İTTİHAD Parlamento seçimleriyle ilgili sorulara cevap verdi
"Parlamento Seçimleriyle" ilgili gelen soruları yanıtlayan Âlimler ve Medreseler Birliği, Müslümanların Gayri İslami bir yönetimde nasıl hareket etmeleri gerektiğini delilleriyle anlattı.
Âlimler ve Medreseler Birliği, “Parlamento Seçimleriyle” ilgili gelen sorulara verdiği cevaplarla Müslümanların Gayri İslami bir yönetimde siyaset ve yönetimle ilgili konularda nasıl hareket etmeleri gerektiğini fıkhi delillerle açıklığa kavuşturdu.
Konuyla ilgili olarak Kur'an ve İslam tarihinden delillere yer verilen cevapların birin de şu ifadelere yer verildi: "Müslümanın ehvenuşşerreyn veya ahaffuzzarareyn (zararların hafifini tercih etme) kaidesine uyarak iki kötülükten büyük olanını def` edip küçüğünü tercih etme veya iki iyilikten büyük olanını gerçekleştirip küçük olanını terk etme adına siyasete atılmasında hiçbir sorun yoktur."
Gayri İslami bir sistemde muhalif kalmanın onu daha fazla zayıflatıp zayıflatmayacağı yönündeki bir soruya verilen cevapta ise İslam`ın ve Müslümanların faydasına olan duruma göre hareket edilmesi gerektiği belirtildi.
Cevabın devamında şöyle denildi: "Müslümanların siyasete atılmalarını gerekli kılan bir diğer sebep gayri İslami (İslam düşmanı) bazı partilerin halkı Müslüman devletlerde başa geçmeye çalışması veya bunu başarmış olmalarıdır. Bu gibi durumlarda Müslümanlara düşen kâfir ve münafıkların başa geçmesini engellemek amacıyla, İslami akideyi kendine esas edinmiş planlı projeli İslami parti kurmalarıdır. Ancak bu şekilde medyası, eğitimi ve ekonomisiyle tüm güçlerini, ümmeti, yürüdüğü yoldan çevirmekte kullanan bu gibi zalimler engellenebilir.
Bu anlam ve şartlardaki vacip siyasetten uzak durmakla beraber başka Müslümanların da siyasete atılmasını engelleyenlere gelince, bunlar iki hata işlemişlerdir. Birinci hata, siyasetten uzak durarak Müslümanları İslam düşmanlarının insafına terk ettikleri için; ikinci hata ise, diğer Müslümanları mesuliyetlerini gerçekleştirmekten alıkoydukları içindir. Kim bilir, belki de kendisi için farzı (siyasi mesuliyetlerini) terk ettikleri şey nafiledir."
Mecliste çıkabilecek Gayri İslami kanunlar ve mecliste edilecek milletvekili yeminine de cevapların yer aldığı haberi tamamı:
Kur'an-ı Kerim ve Hadislerde (Naslarda) siyasetle-devlet yönetimiyle ilgili hükümler var mıdır?
İslam, hiç şüphesiz evrensel ve kıyamete kadar dipdiri kalacak tek sistemdir. Peki, nasıl oluyor da değişen dünya dengelerine rağmen diriliğini muhafaza edebiliyor?
Naslara baktığınızda değişkenlik gösteren meselelerle ilgili net çizgiler göremezsiniz. Sadece geniş bir çerçeve çizilmiş ve aşılmaması gereken sınırlar belirtilmiştir. Siyaset ve idareye taalluk eden işler de bu alanlardandır. Çünkü her dönemin idari yapısı farklıdır. Buna göre manevra kabiliyeti ve imkânı vermek gerekiyor. Bundan ötürü gerek teferruata taalluk eden idari işlerle ilgili gerekse de en önemli idari makam olan halifenin seçilmesiyle alakalı -çok önemli bir mesele olmasına rağmen- herhangi bir nassın bulunmadığını görürsünüz. Bu alan nerdeyse tamamen içtihat alanı olarak bırakılmıştır. Sadece bazı asıllardan bahsedilmiştir. Mesela dört büyük halifenin seçilmelerine bakın, dördü de farklı yollarla seçilmişlerdir.
Gayrı İslami bir sistemde siyasete girmek ve seçimlere katılmak “ Hüküm ancak Allah`ındır” ve “Allah`ın hükmüyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir” ayetleri çerçevesinde değerlendirildiğinde küfür olmuyor mu?
Kur`an-ı Kerim`deki ayetler tefsir edildiğinde ayetlerin sadece zahiri manasına bakılarak hüküm vermek kadar tehlikeli bir husus yoktur. Âlimler ayetleri tefsir edip hüküm çıkarırken, ayetin ne zaman ve hangi mesele hakkında indiğine dikkat ederler. Zira bu iki husus göz ardı edilerek verilecek bir mana ve hüküm kesinlikle yerinde olmayacak ve yanlış sonuçlara götürecektir. Bile bile Allah`ın hükümleri dururken, başka hükümleri kabul etmek tabii ki küfürdür. Ancak sizin amacınız Allah`ın hükümlerini ikame etmek ise ve bu amaçla küfrü zayıflatmak gayesiyle gayri İslami bir siteme dâhil olmuşsanız bu çok farklı bir boyut kazanır.
Müslümanların sürekli zaman, mekân ve muhataplarının durumlarına göre pozisyonlarını değerlendirip İslam`a daha iyi hizmet etme yollarını tespit ederek faydalanmaları gerekmektedir. Gayri İslami bir sistemde yaşamak bu durumu değiştirmez. Tam aksine sorumluluğumuzu artırır.
Müslümanlar Allah Teâlâ`nın dinine hizmeti en iyi şekilde nasıl yapmaları gerekiyorsa şer`i hudutlar içerisinde kalmak şartıyla yapmakla mükelleftirler.
Sistem içi mücadelede ölçüt normal koşullarda imkân olduğu sürece en doğrusu Allah Teâlâ`nın indirmiş olduğu hükümlerin kendisine tamamen uymakladır. Ancak bu mümkün değilse o zaman bu imkânları oluşturmakla mükellefsiniz.
Bakın İslam fıkhında şöyle bir kaide vardır.“Eddaruratu tubihul mahzurat. (Zorunluluk sakıncalı şeyleri mübah kılar.)”
Mesela İslam fıkhına göre normal koşullarda Müslümanlar bankalarla muamele edemezler. Çünkü bankalar sadece faiz için kurulmuşlardır. Hatta meşru bir iş için dahi muamelede bulunulmaması gerekiyor. Böylece onları desteklemiş olursunuz. Ancak günümüzde bankalardan havale etmek zorunda kalıyorsunuz ya da ticarette nakit değil bankalar üzeri çalışma zorunluluğu var ya da maaşınızı oradan çekmek zorundasınız, sınava girecek parayı oradan yatırmanız gerekiyor vb. muamelatlar. Böyle zaruri durumlarda bütün âlimler zorunluluktan ötürü cevaz vermişlerdir. İşte buna zaruret fıkhı deniyor.
İşte aynı şey siyaset içinde geçerlidir. Normal koşullarda Gayri İslami bir sistemde Allah`ın indirdiğiyle hükmetmeyen meclis veya benzeri bir yapıya iştirak etmek haramdır. Onları kabul etmek onlara rıza göstermek, onların yaptığını kalben beğenmek ise küfürdür.
Ancak o sistemi değiştirmek, doğrusunu göstermek, az da olsa gayri İslami uygulama ve kanunlara engel olma niyetiyle iştirak etmek ise duruma göre ya mubahtır ya da vaciptir…
Bu hususta muasır İslam ulemasının cumhuru da ittifak etmektedir ki, icma yoksa cumhura tabi olunur:
“...Müslümanın kendi şahsiyeti veya genel olarak Müslümanlar için faydalı olacak bazı cüz-i meselelerde küfür sisteminden faydalanmak caizdir. Kesinlikle bu küfür sistemini kabullenmek veya bu sisteme razı olmak manasına gelmez. Buna delil olarak; Resulullah`ın amcasının himayesine razı olmasını veya Taif dönüşü Abdullah bin Uraykıt`ı himayesine girmek amacıyla Müt`im bin Adiy`e göndermesi ve onun himayesinde Mekke`ye girmesini gösterebiliriz. Bu himaye 3 yıl sürmüştür. Bunun dışında Resulullah`ın ashabı da müşriklerin himayesine girmiştir...”(Abdulkerim Zeydan, Mufassal, Cilt:12 Sayfa:140)
“...Bu da gösteriyor ki Müslümanın imanına zarar vermediği sürece İslam`ın ve Müslümanların maslahatına olacak cüz-i meselelerde küfür sistemlerden yararlanılabilir. Buna binaen küfür devletinde (veya küfür sistemiyle yönetilen devlette) Müslümanlara seçme hakkı veriliyorsa Müslümanların kâfir bile olsa haklarını savunacak, onların devlet içinde veya dışında maslahatlarını gözetecek veya en azından onların aleyhine olmayacak adayı seçmelerinde bir beis yoktur. Eğer Müslümanlara seçilme hakkı da verilmişse Müslümanlar Müslüman bir adayı seçebilir veya böyle bir hak yoksa ehvenuşşerreyn kaidesi gereği tercihlerini “zararı az, faydası çok” kişi yönünde kullanabilirler…
Aynı şekilde Müslümanların belediye seçimlerine veya cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmaları da caizdir. Çünkü Müslümanların bu gibi seçimlere girmesi bir ihtimal (kazandıkları takdirde) faydalarına olacakken seçimlerden uzak durmaları ise o faydanın zayi olmasıyla beraber kim bilir belki birçok kötülük ve zorluğa kapı aralayacaktır.”(A.g.e. 142)
Allame Yusuf el Karadavi de bu hususla ilgili bir soruyu şöyle yanıtlıyor:
"Soru: Müslüman şahsiyetin veya İslami bir cemaatin sosyalist, liberal, diktatör, krallık, laiklik, askeri kanunlar veya İslam adı altında diğer küfri kanunlarla yönetilen bir yönetimde bakanlık veya benzeri siyasi makamlarda görev almasının hükmü nedir? Müslümanların kendi aralarında ihtilaf ettikleri kiminin haram kiminin helal ve kiminin de tafsilata girdiği bu meseleyi aydınlığa kavuşturabilir misiniz?
Cevap: Hiç şüphe yok ki asıl olan “Onların arasında Allah`ın indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma!” (Maide 49) emriyle Allah`ın hükmünü uygulamakla yükümlü kılınan Müslümanın bu gibi sistem ve yönetimlerde görev almamasıdır. Ancak bazen şer`i bazı sebeplerden dolayı asıl terk edilebilir. Bu sebeplerden bir kısmı şunlardır:
- Müslümanın gücü nispetinde zulmü ve kötülüğü azaltması bir diğer deyişle asgari dereceye indirmesi dini bir vecibedir. Bundan dolayı Müslüman elinden geldiğince herhangi bir yolla mazluma yardım, zayıfa destek çıkma, zor durumda olanı kurtarma veya günah dairesini daraltma adı altında zulmü ve kötülüğü ortadan kaldırmalı veya en azından azaltmaya çalışmalıdır.
Allah Teala Kuran-ı Kerim`de “O halde gücünüz yettiğince Allah`tan korkup sakının…” (Teğabun 16), “Allah hiçbir nefsi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutmaz” (Bakara 286) diye buyurmuştur.
Resulullah (sav) döneminde İslam`ı seçen Necaşi memleketinde İslam hükümlerini uygulamamasına rağmen Resulullah`ın bu konuda kendisini azarladığıyla ilgili hiçbir rivayet bulunmamaktadır. Meşhur “Ya hep, ya hiç” sözüne gelince bu söz İslam anlayışıyla çelişmekte ve hayat şartlarına (vakıaya) ters düşmektedir.
- Müslümanın ehvenuşşerreyn veya ahaffuzzarareyn (zararların hafifini tercih etme) kaidesine uyarak iki kötülükten büyük olanını def` edip küçüğünü tercih etme veya iki iyilikten büyük olanını gerçekleştirip küçük olanını terk etme adına siyasete atılmasında hiçbir sorun yoktur. Resulullah (sav) sırf yanlış anlaşılmaması için Hicr-i İsmail`in Kâbe`ye ilhakı gibi hayırlı bir işten vazgeçmiştir.
- İdeal olanı vakıaya indirgenmelidir: Bu minvalde birçok kaide vardır. “Zaruretler haramları mubah kılar”, “Zorluk kolaylığı gerektirir”, “Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur”, “Sıkıntı kaldırılır” gibi kaideler bunlardan bazılarıdır. Kuran-ı Kerim` de “Allah sizin için kolaylığı diliyor, zorluğu değil” ayetiyle de İslam hükümlerinin kolaylık üzerine bina edildiği belirtilmiştir.” (Fetawa muasıra)
“...Allah`ın sünnetlerinden biri de tedriciliktir. Her şey başta küçüktür. Daha sonra aşamalı bir şekilde büyür ve güçlenir. Örneğin insan akıl baliğ bir şekilde doğmaz. Bilakis Allah`ın sünneti gereği başta süt içen bir çocukken sonraları sütten kesilir ve buluğa doğru yol alır. Ve geçirdiği onca evreden sonra en nihayetinde yaşlanır ve ölür. Aynı şekilde kolaylık dini İslam da tedriciliği benimsemiştir. Bunu bazı hükümlerin, Allah`ın rahmetinin bir göstergesi olarak, aşamalı bir şekilde farz veya haram kılınmasından anlayabiliriz. Aynı şekilde Müslümanın en büyük hedeflerinden biri olan İslami sistem ve yönetimi kurmak da bu şekildedir. Çünkü böylesi bir sistemi bir anda kurmak çok zor ve hatta neredeyse imkânsızdır. Bundan dolayı Müslümanın tamamen kat edemese bile en azından bu yolda ilerlemesi ve elinden geldiğince kısmi bir şeyler gerçekleştirmesinde hiçbir sorun yoktur. Bilakis Ömer bin Abdulaziz ve benzerleri gibi kendisinden sonrakilere kapı aralaması ve onları buna teşvik etmesi bakımından önemli bir iştir...”(Münir Muhammed Gadban, Nebevi Hareket Metodu)
“..Bundan hareketle gayri İslami (cahili) sistemlerde demokrasi, İslami hareket için diktatörlük ve benzerlerinden daha faydalıdır, diyebiliriz. Çünkü demokraside özellikle ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü vb. adı altında Müslümanların yapabileceği çok şey vardır. Bundan dolayı demokrasi diğer gayri İslami sistemlerle karşılaştırıldığında davanın büyüyüp yayılması için daha uygundur...”(a.g.e.)
“...Bazen İslami hareket cahiliyeyi kökünden kazıma gücünü kendinde bulamayabilir. Bilakis siyasi ve sosyal bazı sebeplerden dolayı İslami hükümeti kurma amacına yasal kurumlarla, seçimlerle veya benzeri yollarla ulaşmaya çalışır...” (a.g.e.)
İslam tarihinde gayri İslami bir sistemde yönetime iştirak edildiğine dair örnekler var mı?
Tabii ki.. Mesela en çok kullanılan delillerden birisi Kuran-ı Kerim`de kıssaların en güzeli diye tabir edilen Hz. Yusuf meselesidir. Hz. Yusuf ‘un kendisi gayri İslami bir sitemde -Allah`ın emriyle- vezir olmuştur. Hatta kendisi bunu o zamanın devlet başkanından bizzat istemiştir. Bir nevi kendisini seçmesini istemiştir.
Ancak bazıları “Hz. Yusuf bizim için bir örneklik teşkil edemez, çünkü onun şeriatı farklı, bizim şeriatımız farklıdır” derler. buna ne dersiniz?
Bu tarz bir yaklaşım ilk bakışta doğrudur. Ancak şu durum göz ardı edilmektedir. Biz asli bir meseleden bahsediyoruz. Şeriatlara göre değişmemiş bir asıldan bahsediyoruz. Hz. Yusuf zamanında hüküm sadece Allaha ait değil miydi ki, böyle bir yaklaşım sergilensin. Hükmün sadece Allah'a ait olduğu, sadece Allah`a ibadet edilmesi gerektiği gönderilen bütün peygamberlerin insanları çağırdıkları asıl meseledir. Ayrıca dikkat çekici başka bir husus da “Hüküm Ancak Allah`ındır” ayetinin de bizzat Yusuf suresinde geçiyor olmasıdır. Yukarıdaki yaklaşım, cüzi meselelerle ilgilidir. Mesela Tevrat`ta Yahudiler için iç yağları haram kılınmıştı. Ancak bu bizim şeriatımızda serbest kılındı. Diğer değişken bütün hükümlere baktığınızda hepsinin feri meseleler olduğunu görürsünüz. Ama bizim bahsettiğimiz asli bir meseledir.
Şimdi bütün bunlara bakılınca nasıl olur da Yusuf (as)`ın şeriatının başka olduğu söylenerek hüküm meselesi bunun altına yerleştirilebilir!.. Bu hiç tutarlı bir yaklaşım değil.
Peki, Peygamber Aleyhisselam`ın, dönemin meclisi hükmündeki Darun Nedve`ye davet edilmesi, ancak peygamberimizin bunu kesin bir dille reddetmesi durumu söz konusu... Bununla ilgili neler söylersiniz?
Darun Nedve`nin o zamanın Mekke`deki pozisyonuna iyice baktığınızda halkın bütününün iradesinin yansıtıldığı bir yer olmadığını görüyorsunuz. Dar oligarşik zümrenin meclisidir orası. Peygamberlikten sonra da tamamen İslam karşıtlığı üzerinde bir pozisyon aldığını görürsünüz. Ancak Hz. Yusuf örneğine baktığınızda nispeten kendinizi ifade edebileceğiniz ve asli değerlerinizden taviz vermeden İslam`ın lehine kararlar alabildiğiniz bir yaklaşımın olduğunu görürsünüz. Demek ki asıl mesele, gayri İslami sistemi İslam`ın lehine kullanabileceğiniz bir ortamın oluşup oluşmama meselesidir.
Bir diğer delil de Necaşi`nin Müslüman olduktan sonra tamamen gayri İslami Hıristiyan bir mecliste Allah Resulü`nün izniyle liderliğini sürdürmesidir.
Bu konuyla ilgili, Moğol ve Tatarların istilaları döneminde yaşayan iki büyük âlim İbn-i Teymiye ve İz b. Abdüsselam`ın günümüze ışık tutan fetvaları da çok mühimdir. Kendileri yaşadığımız zamana benzer bir süreçte yaşadıkları için fetvaları bizim için büyük önem arz ediyor. İbn-i Teymiye`nin siyaset fıkhındaki fetvaları İhvan-ı Müslimin`den başlayıp bu güne gelen birçok İslami hareketler tarafından da kullanılagelmiştir. Bu hususta İzz bin Abdusselam`ın Kawaidul Ahkam ve İbni Teymiye`nin Mecmuatul Fetawa ve Minhacus Sünnetin Nebewiyye isimli eserleri çok net fetvalar içerir.
Bakın, ciddi manada Müslümanların ilk toprak kaybı Endülüs`ün Haçlılar tarafından istilası ile olmuştur. İlk defa bir memleket Müslümanların memleketi iken kâfirlerin galebesi oluşmuş kâfirler tarafından istila edilip ele geçirilmiştir. Ve o zamana kadar da bu tarz bir vakıa ile karşı karşıya kalmamış olan ulemanın böyle bir durumda nasıl davranılması gerektiği ile ilgili fetvalarına rastlayamıyorsunuz. Nas`ta da bununla ilgili açıkça deliler olmadığı için iş tamamen o dönemin âlimlerine kalıyor.
Haçlılar Endülüs`ün bazı bölgelerini, mesela Sakaliyye Adası`nı istila edip gücü tamamıyla ellerine geçirdikleri bir dönemde Müslümanlara dinlerini yaşamalarına izin vereceklerini ve isterlerse Müslüman bir kadı atayabileceklerini söylemişlerdir. Zamanın ulemasına böylesi bir sistemde bunun fetvasını sorulduğunda, en azından küfrün önünü açmamak ve sistemi yavaş yavaş değiştirme gücüne sahip olmak anlamında bunu kabul etmelerini istemişlerdir. Bu konuda büyük maliki alimi İmam Mazeri`nin fetvası mühim bir yer işgal eder.
Gayri İslami bir sistemde parti kurmak ve meclise girmek mevcut sistemi meşrulaştırmak, onu desteklemek, bekasını sağlamak anlamına gelmez mi? ona muhalif kalmak onu daha fazla zayıflatmaz mı?
Doğrudur, bu yaklaşımın o tarz zararları şüphesiz ki var. Ancak tam da burada muvazene fıkhı devreye giriyor. Hangi taraf daha ağır basıyor ve İslam`ın ve Müslümanların faydasına olacaksa ona göre hareket edilir. Eğer sistemi meşrulaştırmak, İslam cemaatinin müntesiplerini veya bazılarını sisteme entegre etmek ve İslami olmayan sistemin daha fazla galebesini sağlamak gibi sonuçlara sebebiyet verecekse bundan kesinlikle kaçınmak gerekir. Ancak Müslümanların güçlenmesini sağlamak daha da ilerlemesini sağlayacaksa küçük bir zarara karşı büyük fayda getiriyorsa İslam ve Müslümanlar için bu küçük zararı irtikâp etmekte bir problem yoktur, bilakis terkinde sorun vardır.
Müslümanların siyasete atılmalarını gerekli kılan bir diğer sebep gayri İslami (İslam düşmanı) bazı partilerin halkı Müslüman devletlerde başa geçmeye çalışması veya bunu başarmış olmalarıdır. Bu gibi durumlarda Müslümanlara düşen kâfir ve münafıkların başa geçmesini engellemek amacıyla, İslami akideyi kendine esas edinmiş planlı projeli İslami parti kurmalarıdır. Ancak bu şekilde medyası, eğitimi ve ekonomisiyle tüm güçlerini, ümmeti, yürüdüğü yoldan çevirmekte kullanan bu gibi zalimler engellenebilir.
Siyasetten uzak durmayı kendilerine şiar edinen ve bununla beraber İslami bir yönetimin oluşturulması ile ilgili başkaca muteber bir çalışma içerisinde bulunmayan Müslümanlara gelince; bunlar ya İslam'ı anlayamamışlardır veya İslam ahkâmını haykırmaktan korkuyorlar. Unutmayalım ki bazılarının dediği gibi siyasetten uzak durur ve siyaset alanını İslam düşmanlarına terk edersek arkamızda zalimlere boyun eğen, yenilmeye mahkûm, korkak ve pısırık bir nesil bırakmış olacağız. Bu şekilde yetişen bir nesil de dünya sorunlarından uzak kalır, Allah'ın ıslahını emrettiği dünyayı müfsit ve bozguncuların ellerine verir ve onların insafına terk eder. Hâlbuki tüm peygamberler dünyanın ıslahı için gönderilmiştir. Yüce Rabbimiz Kuran-ı Mübin`de şöyle buyurmaktadır: “Ve ıslahından sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın.” (Araf 85)
İşte o zaman ümmet şu anki zilleti üzerine devam eder ve öz evlatlarını küfre kaptırır.
Bu anlam ve şartlardaki vacip siyasetten uzak durmakla beraber başka Müslümanların da siyasete atılmasını engelleyenlere gelince, bunlar iki hata işlemişlerdir. Birinci hata, siyasetten uzak durarak Müslümanları İslam düşmanlarının insafına terk ettikleri için; ikinci hata ise, diğer Müslümanları mesuliyetlerini gerçekleştirmekten alıkoydukları içindir. Kim bilir, belki de kendisi için farzı (siyasi mesuliyetlerini) terk ettikleri şey nafiledir.
Gayri İslami bir sistemde yürürlükte olan İslam`ın kabul etmediği uygulamalar var. İktidar olunması durumunda bu uygulamalar ne olacak? Bir de yeni kanunlar eklenmek istense, mesela yerel yönetimlerde içki büfeleri açmak isteyen kişilere izin verilmesi durumu gibi, buna karşı tutum nasıl olur?
Fıkıhta şöyle bir kaide var “Yuğteferu Fil Beka-i Me le Yuğteferu Fi-l İbtidai (Başlangıcına izin verilmeyecek bir uygulama yürürlükte ise müsamaha gösterilebilir)” Buna göre siz bir sistemi yeni oluşturduğunuzda burada gayri hukuki gayri meşru bir şeye izin vermemelisiniz. Buna cevaz verilmez. Ancak sonradan müdahil olduğunuz bir sistemde gayri meşru bir husus yürürlükte ise ve bunu değiştirecek gücünüz yoksa düzeltme imkânı elde edene kadar yapılan şeylerden siz mesul olmazsınız. Yani İslam topraklarına kâfirler akında bulunur ve istila ederlerse, oluşturacakları yeni sisteme rıza gösterilmez ve engel olunmaya çalışılır. Ancak Müslümanların sonradan gelmiş olduğu veya iyice zayıflayıp küfrün çoktan hâkim olduğu bir sistemde ve mücadelenizi yeni başlatıyorsanız bir anda bunların tümünü değiştirmekle mükellef olmazsınız. Burada yapılacak şey güçlenmektir. Güçlenene kadar yaptıklarından insan zorunlu yapması gereken irtikâp etmesi gereken şeyler varsa bundan ötürü mazur olmuş olur. Mesela yerel yönetimlere gelmişseniz içki ruhsatı vermemekte diretirsiniz. Ancak onların kapatılması ile alakalı bunu bir sürece yayarsınız. İmkân varsa bunu kanunun size vermiş olduğu yetkiler çerçevesinde yapmaya çalışırsınız.
Gayrı İslami sistemlerde karşılaştığımız problemlerden biri de İslami olmayan zihniyetle ilgili dayatılan yeminler hususudur. Mesela Meclis`te okunulması gereken yemin vb... Buna ne cevap veririsiniz?
Önce yemin nedir, ne üzerine yemin edilirse bu yemin sayılır, bunu irdelemek lazım. Allah adına yapılmayan yeminin İslam hukukunda bir bağlayıcılığı yoktur. Fıkhi olarak bunu yemin kapsamında değerlendirmek doğru olmaz. Ama meclisteki yemin, akideye taalluk edecek bir küfür sözü değil midir, diye düşünülebilir. Yani gayrı İslami zihniyetin ilke ve inkılaplarına bağlı kalınacağına dair söz söylemek küfür sözü olarak değerlendirilebilir. Bu tabii ki, risklidir. Zaten yemin değil de asıl tehlikeli olan husus budur. İfadenin kendisi tehlike içeriyor. İşte bunun ara yolunu bulmak anlamında, yemini kişi kendisi söylemiyor da o makama gelen meclisteki milletvekillerin mazbatasını alması için okuması zorunlu olan bir metin olarak okuyor, şeklinde anlayabiliriz. Yani “anayasanın veya kanunun şu maddesinde geçtiği üzere milletvekili seçilmiş kişinin mazbatasını alması yani resmiyet kazanması için şu metni okuması gereklidir” diye söylenebilir. O sözü söylemek değil de lafzı ifade etmek zorunda kalınmıştır, şeklinde bu iş bağlanabilir. Kasıt önemlidir. Ve bu zarurete girmiş olur. Siz, İslam'a uygun bir sistem için uğraşırken, Allah`ın omzunuza yüklemiş olduğu yükümlülüklerinizi yerine getirmeye çalışırken, zarureti kullanmakla karşı karşıya kaldığınızda bunu kullanabilirsiniz. Bunu kullanmak caiz olur, hatta bazen duruma göre vacip olabilir.
Bu duruma benzeyen, İslam Tarihinde Necaşi ile ilgili şöyle bir olay geçmektedir. İbni Kesir`in El Bidaye wen Nihaye`sinde geçtiği üzere Necaşi Müslüman olduğunda durumu Peygamberimize bildirip ne yapması gerektiğini soruyor. Peygamberimiz ülkesinin başında kalmasını istiyor. Ancak zamanla etrafındaki yardımcıları Necaşi`nin Müslüman olduğundan şüphelenip ayaklanma hazırlıklarına dahi girişiyorlar. Bunu hisseden Necaşi onları çağırıyor. Önceden yakasının altına görülmeyecek şekilde “Hz. İsa ve Hz. Muhammed Allah`ın kulu ve resulüdür” ifadesinin yazılı olduğu bir metin bırakıyor. Sonra onlara Ne istiyorsunuz? Problem nedir? Diye soruyor. Onlar da İsa`nın dinini bırakıp Muhammed`e tabi olduğun ile alakalı söylentiler olduğunu söylüyorlar ve bunu kabul etmeyeceklerini ifade ediyorlar. Necaşi` de, siz ne söylüyorsunuz, sizin görüşünüz nedir? Diye bir soru soruyor. Etrafındakiler “biz İsa Allah`ın oğlu olduğuna inanıyoruz” Bunu söylediklerinde, Necaşi elini yakasının üstüne koyup yakasının altında bulunan o ibareyi kast ederek; “en doğrusu budur, bunun üzerine bir söz söylemem” diyor. Kastı kendi yakasında yazılı bulunanı ifade eder. Hz. İsa`nın da, aslında Allah`ın oğlu değil Allah`ın kulu olduğu, Resulü olduğu ve Muhammed (a.s)`ın da resul olduğunu ifade eder. Ama karşıdakiler, kendi sözlerini tasdik ettiği şeklinde anlıyorlar. Evet, tasdik ettiğini sanıyorlar, bir nevi tevriye yapmış oluyor. Peygamber (a.s)`a ulaştığında aleyhinde bir şey söylememesi, onun doğru olduğunu gösteriyor, ikrar ettiğini gösteriyor ki, ikrarda sabit sünnettir.
Buna göre, değiştirecek imkanı elde edene kadar, bu tarz bir sözü mezkur kasıtla kullanmakta bir beis yoktur. (İLKHA)