibi toplumsal uyku seanslarıyla uzak tutulmak istenmesinden kaynaklanıyor olmasın mı? Yani devlet özel sektöre bırakmadan kumarın Türkiye`ye resmi olarak girdiği12 Eylül döneminde bizzat üstlenmesi “Siyaset düşünmeyin, politik duruşlardan uzak kalın” deyip oyalanma ve uğraş olarak toplumun önüne dünya oyuncağı olarak kumar makineleri koymuş mudur, koymamış mıdır?
İşte bu şekilde Türkiye`ye musallat edilen kumardaki bol ve hesabı kolay bir kazan mafyanın, çetelerin iştahını kabarttı. Bu iştaha ise derin devlet çökmede gecikmedi. Mafya ve çeteler, belki salt kazancından dolayı kumar sektörüne girmiş olabilirler. Ama derin devlet bu işe kazancından çok iki sebeple alaka duydu, kumar sektörünü bizzat organize etti.
Birincisi: Biliyoruz ki; Devlet, eğitim, sağlık, kültür, güvenlik gibi tüm işleri “Devlet benim! Bunları ben organize ederim” diyor ve bakanlıklar kurup bu işlerin kanunlarını, tüzüklerini, yürürlüğünü, atamalarını, yöneticilerini, işleyişini, gelir ve giderlerini… ilgili organları aracılığıyla idare ediyor. Aynen bunun gibi yasal olmayan, gayri meşru işler de Derin Devlet aracılığıyla yönetilir. Örneğin, uyuşturucu olması gerektiğine inanılıyorsa Derin Devlet bunu özel sektöre bırakmaz. Gölgede kalaraktan el altından, perde arkasından organize eder. Belki soğuk bir şaka olacak ama ama Devletin eğitimi Eğitim Bakanlığı aracılığıyla organize etmesi gibi Derin Devlet de Uyuşturucu Bakanlığıyla” uyuşturucu piyasasını organize eder. Bunun Gibi; Kültür Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İmar Bakanlığı… gibi bakanlıkların adı gölgede Silah Kaçakçılığı Bakanlığı, Fuhuş Bakanlığı, Kumar Bakanlığı… gibi isimler taşır. Tabi biz meram anlaşılsın kıyas yapıyoruz. Yoksa gölgede bnlar hepsi şebekedir ama şebekelerin ipi muhakkak derinlerdedir. Zira yasak iş olacaksa dahi bunu evletin izin veridği yere kadar ve izin veridği kadar yapmak şarttır!!! İşte Kumar sektörüne bizzat devlet eliyle el atılmasının birinci sebebi budur. Lakin 1990`ların sonuna kavuşmadan bu işin kokusunun dayanılmayacak kadar ülkeyi sardığı görülünce vazgeçilip kumarhaneler kapatıldı.
Devletin kumar sektörüne 12 Eylül dönemlerinde el atmasının İkinci sebebi ise şuydu: Derin Devletin el altından yapacağı kirli işlere Devlet resmi kaynak oluşturamazdı. Tabi ya, terörist deyip fail-i meçhul cinayetlere nasıl meclisten bütçeyi geçirirken para ayırabilirdi ki? Her yıl mecliste yapılan bütçe görüşmelerinde; “Eğitime şu kadar, polise şu kadar, orduya şu kadar, sağlığa şu kadar para ayırdım” diyebiliyordu da itirafçılardan kurulan gölge orduya, onların barınma, maaş, operasyon giderlerine, yasadışı takip ve dinlemelerdeki harcamalara, özellikle gençliği bozmak için fuhuş, uyuşturucu gibi felaketleri topluma yaymak için ihtiyaç duyulan finansmana nasıl kaynak gösterebilirdi ki? Meclis Bütçe Görüşmelerinde hükümet temsilcilerinin kalkıp “Şu kadar terörist var. Bunları yakalayıp hapse tıkamıyoruz. Ya da hapis caydırıcı olamıyor. Onları öldürmek, asit kuyularına atmak için şu kadar, Mütedeyyin illerde fuhşu ve uyuşturucuyu yaygınlaştırmak için şu kadar… ödenek ayırdık” mı diyecekti? Bunun için ihtiyaç duyulan para yine kirli işlerden kazanılmalıydı. Bu da derin devlet adıyla yapılmalıydı. Ki bu pis işler deşifre olduğu zaman derin deyip isim tamlamasında devlet aklanabilsindi..
Devlet her ne kadar bol kazançlı olsa da kantarın topuzunu kaçırınca kim bilir belki de 12 Eylül`de ihtiyaç duyulan toplumu uyuşturma ameliyesi olarak artık kumara gerek kalmadığından, kumarın miadını doldurup yerine daha yüksek dozajlı sosyal uyku hapları bulunduğundan kumarı yasakladı.
Biz kumar hakkında bazı tekni bilgilere dönecek olursak;
. ANAP döneminde başlayan kumar artışı, DYP-SHP döneminde de katlanarak devam etti. ANAP'lı Turizm Bakanı Mükerrem TAŞÇIOĞLU döneminde 18 adet Kumarhaneye işletme ruhsatı verilirken DYP-SHP iktidarında SHP'li bakanlar Abdulkadir ATEŞ ve İrfan GÜRPINAR döneminde ise toplam 37 tane Kumarhaneye işletme izni verilmiştir
1996 yılında ülke genelinde 74 Kumarhane ve 40 bin kahvehane de 800 trilyon lira bir paranın döndüğü kumar sektörü, birçok gayri meşru kesimin dikkatini çekti. Özellikle kara paraların aklanması için Kumarhanelerin yoğun olması sebebiyle mafya-itirafçı-polis- MİT ve Jitemcilerden oluşan Kontr çeteleri kumarhanelerde de yuvalanmışlardı. Kumar sektöründe dönen o zamanki meblağla 800 trilyonluk ranttan pay kapma hesaplaşması derin devleti de içine alarak büyüyordu. İzmir/Torbalı'da beş yıldızlı bir otelin Kumarhanesini işleten H.B. ardından Emperyal Kumarhanelerin sahibi Ömer Lütfi TOPAL ve MİT Muhbiri T.Ü. gibilerinin öldürülmesi rant kavgalarının birkaç örneği ve bu korkunç paradan dolayı derin devletin birbirine düştüğünün fotoğrafıdır.
Kumarhaneler Kralı Devlet:
Her ne kadar Kumarhaneler kapatıldı diyorsak da Türkiye'de en büyük kumarhane sahiplerinden biri de devlet'tir. Milli piyango, Kazı kazan, Toto-loto, Ganyan gibi onlarca şans oyunları adı altında açıktan kumar oynatılmaktadır. Burada hedeflenen ise aslında kumarhanelere gidemeyecek olan dar gelirlilere hitap ederek bu alandaki sömürülerini en geniş halk kesimlerinde yaymaktır. Devletin Şans Oyunları adı altında oynattığı bu kumar çeşitlerine belki başka bir vesile ile değiniriz. Ama biz bizi izleyen ve her birini kardeş olarak gördüğümüz izleyicilerimize yine bir ekran olarak değil de manevi bir kardeş olarak şunu hatırlatıyoruz; Aman ha! Kendinizi, ailenizi, sevdiklerinizi ve sevenlerinizi başta kumar, uyuşturucu, fuhuş olmak üzere Rabbimizin alıkoyduğu her şeyden uzak tutunuz!”
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz” (Maide suresi 90. ayetin meali)
“Şeytan, içki ve kumarla sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” (Maide suresi 91. ayetin meali)
“Hepinizin dönüşü O'nadır. Allah'ın vaadi haktır. O, önce yaratır, sonra inanıp yararlı işler yapanların ve inkar edenlerin amellerinin karşılığını adaletle vermek için tekrar diriltir. İnkarcılara inkarlarından ötürü kızgın bir içecek ve can yakıcı azap vardır” (Yunus suresi 4. ayetin meali)
“İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, ahirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Allah bilir; siz bilmezsiniz” (Nur suresi 19. ayetin meali)
22 OCAK 1580: İstanbul Rasathanesi III. Murat tarafından yıktırıldı.
Türkiye'nin ilk rasathanesi Osmanlı hükümdarı III. Murat zamanında Tophane sırtlarında inşa edilmişti. Rasathanenin kuruluşuna öncülük eden kişi ise Takiyüddin Mısri diye tanınan Türk astronomi bilginidir. Takiyüddin Mısır'da eğitimini tamamlamış kendisini matematik ve astronomi konusunda yetiştirmiş ve bir süre kadılık ve müderrislik yapmıştı. Daha sonra İstanbul'a gelmiş ve müneccimbaşılığa getirilmiştir.
III. Murat ile yakınlık kurmayı başaran Takiyüddin astronomi ve astrolojiye ilgi duyan padişahı rasathane konusunda ikna etti. III. Murat bu konuda Takiyüddin'e tam destek verdi. Takiyüddin1577'de bir kısmı tamamlanan rasathanede gözlemlerine başladı.
Tophane sırtlarına inşa edilen rasathane iki binadan, on altı personelden oluşuyordu.
Takiyüddin astronomi için gerekli bütün aletleri temin etmiş zengin bir de kütüphane kurulmuştu. Takiyüddin o zamana göre oldukça ileri teknik ve hesaplamalar kullanarak gözlemlerde bulunmuştur. Yapılan gözlemler not edilmiş ve bu konuda önemli eserler oluşturulmuştur. Araştırmacılar Takiyüddin ile aynı dönemde yaşamış Danimarkalı astronom Tycho Brahe'den (OKUNUŞU: Tayko Bıreyh) daha net ve daha kesin gözlemler yaptığına işaret ederler.
Ancak bu bilim kurumu çok kısa süre çalışmalarına devam edebildi. Dönemin Şeyhülislamı Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi rasathanenin sonunu belirledi. Şeyhülislam kıskançlık nedeniyle mi ya da gerçekten böyle düşündüğü için mi bilinmez, padişahı ''Gökleri incelemenin uğursuzluk getireceğine'' inandırdı. III. Murat bunun üzerine verdiği emirle Kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa denizden topa tutarak rasathaneyi yerle bir etti. Tarihçilere göre göre İstanbul'daki bir depremden sonra halk ayaklanmış ve depremin rasathane yüzünden olduğunu söylemişlerdir. Sarayın önünde büyük gösteriler olmuş, Dönemin Şeyhülislamı Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi Padişaha sert bir mektup yollamış ve neticede III. Murat rasathaneyi yıktırmak zorunda kalmıştır.
22 OCAK 1666: Tac Mahal'i yaptıran Moğol imparatoru Şah-ı Cihan lakaplı Hürrem Şah, Hindistan'da 74 yaşında öldü.
Şah-ı Cihan, Cihanın Şah`ı lakabını tahta çıktığında alan Hürrem Şah, 5 Ocak 1592`de doğdu. Eşi uğruna Tac Mahal'i yaptıran ve Hindistan'da kurulmuş olan Babür İmparatorluğu'nu 1627 - 1658 yılları arasında yönetmiş beşinci hükümdardır. Şah Cihan, atası ve hanedanın kurucusu Babür Şah tarafından Timur'un, anne tarafından ise Cengiz Han'ın alt kuşak torunudur. Babası Cihangir Şah, dedesi Din-i İlahi adında sapık bir din kuran Ekber Şah`tır.
Şah Cihan, devlet idaresi veya savaşlarından çok Tac Mahal`i yaptırmasıyla bilinir. Şah Cihan, 3. Eşi olan Mümtaz Mahal`e tutkulu bir şekilde sevgi beslemektedir. Ancak Mümtaz Mahal, 14. Çocuğunu doğururken ölür. Buna çok üzülen Şah Cihan 2 yıl yas tutar ve eşinin hatırasını yaşatmak için Agra kentinde Tac Mahal adlı efsanevi anıt mezarı yaptırmıştır. 1632'de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652'de tamamlanmıştır. Tac Mahal`i yapanlar, Mimar Sinan`ın öğrencilerinden, İsa Mehmet Çelebi ve Semerkantlı Mehmet Şeriftir. Kubbenin yapımından sorumlu kişi yine Mimar Sinan`ın talebelerinden İsmail Çelebidir.
Hanedanlıklarda gelenek olduğu üzere Babür hanedanı içindeki iktidar mücadelesi de onun henüz yaşarken tahtan indirilmesine neden olmuştur. Tac Mahal'in tamamlanmasından çok kısa bir zaman sonra, akli dengesini kaybettiği gerekçesi ile oğlu Alemgir tarafından tahtan indirilerek Agra Kalesinde oda hapsine mahkûm edilmiştir. Efsaneye göre kalan günlerini burada, küçük bir camdan Tac Mahal'i izleyerek geçirmiştir.
Ölümünün ardından oğlu tarafından Tac Mahal'e, eşi Mümtaz Mahal'in yanına defnedilmiştir.
22 OCAK 1932: İstanbul Yerebatan Camii'nde ilk defa Hafız Yaşar Okur tarafından Türkçe Kur'an okundu.
Hafız Yaşar aslında binbaşıdır. Atatürk`ün Hafızı olarak bilinir ve tanınır. Hafız Yaşar Okur, Atatürk döneminde 15 yıl boyunca Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti`nin, yani Cumhurbaşkanlığı Fasıl Topluluğu`nun şefliğini yapmıştır. Yani aslında bugünkü tabirle bir müzik sanatçısıdır. Cumhurbaşkanlığı Fasıl Topluluğu, Can Dündar`ın çokça tepki çeken “Mustafa” belgeselinde dile getirdiği Atatürk`ün içki sofralarında ona musiki çalmakla görevlidir. Hafız Yaşar, 15 yıl boyunca müziği çok sevdiğinden Atatürk`e pek yakın olmuştur. Atatürk`ün cenazesinde de bulunmuş ve buna dair hatırasını şöyle anlatır;
“…Biraz sonra namaza başlamak üzere kalabalık bir cemaatle Saray`ın salonunda Diyanet Reisi Şerefeddin Yaltkaya, Ata`nın sandukasının başına geçti ve ben de arkasında durmakta idim. Şerefeddin Yaltkaya`nın işareti üzerine, yükses sesle namaza başlamak üzere iken ‘‘Allah için namaza / Meyyit için duaya / Uyun imama ey hâzirun`` diye seslendim. Diyanet Reisi yüksek sesle ‘‘Tanrı uludur`` diye namaza başladı ve ben de tekbirleri alarak yaşlı gözlerimle sevgili Ata`ma son vazifemi yerine getirdim…”
Binbaşı rütbesiyle Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyetindeki görevinden emekli olan Hafız Yaşar Okur, yıllar önce Atatürk`ün emriyle “Türkçe ezanı” Beyazıt Camii`nde ilk defa okuyan müzisyendir.
Prof. Dr. Yurdakul Yurdakul ‘Atatürk`ten Hiç Yayınlanmamış Anılar` isimli kitabında bir gerçeği gözler önüne serdi. Kitapta Cumhuriyet tarihinde Kuran`ın ilk kez 1932 yılında Atatürk`ün isteğiyle Türkçe olarak okutulduğu bildirildi. Geçmişte Türkçe Kuran okunmasına nasıl karar verildiğini anlatan yazar, Hafız Yaşar`ın ağzından şu bilgileri verdi: ‘Atatürk, Cemil Sait Bey`in Kuran tercümesini getirttiler. Sabaha kadar tartıştık. Daha sonra, kendileri ayağa kalkarak ceketinin önünü iliklediler. Kuran-ı Kerim`i ellerine alıp Fatiha suresinin Türkçe tercümesini açıp halka okuyormuş gibi ağır ağır okudular.`
Atatürk`ün dost meclislerinde, müzikli toplantılarda Kur`an`dan surelerini meclisinde tuttuğu Hafız Yaşar gibi müzisyenlere okutturduğu çok kişilerin yayımlanan hatıralarında anlatılır. Az önce Hafız Yaşar`ın dilinden yazar Yurdakul Yurdakul`un aktardığı rivayet bu işin yani Kur`an`ın Türkçe okutulması işinin müzikli meclislerden çıkarılıp topluma yayılması kararını salık verir. Nitekim Hafız Yaşar`ın ‘…Atatürk, Cemil Sait Bey`in Kuran tercümesini getirttiler. Sabaha kadar tartıştık…” söylemi ve sonra Atatürk`ün ayağa kalkıp Fatiha suresini bizzat okuması bunu gösteriyor. Hafız Yaşar anılarını yayımladığı kitabında Atatürk`e sık sık Kur`an`ı Türkçe okuduğunu belirtir. Burada neden “sabaha kadar tartıştık” desin ki? Anlaşılıyor ki, Atatürk bunun toplum içine sokulmasında ısrar etmiştir. Ve her zaman olduğu gibi bu konuda da onun istediği olmuş ve Kur`an Türkçe okutulmaya başlanmıştır.
Yine Prof. Dr. Yurdakul`un Ocak 1999′da yayınlanan kitabında; “Atatürk toplantının sonunda konuklarına şunları söyledi: ‘Sayın hafızlar, içinde bulunduğumuz bu kutsal ay içinde camilerde okuyacağınız mukabelelerin tamamını okuduktan sonra, Türkçe olarak da cemaate açıklayacaksınız. Bir İngiliz, İncil`ini İngilizce, bir Alman, İncil`ini Almanca okur.` Atatürk, daha sonra yanındakilere, Kuran`ın Türkçe tercümesinin okunacağı emrini verdi. 22 Ocak 1932′de Yerebatan Camii`nde, Hafız Yaşar Okur tarafından Türkçe okundu. Özellikle kadınlardan oluşan cemaat büyük ilgi gösterdi” denilmektedir.
Burada bazıları Kur`an`ın Türkçe okutulmasını meali şeklinde anlasa ya da kasten bu şekilde anlaşılmasını sağlamak istemektedirler. Oysa Kur`an`ın Türkçe okutulması ezanın Türkçe okutulmasıyla beraber düşünüldüğünde ibadet dilinin Türkçeleştirilmek istendiği ortaya çıkacaktır. Mehmet Akif`in Kur`an`ın mealini yazmaya başlaması, hatta bazı kayıtlara göre bitirmiş olmasına rağmen Kur`an`ın Türkçe mealini Atatürk`e teslim etmeyip yok ettirmesinin sebebini çok iyi biliyoruz. Buna göre Mehmet Akif kendisine “meal hazırla” talebinin arkasında ibadetlerin Türkçeleştirilmesi olduğunu sezer ve yarıladığı, bazılarına göre tamamlamış olduğu meali ortadan kaldırır ve teslim etmez.
Atatürk`e sevgisini her fırsatta dile getiren Binbaşı Hafız lakaplı aslında müzisyen olan Yaşar Okur, muhakkak “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisinden de haberdardır.
22 OCAK 1990: Sovyet lideri Gorbaçov, Kızıl Ordu askerlerinin ayaklanmayı bastırmak üzere Azerbaycan'a yollandığını açıkladı.
Sovyetlerin dağılmasından sonra baştan beri var olan Ermeni-Azeri sorunları daha bir artmış Ermenistan Karabağ`ın Ermeni beldesi olduğu iddialarını eyleme dökmeye başlamıştı. Zaten Rusya da baştan beri Ermeniler lehinde politikalar yürütmüş, Karabağ`a Ermeniler yerleştirilerek populatik üstünlüğün Ermenilere geçmesi sağlandı. Sosyalist Birlik güçlü olduğu dönemlerde Ermeni-Azeri çatışmasında her ne kadar Ermenistan lehine tavırlar alıyorduysa da sorunun çatışmaya dönüşmesini sosyalist bütünlüğü korumak için engelliyordu. Ama Sosyalist Blok çöktükten sonra bu çatışmalar iyice gün yüzüne çıktı. Ermeniler Karadağ`da yaptıkları katliam haberleri Azerileri galeyana getirdi. Bakü`de ki Ermenilere yönelik saldırılar gerçekleşti. Azerbaycan ile Ermenistan arasında meydana gelen olayları önlemek amacıyla Gorbaçov`un emriyle Kızıl Ordu birlikleri bölgeye gönderildi. Birkaç gün geriye sararak askeri süreci şöyle anlatabiliriz.
SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu, 19 Ocak`ta “Bakü Kentinde Olağanüstü Hal İlan Etme” kararı aldı. Sovyet ordusunun 20 Ocak`ta ateşli silah kullanarak Bakü`ye ve Azerbaycan`ın diğer bölgelerine girişi sonucunda resmi açıklamalara göre 133 kişi öldü, 611 kişi yaralandı, 841 kişi gözaltına alındı. Kızıl ordu, Bakü`deki Azeriler ile Ermeniler arasındaki çatışmadan 3 gün sonra 19 Ocak gecesi Ermenileri kurtarma bahanesiyle Bakü`ye girdi. Ancak olaylardan 6 gün sonra girmesi bu bahanenin ne kadar gerçekçi olduğunun göstergesidir. Bakü`deki olaylar sırasında Azerbaycan`a bağlı olan Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan ederek SSCB ve Azerbaycan`dan ayrıldığını bildirdi. Nahçıvan, kendini müdafaa etmek için bütün dünyadan yardım isterken Türkiye`den de Kars Antlaşması gereğince askeri yardım talebinde bulundu. Çünkü, Kars Anlaşması`nın 5. maddesine göre Azerbaycan`a bağlı Nahçıvan`ın özerkliği Türkiye`nin garantisi altına alınmıştı. Rus ordusu, Bakü`nün ardından Nahçıvan`a girdi. Gorbaçov, Azerbaycan topraklarına asker gönderirken olayların diğer tarafı olan, Gence ve Hanlar bölgesinde helikopter kullanarak saldırılarda bulunan Ermenilere karşı hiçbir askeri müdahalede bulunmadı. Gorbaçov`un bu politikası diğer
Müslüman devletlere uygulanan politikanın da temelini oluşturuyordu. Hıristiyan Batı dünyasının tepkisini çekmek istemeyen Moskova, Ermenilere müdahale etmezken aynı tutumu tebaası müslüman olan devletlere karşı göstermemiştir. Azeriler ile Ermeniler arasında yaşanan bu olaylar üzerine; barışın sağlanması için Baltık Devletlerinin girişimi ile Riga`da iki taraf arasında 2 Şubat 1990 tarihinde barış görüşmesi yapıldı.
Ancak Ermeni temsilcilerinin olumsuz tutumu nedeniyle görüşmeler başladığı gün sona erdi.