• DOLAR 34.593
  • EURO 36.245
  • ALTIN 2963.039
  • ...
Tarihte bugün (19.01.2016)
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

19 OCAK

GÜNÜN AYETİ

“Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki (alay edilenler, alay edenlerden daha) hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki (alay edilen kadınlar, alay eden kadınlardan daha) hayırlıdırlar.”

(Hucurat suresi 11. ayetin meali)


GÜNÜN HADİSİ

“İnsanlarla alay edenlerin herbiri için cennetten bir kapı açılır. Ona 'gel, gel' denilir. O da (koşa, koşa) o kapıya gelir. Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır ve ona 'gel, gel' denir. O da koşarak gelir. Kapıya vardığı zaman, yüzüne kapanır ve kendisine kapı açılıp 'gel, gel' denildiği halde ümitsizlikten kapıya gitmeyinceye kadar bu şekilde aldatılır ve kendisiyle alay edilir.”(İbn-i Ebi Dünya)

 

GÜNÜN SÖZÜ

“İbn-i Abbas(r.a.); 'Eyvah bize! Bu kitaba ne oldu ki küçük ve büyük bırakmadan herşeyi sayıp dökmektedir' (Kehf/49) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: 'Küçükten gaye, mü'mine yapılan alaydan ötürü tebessüm etmektir. Büyükten gaye ise, alaydan ötürü kahkaha ile gülmektir.”

 

TARİHTE BUGÜN

1910: Rus Kızılordusu Azerbaycan'a girdi

1915: Zeplinlerin kullanıldığı ilk hava saldırısı Almanya tarafından İngiltere'ye yapıldı.
Zeplinler bir tür hava gemisi olup güdümlü balonların genel adıdır. İlk başlarda balon hidrojenle doldurulurdu. Lakin Hindenburg adındaki bir zeplin hidrojen kaçırmış ve yanıcı gazdan dolayı yüze yakın insan ölmüştü. Bu olaydan sonra zeplinlerde hidrojen terk edilerek helyum kullanılmaya başlandı. Atlas aşırı uçuşlarda kullanılan zeplinlerin çok sık ve ölümlü kazalar yapmasından dolayı 1950`lelere gelmeden üretimi durduruldu. Batı insanının icat ettiği her şeyi illaki insanlığı yıkımda kullanma dürtüsü zeplinlerde de kendini gösterdi ve bir dönem savaş aracı olarak havadan bombardımanlarda kullanıldı. Bugün zeplinler reklam amaçlı olarak ve kısıtlı sayıda sadece Amerika`da üretilmektedir.


1941: II. Dünya Savaşı: İngiliz güçleri Eritre'ye saldırdı.


1942: II. Dünya Savaşı: Japon askeri birlikleri Burma'yı işgal etti.
4 Ocak günü Burma`nın 1948`de İngilizlerden bağımsızlığını kazanması vesilesiyle Burmalı daha doğrusu Arakanlı müslümanların durumundan bahsetmiştik. İkinci Dünya Savaşında Japonlar ile İngilizlerin çatışmaları Burma`ya da taşınmış, Burma bu iki emperyalist devletin çatışma alanı olmuştu. Japonlar, Çin, Hong Kong ve Filipinler gibi Burma`yı da istila etmek üzere harekete geçmişlerdi. Dediğimiz gibi ne gariptir ki iki emperyalist ülke kendi topraklarından yüzlerce, binlerce kilometre uzakta savaşın tüm acılarını, savaşa hiç de taraf olmayan insanlara yaşatmışlardır.
Japonların Burma`yı işgal edip kısa bir süre ellerinde tuttukları döneme ait bir not daha aktarmak gerekirse;
Japonların Burma`ya girmesinden sonra 18 yy`dan sonra Burma`da görülmeye başlayan Yahudilerin çoğu buradan kaçmıştır. Japonlar her ne kadar Burma`da Yahudilere Almanlar gibi kötü davranmadılarsa da Dünya Yahudilerinin İngiliz yanlısı politika izlemeleri Japonların onlara şüpheyle yaklaşmalarına sebep olmuştu. Bu da Yahudileri korkutmaya yetmişti. Japonların Burma`dan çekilmesinden sonra Yahudilerin Burma ile ilişkileri gelişmiş ve Burma Asya ülkeleri arasında İsrail işgal devletini tanıyan ilk Asya ülkesi olmuştu.

1949: Küba, İsrail'i diplomatik anlamda tanıdı.

1950: Türkiye'de İş Mahkemeleri kurulması kararı alındı.
İş Mahkemeleri, iş davalarına bakar. Yasaya göre bir davanın iş davası olarak nitelendirilebilmesi için tarafların iş kanununa tabi işçi ve işveren kimseler olması ve aralarındaki uyuşmazlığın hizmet akdinden veya iş kanununa dayanan bir hak iddiasından doğmuş bulunması gerekir. İş mahkemeleri tek yargıçlıdır. Her yerde iş mahkemesi yoktur. İş mahkemelerinin bulunmadığı yerde iş davalarına asliye hukuk mahkemeleri bakar.


1959 - Amerika Birleşik Devletleri ile imzalanan İstimlak ve Müsadere Garantisi Anlaşması Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylandı.
Demokrat Parti döneminde Amerikayla sayısı ve nitelikleri bilinmeyen bir çok anlaşmalar yapıldı. Hoş bu durum tüm hükümetler ve iktidara gelmiş partiler için de geçerlidir.
Amerikayla yapılan bu anlaşmalardan biri İstimlâk Ve Müsadere Garantisi Anlaşmasıdır. Bu yasayla millileştirme işlemlerinde muhatap ABD hükümeti olarak kabul ediliyordu.  Erzurum Milletvekili Sabri Dilek; “Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir” diye tepki gösterirken basın da aynı şekilde kapitülasyonların geri geldiğini işliyordu. Durumun vahameti anlatmak için şöyle diyebiliriz: Bu anlaşmayla Amerika Türkiye topraklarında İstimlâk hakkı elde ettiği gibi kendi yanında yorumlayacağı maddelerle de Müsadere garantisi de almış oldu. Müsadere bildiğiniz gibi Ceza hukukunda bir ceza çeşidi olup mal varlığına zorla el koyma demektir.

1961 - Yassıada duruşmaları devam ediyor; İpar Davası sanıkları Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Medeni Berk, Hayrettin Erkmen ve armatör Ali İpar mahkûm oldular.
Ali İpar dönemin büyük işadamlarındandır. Amerika`da eğitim almış ve Türkiye`de eksik gördüğü alanlarda yatırımlar yapmaktadır. Menderes Hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı, Devlet Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan Fatih Rüştü Zorluyla ortak olduğu yönünde söylemler vardır. Ali İpar`ın soyadının verildiği ve Yassıada Duruşmalarından biri olan İpar davasında sanıklar Adnan Menderes, Fatih Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Medeni Berk, Hayrettin Erkmen ve Ali İpar döviz yasasını ihlal ettikleri gerekçesiyle mahkum oldular.


1969 - Amerikan Büyükelçisi Robert Komer istifa etti. Robert Komer'in (OKUNUŞU Rabırt Komır) makam arabası 6 Ocak günü Ortadoğu Teknik Üniversitesini ziyareti sırasında öğrenciler tarafından yakılmıştı.


1977 - Miami-Florida'da (OKUNUŞU: Mayami Fılorida) kar yağdı. Florida'nın tarihinde ilk kez kar yağışı gerçekleştiği için bugün tarihe de geçti.


1984: Güneydoğu`da 66 okul, öğretmensizlikten dolayı kapatıldı.

1988 – Sosyal Demokrat Halkçı Parti kısa adıyla Bir SHP milletvekili Türkiye'de Kürt sorunu olduğunu ve Kürtlere baskı yapıldığını söyledi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde olaylar çıktı. Söz konusu milletvekilinin “Artık kabul edelim bu ülkede Kürt bir azınlık vardır…” ile başlayan cümleleri yuhalamalar ve kürsüye saldırmalarla kesilmişti. Anlaşıldığı kadarıyla o ana kadar mecliste Kürtlerden kimsenin haberi yoktu ve şimdi “Patavatsızın bir çıkmış Kürtler var, Kürtlere baskı var demişti.”

1991: İncirlik`ten kalkan ABD uçaklarının saldırısı artarak devam ediyor. CNN televizyonu Irak'ın bombalanışını naklen bütün dünyaya duyurdu. Böylece, dünyada ilk defa bir savaş, canlı olarak yayınlanmış oldu.
Tüm dünya bir savaşın ilk kez canlı yayınını seyrederken bunun aslında müslümanları tahkir etmenin ne dereceye vardığını çokları anlamadı. Zira müslüman milletin çoğu bile bu savaşın Saddam zulmüne son vermek adına yapıldığını sanırken, ABD ve Batılı ülkeler müslüman topraklarına attıkları bombaların üzerine alaycı cümleler yazıp Saddam gibi bir zalimi maskeleyerek müslümanları bombalamalarının tadını çıkarıyorlardı.


1997 - Yaser Arafat, İsrail işgali altındaki son Batı Şeria şehri El Halil`in Filistin'e verilmesini kutlamak üzere 30 yıl aradan sonra ilk kez El Halil`e geldi.
El Halil`e Yahudiler Hebron demektedirler. İsrailoğullarının 4 kutsal şehrinden biridir. Şehirde 120 bin Filistinliye karşın 600 Yahudi yaşamasına rağmen İsrail uzun yıllar bu şehri kendi mülkünde tutmak için işgal etmiştir. Kudüs`ün 35 km güneyinde yer alan El Halil şehrini biz özellikle 1994 yılında camide 67 müslümanın katledilmesiyle hatırlıyoruz.


2004: Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya, Neşter Operasyonu-2'yle ilgili olarak, bu olayların büyütülmesinin, “Yargıya baskı olduğunu, yargının dün neyse bugün de o yerinde durduğunu” kaydetti.
Neşter 2 operasyonu “Yargıda Rüşvet” iddialarına yönelik yapılan bir operasyondu. Operasyon sonunda soruşturma tamamlanarak 19 sanık hakkında dava açılmıştı. Bir TV Kanalının Genel Müdürü, Türkiye`de en çok abonesi olan bir GSM şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı, HSYK eski Başkan Vekili ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyesi bir hakimin oğlu, Büyük iki medya Grubu'nun avukatı ve bazı işadamlarının da aralarında bulunduğu 19 sanık hakkında çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, görülmekte olan bir davanın seyrini değiştirmek hakimleri baskı ve tehdit etki altına almak ve devlet memurlarına menfaat temin etmek yani rüşvet vermek suçundan 1 yıl ila 34 yıl arasında değişen hapis cezaları talep ediliyordu.
Daha sade ama argo bir tabirle Neşter 2 Operasyonunda söz konusu zanlılar şebeke kurup, şantaj, baskı veya rüşvet gibi yollarla yargıda istekleri doğrultusunda kararlar çıkarmakla suçlanıyorlardı. Çok ciddi delillere dayanan soruşturmada dönemin Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya, bu olayın konuşulmasını “Yargıya baskı ve yıpratılması” olarak yorumluyordu. Aslında bu alışılmış bir Türkiye gerçeğiydi. Nitekim bazı kurum ve kuruluşlara çöken şahıslar suç kapsamında davranışlarda, yolsuzluklarda, hırsızlıklarda, hatta vatana ihanete varan eylemlerde bulunur, bunları sorgulamaya kalktığınızda ise bu durum, o kurumu yıpratma veya yok etme olarak yaygara yapılırdı. Örneğin bazı yargıç ve hakimler suç işler, bu sorgulanmaya başlanınca şahıslarını kurumun yerine geçirip “Yargı yok edilmek isteniyor” denirdi. “En iyi savunma saldırmaktır” dedikleri galiba böyle bir şey olsa gerek.
Peki bu mahkeme nasıl sonuçlandı? Tahmin ettiğiniz gibi yüzlerce milyarlık paraların rüşvet olarak verildiği belirlenmesine rağmen sanıklar beraat etti.

2007 - Gazeteci Hrant Dink uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

2007 Sri Lanka'da orduyla Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları militanları arasında çıkan çatışmalarda 376 kişinin öldüğü bildirildi.

2011: Danıştay aynı günde iki skandal karara imza attı.

Bu kararların ilki: 2010 Ales sonbahar dönemi kılavuzunda sınavlara başörtülü olarak girilmesinin önü açılmıştı. Ancak Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikası kısa adıyla Eğitim-İş, şikayetçi olmuş kılavuzdaki düzenlemenin iptali için başvurmuştu. Danıştay ise başörtülü olarak sınava girilmesi halinde ''fiziksel teşhiste sorun olabilir'' gibi kargaları bile güldürecek bir gerekçeyi öne sürerek Aes`e başörtülü olarak girilmesinin önünü kapadı.
Danıştayın diğer kararı ise, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu'nun alkollü içkilere dair yönetmeliğinin yürütmesini durdurmak oldu. Mezkur yönetmenlikle her önüne gelen yerde içki satılamayacak, olur olmaz yerde içki servisi yapılamayacak ve 18-24 yaş arası kişilere içki satılamayacaktı. Ama bu yönetmenlik de özgürlükleri daralttığı gerekçesiyle durduruldu.
Ne ilginçtir ki aynı gün içinde kendisiyle çelişen Danıştay özgürlük hakkından doğan başörtüsünü yasaklıyor, içkiye dair düzenlemeleri ise başörtüsüne çok görülen özgürlük kılıfıyla iptal ediyordu.

2011: Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde 12 okul müdürü, okullarında hizmetli personel bulunmadığı ve verilen ödeneklerin yetersizliğini öne belirterek istifa etti. İstifa eden okul müdürlerinden biri yaptığı açıklamada "Bu istifaların sadece iki nedeni var. Biri idarecilerin güvencesiz eleman çalıştırmak istememeleri, diğeri de okullara bütçe ayrılmaması" dedi.
Milli Eğitim Bakanlığı okullarda temizliği yapacak hizmetli personeli kadrolu işe almaya yanaşmayıp öğrenci velilerinin bağışlarıyla hizmetli personelin istihdam edilmesi istiyor. Yeni SGK kanununa göre kamu kurumlarında güvencesiz personel çalıştırılması yasaklanarak ceza getirildi. İstifaların bir sebebi okul müdürlerinin artık suç olan güvencesiz eleman çalıştırmak istememesi diğeri de okullarına bütçe ayrılmaması.
Ne ilginç değil mi; devlet yeni SGK kanunuyla güvencesiz elaman çalıştırmayı yasaklıyor ama diğer taraftan devletin bir organı olan bir bakanlık güvenceli eleman çalıştırmaya yanaşmıyor. Bu durumda suçlu olan güvenceli eleman çalıştırmak için gereken bütçeyi çıkarmayan bakanlık değil, bakanlığın başınızın çaresine bakın dediği okul müdürleri oluyor. Zira, okul müdürleri güvencesiz eleman çalıştırdıkları takdirde suç işlemiş oluyorlar.

MERCEK

Eritre

1941: II. Dünya Savaşı: İngiliz güçleri Eritre'ye saldırdı.

Resmi adı: Eritre Cumhuriyeti
Başkenti: Asmara
Etnik yapı: Eritre'de en büyük etnik kitle nüfusun yaklaşık % 48'ini oluşturan Tigrinyalılardır. Tigrinyalıların büyük çoğunluğu hıristiyandır. Tigrinya dili denen bir dili konuşurlar. Yerleşik hayata geçmiş olan Tigrinyalılar genellikle hayvancılıkla ve hurda vs. ticaretiyle uğraşırlar. İkinci büyük etnik grup ise nüfusun % 31'ini oluşturan Tigrelerdir. Tigrelerin tamamı Müslümandır. Konuştukları Tigre dili Tigrinya diline yakındır. Göçebe hayatı sürmekte ve genellikle hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Üçüncü büyük etnik grup ise nüfusun % 4.3'ünü oluşturan Afarlardır. Afarların da tamamı Müslümandır. (Afarlar hakkında Cibuti'deki etnik unsurlara bkz.) Onlardan sonra % 3.8 orana sahip olan Becalar gelir. Çoğunluğu Sudan sınırları içinde yaşayan Becalar, Kuşi dilleri grubuna giren bir dil konuşurlar. Becaların da tamamı Müslümandır. Diğer etnik unsurların başta gelenleri ise Kunamalar, Agaular, Saholar, Naralar ve Amharalardır. Bunların arasında da Müslümanlar çoğunluktadır.

Dil: Resmi dil Arapça ve Tigrinya dilidir. Halk arasında ayrıca yukarıda zikredilen etnik unsurların dilleri de konuşulmaktadır.

Din: Resmi istatistik verilere göre nüfusun % 50'si Müslümandır. Müslümanların tamamı sünnidir. Geriye kalan nüfus ise Hıristiyan ve çoğunluğu Ortodoks`tur.

Coğrafi durumu: Bir Doğu Afrika ülkesi olan Eritre, doğudan Kızıldeniz, güneyden Cibuti, güneybatıdan Etiyopya, kuzeyden ve kuzeybatıdan ise Sudan'la çevrilidir.

Eritre'de İslâm'ın tarihi Resulullah (a.s.v) dönemine kadar uzanır. Mekke müşriklerinin zulmünden kaçan bazı Müslümanların Habeşistan'a sığınmaları sonucunda Habeşistan krallığının yönetimi altındaki bölgelerde yaşayan halk İslâm'la tanıştı ve özellikle Eritre bölgesinde birçok insan Müslüman oldu. Emeviler döneminde İslâm hilafetine bağlanan, sonra Abbasi hilafetine tabi olan Eritre, 1557 - 1885 yılları arasında da Osmanlı devletine tabi olmuştur. 1885'te İtalyanlar tarafından işgal edildi. İtalyanlar II. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkınca Eritre İngiliz sömürgecilerin eline geçti. Eritre halkı 1946'da, sömürgecilerin vatanlarını terk etmeleri için BM nezdinde ve daha başka kanallardan mücadele vermeye başladı. Bu mücadelede öncülüğü Şeyh İbrahim Sultan Ali'nin liderliğindeki İslâmi Birlik Partisi yürütüyordu. Ancak bazı sömürgeci güçlerin kışkırttığı Hıristiyan Eritreliler Habeşistan bugünkü adıyla Etiyopya ile birleşmek istediklerini bildirdiler. O zaman Eritre halkının % 70'ini oluşturan Müslümanların bağımsızlık istemelerine rağmen BM teşkilatı Hıristiyan Eritrelilerin isteklerini dikkate alarak Eritre'nin Habeşistan'la birleşmesini öngören 390 sayılı bir karar çıkarttı. Ancak Eritre'nin bağımsızlık mücadelesini organize etmek üzere oluşturulan ve liderliğini Hamid İdris Avati'nin yaptığı Eritre Kurtuluş Cephesi BM'in kararını tanımayarak 1961'de fiili mücadele başlattı. Öte yandan Habeşistan krallığı 1962'de BM'in söz konusu kararına dayanarak Eritre topraklarını kendi topraklarına kattığını açıkladı. Habeşistan krallığının bu haksız kararına rağmen liderleri de savaşçıları da Müslümanlardan oluşan Eritre Kurtuluş Cephesi silahlı mücadeleye devam etti. Hıristiyan Eritreliler ise bağımsızlık mücadelesinde Eritreli olmalarına karşın ülkelerini işgal eden Etiyopya ordusuna yardımcı oluyorlardı. Eritre de Eritreli çok sayıda Hıristiyan vardı. Lakin bunlar Eritre`nin bağımsızlığı için mücadele eden müslümanlara katılmadılar. Bu aslında müslümanların yürüttükleri cihadın selameti açısından daha faydalıydı.

ihad hareketi bu şekilde daha başarılıydı. İsrail ve Batılı ülkeler bunu fark edince Eritreli Hıristiyanların Eritre`nin bağımsızlığını kazanmada yardımcı olma kılıfı altında müslümanlara katılması stratejisini başlattılar ve Eritreli Hıristiyanlar 1975'ten sonra metot değiştirerek Eritre Kurtuluş Cephesi'nin içine sızmaya başladılar. ABD ve İsrail tarafından özel olarak yetiştirilen ve kendilerine komando denen Hıristiyanların asıl gayelerinin ortaya çıkması üzerine Eritre Kurtuluş Cephesi bunları tasfiye etmeye başladı. Bu kez onlar da Eritre Halk Kurtuluş Cephesi adında ayrı bir örgüt kurdular. Bu örgüt Eritre`yi yani kendi topraklarını işgal eden Etiyopya`ya karşı mücadele etmekten daha çok Eritre Kurtuluş Cephesi'ne karşı savaşmaya ve onun ele geçirdiği bölgeleri ellerinden almak için çarpışmaya başladı. ABD ve İsrail başta olmak üzere çeşitli Batılı ülkeler de örgütü silah ve para yönünden desteklediler. Bu ülkeler "insani yardım" diye Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'ne silah yardımı yaptılar. Küba başta olmak üzere bazı komünist ülkeler de Eritre'ye asker göndererek adı geçen örgütün gerillalarının yanında çarpıştırdılar. Eritre Halk Kurtuluş Cephesi militanları ele geçirdikleri bölgelerdeki Müslümanlara ağır zulümler yapıyor, mal varlıklarına el koyuyor, hatta kadınlara musallat oluyor ve ele geçirdikleri bölgelerde İslâm ilkelerine göre yaşanmasını yasaklıyorlardı. Öte yandan 1974'te Habeşistan'daki krallık rejimini devirerek yerine komünist bir rejimi hâkim kılan ve ülkenin adını Sosyalist Etiyopya olarak değiştiren yöneticilerle zaman zaman gizli görüşmeler yaptıkları oluyordu.

Etiyopya'daki komünist rejimin zayıflamaya başlaması üzerine sömürgeci güçlerin ve özellikle İsrail'in Eritre Halk Kurtuluş Cephesi'ne yardım ve destekleri arttı. 1991 başlarında Etiyopya'daki komünist rejimin çökmesi ve Etiyopya Devrimci Demokratik Halk Cephesi'nin yönetimi ele geçirmesi üzerine, aynı yılın Mayıs ayında Eritre Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları Eritre topraklarının başkenti Asmara'yı ele geçirerek bu bölge üzerindeki Etiyopya hâkimiyetine son verdiler. Bu olaydan sonra geçici bir Eritre hükümeti oluşturuldu. Daha sonra 23 - 25 Nisan 1993 tarihlerinde gerçekleştirilen halk oylamasının ardından Eritre'nin bağımsızlığı ilan edildi. Bağımsızlık sonrasında üyelerini genellikle Eritre Halk Kurtuluş Cephesi mensuplarının oluşturduğu 4 yıllık bir geçiş dönemi hükümeti kuruldu. Bağımsızlık mücadelesinde etkili rol oynayan Eritre İslâmi Cihad Hareketi ise yönetimin dışında bırakıldı. Bu durum üzerine Eritre İslâmi Cihad Hareketi kurulan geçiş dönemi hükümetine karşı tavır alarak Eritre'nin İslâmi kimliğinin korunması için mücadeleyi sürdürmeye karar verdi.

Bu itibarla Eritre bağımsızlığına kavuşmuş gibi gösterilse de son yüzyılda bütün İslâm dünyasında oynanan oyunun Eritre'de de aynen oynandığı dikkat çekmektedir. Ne yazık ki, ülke yönetimi bağımsızlık mücadelesini başlatanların ve bel kemiğini oluşturanların değil dış güçler tarafından desteklenen Hıristiyan asıllı ve sosyalist anlayışa sahip bir kadronun eline geçmiştir. Bu kadronun oluşturduğu yönetim ise bölgede yeni bir çıbanbaşı haline gelmiştir.

Zira o döenmde Eritre yönetiminin İslâmi çizgiyi benimsemiş olan Sudan karşısındaki tutumunu bir örnek olarak ele alabiliriz. Eritre halkının Etiyopya'daki komünist rejim karşısında verdiği bağımsızlık mücadelesine destek veren ülkelerin başında Sudan geliyordu. Bu destekten yararlananlar arasında Eritre'ye hükmeden sosyalist çizgideki Eritre Halk Kurtuluş Cephesi de vardı. Sudan'ın Eritre'ye olan destek ve yardımı 30 Haziran 1989'da gerçekleştirilen askeri darbeden sonra daha da arttı. Sudan, Eritre'deki gruplara hem lojistik destek sağlıyor hem de iç savaş dolayısıyla vatanlarını terk etmek zorunda kalan Eritreli mültecileri kendi topraklarında barındırıyordu. Fakat ateist ve sosyalist Asias Aforki'yi Eritre yönetiminin başına geçiren İsrail ve ABD Sudan'daki yönetimi onun vasıtasıyla sıkıştırmak istiyorlardı. Nitekim Aforki de, Sudan'a karşı büyük bir nankörlük yaparak 5 Aralık 1994'te Sudanlı diplomatları sınır dışı etme kararı aldı. Aforki, Sudan'la arayı açarken asılsız birtakım gerekçeler ileri sürdü. Bu gerekçelerin en önemlisi ise Sudan topraklarından Eritre'ye yönelik birtakım saldırıların olduğu iddiasıydı.

Oysa İslâmi bir çizgiyi benimsemiş olmasından dolayı bütün uluslararası güçler tarafından çembere alınmış, Güneydeki ayrılıkçılarla sürekli başı dertte ve ABD güdümündeki Mısır yönetimi tarafından basit gerekçelerle devamlı sıkıştırılan Sudan'ın böyle bir şeye girişmesi imkânsızdı. Zaten Sudan yönetimi de bu iddianın tamamen asılsız olduğunu, istenildiği takdirde Eritre sınırındaki kabilelerin faaliyetlerini kontrol etmek amacıyla ortak bir güvenlik heyeti oluşturulabileceğini ve Eritre'nin sınır güvenliğini tehdit eden en ufak bir gelişme olması durumunda sorumluları derhal cezalandıracağını açıkladı. Eritre yönetimi bunu önce kabul ettiği halde sonra yine problem çıkarmaya başladı ve Sudan'la diplomatik ilişkilerini tamamen kesti. Bu da gösteriyordu ki asıl sebep iddia edildiği gibi Sudan sınırından Eritre'ye herhangi bir saldırı olması değil sömürgeci güçlerin Sudan'ın her yönden ablukaya alınması yönündeki talepleriydi.

Eritre yönetimi bununla da kalmayarak Yemen'in Kızıldeniz'deki iki adasını işgal etti. Çünkü sömürgeci güçler, İslâmi çizgideki Yemen Islah Birliği'nin bu ülkede iktidara ortak olmasından rahatsız oluyorlardı. Nitekim bu rahatsızlıklarını geçmişte çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdi. Eritre'de işbaşına getirdikleri uzaktan kumandalı yönetimi Yemen'in başına musallat etmelerinin sebeplerinden biri de bu rahatsızlıklarıydı. Ayrıca söz konusu işgal olayıyla ilgili yorumlarda İsrail'in işgal edilen iki ada vasıtasıyla Kızıldeniz yolunu kontrol altında tutmak istediğine dikkat çekilmektedir. İsrail Eritre'deki yeni yönetimi bir manga rejimi gibi kullanabildiğinden Kızıldeniz'de stratejik bir konuma sahip ve aslında Yemen'e ait olan Büyük ve Küçük Huneyş adalarını işgal etmesini istemiştir. Bu yoruma göre gerçekte adaları işgal eden İsrail'dir. Eritre ise kendisine verilen destek doğrultusunda emredileni yerine getirmiştir.
Sonuçta ortaya çıkan şu ki, Eritre'de İsrail ve ABD destekli sözde bağımsız sosyalist ve Hıristiyan kontrollü bir yönetim kurulmuş olsa da Eritre'nin Müslüman halkı gerçek bağımsızlığına kavuşamamıştı.

Doğu güneydoğuda eğitim

1984: Güneydoğu`da 66 okul, öğretmensizlikten dolayı kapatıldı.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi sistem tarafından hep dışlanmış, üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Hal böyle olunca, bu durum farklı şekillerde tezahür etmiştir. Örneğin Doğu ve Güneydoğu`ya yapılması gereken alt yapı ve yatırımlar yapılmamış, merkezi yönetim, politik ve siyasal alanda olduğu gibi ekonomik alanda da Doğu ve Güneydoğu`yu kasten ihmal etmiş ve Doğu ve Güneydoğu`ya hep kaşları çatık, elinden sopa düşmeyen bir üvey ana olmuştur. Merkezi yönetim üzerinden sistem Doğu ve Güneydoğu Bölgesini eğitim ve öğretim konusunda da ihmal etmiş, geride kalmasını sağlamıştır. Bu iki bölge halkı için “Okumaları durumunda ilerde sıkıntı çıkarırlar. Cahil kalmaları daha evladır” anlayışı serdedilmiştir. Bunu Cumhuriyet`in ilk yıllarındaki yaklaşımlardan ve yönetime sunulan raporlarda görmek mümkündür. İsterseniz bu vesileyle biraz geri gidelim;

Osmanlı Devletinde eğitim faaliyetleri uzun yıllar vakıflar tarafından desteklenen medrese ve tekkeler aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Tarih içinde birer ekonomi ve kültür merkezi konumunda olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinde medreseleri ve bugünün ilkokulları olan Sıbyan mekteplerini, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi yenilik hareketleri ile birlikte açılan Rüştiyeler, İdadiler, İptidai mektepler, Darül Muallimler ve Sultaniler izlemiştir. Müslüman ve gayrimüslim halkın eğitim aldığı bu ilk ve Orta öğretim kurumlarının yanında, 19. yy.dan itibaren Elazığ, Gaziantep, Bitlis, Kars, Erzurum gibi vilayetlerde Ermeni, Alman, Amerikan ve Fransız misyoner okullarının açıldığı görülmüştür.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi çoğunlukla eğitim kurumlarının, öğrenci ve öğretmenlerin nitel ve nicel durumları açısından Türkiye ortalamalarının altında kalmaktadır. Bu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi her açıdan olduğu gibi eğitim vermede de ihmal edilmiştir anlamına gelmektedir.

Cumhuriyet ilan edildiği yıl Türkiye'nin nüfusu 11-12 milyon idi. Bu nüfusun %10'u ve kadınların ise sadece %3'ü okuryazardı. Ülkede 4.894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise, 64 meslek okulu, 9 fakülte ve yüksek okul olmak üzere toplam 5.062 eğitim-öğretim kurumu vardı. İlkokullarda 341.941, ortaokullarda 5.905, liselerde 1.241, meslek okullarında 6.547 ve yüksek öğretimde 2.914, olmak üzere toplam 358.548 öğrenci vardı

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki eğitime ait ilk raporlar bizzat Atatürk'ün direktifleriyle kurulmuş olan birimlerden gelmiştir. Bu raporlara göre en önemli sorun maarif namına çok az şey olduğudur.
Mesela MAH yani “Millî Emniyet Hizmeti Riyaseti” tarafından hazırlanan 5 Nisan 1928 tarihli bir raporda "Urfa vilayetinde doğru dürüst okul olmadığı" belirtilirken, yine MAH'ın başbakanlığa 4068 numara ve 8 Nisan 1928 tarih ile sunduğu raporunda "Maarif hemen hemen Hakkâri vilayetinde yok gibidir" denilmektedir. Aynı raporlarda bölgede okul çağındaki genç ve çocukların okullardan istifade nispetlerinin çok düşük olduğu aktarılmaktadır. Elazığ Valiliğinin raporundaki şu yüzdeler de oldukça çarpıcıdır: "3.544 ilkokula, 300 civarında da ortaokula devam eden öğrenci vardır. Hâlbuki vilayet dâhilinde tahsil çağındaki öğrenci miktarı 30.000'den fazladır. İlkokuldan istifade nispeti %12 civarındadır. "

MAH'ın Doğu Bölgesindeki eğitim meselelerini ele alan raporlarından başka dönemin başbakanı İsmet İnönü'nün “Kürt Raporu” konuya ait başka bir kaynak olmuştur. İsmet İnönü'nün 1935 yılında hazırlayıp Atatürk'e sunduğu raporda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin imar, iskân, sağlık, güvenlik durumlarına yer verilmiştir. İnönü, raporunda gezip gördüğü yerlerde edindiği izlenimler doğrultusunda eğitim ve kültür meselesine de büyük önem verilmesi gerektiğini belirtmiş ve eğitimle ilgili şu bilgilere yer vermiştir: "Kürtlere okutma yapılıp yapılmayacağı şimdiye kadar bir politika olarak mütalaa edilmiştir. Bu politikayı halk biliyor. Biz bundan hiç istifade edemediğimiz halde yalnız mahzurunu çekiyoruz. Daha Türk köylerindeki mektepleri yapamamışken ve en nihayet ona varmayan okutmada bir hususi siyasayı halkın diline düşürmekte hiçbir fayda yoktur. Sonra ilk tahsil için okutmakta faydamızın daha siyasi olduğu görüşündeyim. Kürtleşmiş ve kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok etkili vasıtadır. Zaten sınırlı olan vasıtalarımızı daha çok Türk köylerinde kullanmak elimizdedir. "

İnönü`nün Kürt Raporu Doğu ve Güneydoğu`yu her açıdan değerlendiren ve yönetime sorunların neler olduğu, nasıl tedbirler alınabileceği gibi tespit ve önerileri içerir. Kürt Raporunda İnönü, Eğitim konusuna da özel değinmiş ve az önce bahsettiğimiz tespitlerden bazılarını yapmıştır. Bu tespitleri satır satır tekrar ele almak gerekirse;

“Kürtlere okutma yapılıp yapılmayacağı şimdiye kadar bir politika olarak mütalaa edilmiştir...”

Rapordaki bu ibareden açıkça anlaşılmaktadır ki rejimi idare edenler ciddi ciddi şunu tartışmaktaydılar; “Kürtleri okutalım mı, okutmayalım mı?”
Nitekim aynı Raporda yine İnönü`ye ait olan şu ibare; “Kürtleri Türklerden ayrı okutmanın bir anlamı yoktur. Kürtler Türklerle aynı okulda okumalı ki Türkleşebilsinler” ibaresi de “Kürtleri Okutalım mı, okutmayalım mı?” tartışmasında bazılarının “Okutalım ama aynı okullarda değil. Kürtler Türklerden ayrı okullardan okusun” şeklinde düşünenlerin olduğunu gösteriyor. Zaten İnönü raporunda Doğu ve Güneydoğu insanının Türkleştirilebilmesi için ilköğretim okutulması gerektiğini ısrarla savunur.

Yine Raporda geçen;

“…Sonra ilk tahsil için okutmakta faydamızın daha siyasi olduğu görüşündeyim…”

İbaresi az önce dediğimiz gibi ilkokul tahsilinin Kürtlere Türkçe öğretip onları Türkleştirmek için faydalıdır tespitini ortaya koyuyor. Nitekim raporun devamında gelen “…Kürtleşmiş ve kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası çok etkili vasıtadır…” ibaresi bunu açıkça ortaya koyuyor.
İnönü Kürt Raporunda, genel olarak Doğu ve Güneydoğu halkını okutup başa bela almamayı savunur. Ancak ilk tahsili vermek suretiyle Türklüğe devşirmeyi de savunur. Yani rejimin işine gelecek yere kadar okutulmalıdır diyebiliriz buna. Nitekim böyle de olur. Doğu ve Güneydoğu`da bu politika uygulanır ve bu iki bölge diğer bölgelere kıyasla geride bırakılır.

İsmet İnönü'nün bu raporundan sonra Bitlis, Diyarbakır, Van, Hakkâri, Muş, Mardin, Urfa, Siirt vilayetlerini kapsayan Birinci Umumi Müfettişliği'ne Abidin Özmen atanır. Birinci Umumi Müfettişliği demek, Olağanüstü Hal Valiliği demektir. Bölgeye süper vali olarak atanan Abidin Özmen ise Dersim isyanını bastıran generallerden biri olmakla beraber 1936 yılında Diyarbakır`da 103 kişiyi sorgusuz sualsiz katlettirmiştir. Bu katliam bugün çokları tarafından bilinmez. İşte bu kişi, Güneydoğu'ya ayrı bir önem veren hükümete müfettişlik bölgesinin iç siyasal durumunu anlatan ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor yıllarca Doğu ve Güneydoğu`da uygulanacak olan gayri hukuki uygulamaları tavsiye etmiştir. Yakın zamanlara kadar Doğu ve Güneydoğu`daki devlet uygulamalarının temeli bu raporla Abidin Özmen tarafından atılmıştır. Biz konumuz gereği sadece eğitimle ilgili bölümüne özetle bakacak olursak;

Raporda; Bölge insanının Türkçe konuşur hale getirilmesi ve köy çocuklarının kurulacak yatılı okullarda eğitim görmesinin gerekliliği ile eğitim meselesine yönelik tedbirler ele alınmaya başlamıştır. Müfettişlik bölgesinde açılacak okulların geniş binalı, hastanesi, eczanesi yerinde müstakil veya tez uğrayan bir doktorun kontrolünde, yetişmiş, azimli, çalışkan öğretmenlerin idaresinde olması istenmiştir. Bu okullarda başta Türkçe konuşmayı sevdirecek kapsamlı bir program ile üç yıllık öğrenim verilecektir. Ancak okullar kaza ve bazı nahiye merkezlerinde genel beş yıllık okullara engel olmayacaktır. Rapor şu cümlelerle devam etmektedir: "Bugün vilayetlerin bütçeleriyle ancak kazalarda ve bazı nahiyelerde çok sınırlı köylerde üç sınıfı okutan öğretmenlerle idare edilebilmektedir. Büyük Türk köylerinde de beş sınıflı program üzerine kurulu okulların varlığı kabul edilebileceğine göre vilayetlerin zirai, veteriner birçok işleri kanuni, idari ve içtimai birçok yardımları bırakmadan parasız okul meydana getirmelerine maddeten imkân görüyorum. Hükümetçe seneden seneye bir program altında uygun yerlerden başlayarak böyle müesseseler kurmak gerekiyor. Böyle müesseseler ilk olarak Van 'ın Gevaş, Hakkari 'nin Beytüşşebap, Bitlis 'in Hizan, Muş 'un Malazgirt, Siirt 'in Pervari, Diyarbekir 'in Şerbati, Urfa'nın Viranşehir kazalarında kurulabilir."

Abidin Özmen`in raporunda “Türkçe konuşur hale getirilmesi” ibaresi ile rejimin eğitim vermesinin sebebi İnönü raporunda olduğu gibi net olarak ortaya çıkıyor: “Eğitimi sadece asimile edebilmek için verelim”
Yine rapordaki  “…köy çocuklarının kurulacak yatılı okullarda eğitim görmesinin gerekliliği…” tespiti bölgede yapılan yatılı okulların varlığını deşifre ediyor. Her ne kadar “Bölgenin dağlık ve engebeli oluşundan dolayı merkezi yerlere yatılı okullar yapıldı ve buralarda farklı köylerden getirilen çocuklar eğitildi” dense de anlaşılan yatılı okulların arkasında ki gerçek bölge çocuklarını ailelerinin etkisinde çıkarıp taze dimağlarını daha iyi işgal edebilmekti.

Bu haberler de ilginizi çekebilir