Trajikomik Hatıralar
Besmele, hamd, selam ve dua ile…
Hayatı tiye almak, gırgır, şamata ile hayatını idame etmek elbette bir Müslümana asla yakışır bir davranış değildir. “Kıssadan hisse almak aklın icabıdır.” Kur`an`da kıssa bulunur. Peygamberimiz (S.A.V) kıssa anlatırdı. Meşayıh-ı Kiram; ibretlik kıssalarla eserlerini ve tabilerinin kalplerini süslemişlerdi… Hz. Ömer (RA): “Hatırladıkça birisi için ağlar, diğeri için gülerim” buyurmakla anılardan aldığı ibreti izharla birlikte, onlardan ibret almayı da bizlere telkin etmiştir. Bizim anılarımız da, hatıralarımız da bu manadadır. Yani gülüp eğlenmek için yorumsuz kaleme alınmamıştır.
Cezaevleri toplumların aynasıdırlar. Bir toplumu tahlil etmek isteyen cezaevlerini incelemelidir. Toplumumuzu incelemek isteyen, kıssadan hisse almak isteyenler için, işte birkaç ibretlik vaka…
Cezaevine girdiğimin ertesi senesinden itibaren; İslami davalardan yatanlardan ziyade, daha çok adli davalardan yatanlarla kalmayı tercih ettim. Onlara, iman, İslam konusunda yardımcı olmaktı gayem. Tabi kendi çapımda, İbn-i Abbas`ın (RA):” ilimden bir şube öğrenmek sabaha kadar nafile ibadetten bana daha lezzetli gelir.” demesi gibi bana da adli davalardan yatan insanlara; din iman konusunda yardımcı olmak İslami davalarda yatanlarla kalmaktan daha zevkli ve lezzetli geliyor. Aynı zamanda bu durum, bana cezaevinde olduğum gerçeğini de unutturuyordu. Hele bir de işinde başarı elde ettin mi? O zaman dünyanın en mutlu insanı oluveriyorsunuz.
Ancak bu yazımda; hayatımın iftihar tablolarından ziyade; ibret alma namına zindanda karşılaştığım, güler misin ağlar mısın cinsinden olan rezaletleri paylaşacağım ki; insanlar ibret ve tedbir alsınlar.
1999 yılında Türkiye`de belki de bütün bir İslam coğrafyasında; ilk kez genç bir kız; satanistler tarafından, şeytana kurban etmek için öldürülmüş ve ardından da tecavüze uğramıştı. Bu menfur olay yaşandığı zaman ben İstanbul Metris cezaevinde bulunuyordum. Mezkûr olay karşısında içeride, dışarıda olan her insan gibi; benim de tüylerim diken-diken olmuştu. Ah sizi elime geçirsem, size ne yapacağımı bilirim! Demekten kendimi alamamıştım. Olaydan sonra 2009 yılında Bolu F Tipi Cezaevinde bulunuyordum. Bir sabah gardiyanlar kapıma dayanıp (Haydi hazırlan İstanbul`da duruşman var” dediler. Lüzumsuz teferruatları geçtikten sonra; Bizi İstanbul`a duruşmaya götürecek olan cezaevine ait ve adına ring arabası denilen; kabinli ve zırhlı araca binerken, baktım arkamdan iki sakallı genç de geliyor. Ancak onları, benimle aynı kabine koymadılar. Arka kabine aldılar. Yolculuk esnasında; kabinlerin kalın engellerine rağmen: “Nasılsınız, kimsiniz” sorularına muhatap olmuş. Kendimi imkanlar dahilinde tanıtmış; İslami davadan yattığımı da sözlerime eklemiştim. Onlara ise; siz nasılsınız? Sorusundan sonra, kimsiniz sorusunu sormamıştım. Ne de olsa mahkeme nezarethanesinde karşılaşacaktık. Ancak hesaplar tutmadı. Sakallı gençlerin duruşmaları başka mahkemede olduğu için, onları başka bir yerde indirdiler. Ancak İstanbul dönüşünde Ring`ten indikten sonra; gençler bana duyuracak şekilde yüksek ve açık bir ton sesiyle: “Biz oruçluyuz şimdi gider odamızda iftar için yemeğimizi hazırlar, namazlarımızı kılarız. Elhamdulillah” dediklerini duydum. Bunları duymakla birlikte onları (ilmim dahilinde) yadırgadım ve İslami davalardan olmadıklarını da böylece de anlamış oldum. İşin aslını, maksatlarını sonradan öğrenecektim.
Gel zaman git zaman, bir gün hastaneye giderken, Ring`e binmek için beklerken, baktım ki daha evvel gördüğüm iki sakallıdan biri yanımda bitiverdi. Kafa selamıyla selamlaştıktan sonra, pek bir şey konuşmadık ne de olsa aynı Ring`te gidiyoruz; yolda konuşacaktık. Ancak askeri yetkili, bizi kast ederek bunları ön kabine alın, Engin`i de arka kabine… dedi. Şaşkınlığımdan herhangi bir şey söyleyemedim. Hastane dönüşünde benle aynı kabinde bulunan adli mahkûmlara: “Neden Engin`i yanımıza vermediler, dediğimde: “Bu 99`da şeytana genç kızı kurban eden satanistlerin lideri Engin` dir. Şimdi ise tövbe etmiş. O gençlik dönemiydi hataydı” diyerek pişman olduğunu, şimdilerde namazında niyazında biri” dediler. Ring`ten indikten sonra, yüzüne baktım. İslami davadan yattığım için Allah`a hamd ettim. Onun da tövbe etmesine sevindim. Nereden nereye boşuna dememişler, ne oldum dememeli ne olacağım demeli” diye düşünemeden edemedim. O; dönünce ben de dönmüş oldum. Boşluğa masum-masum baktığını gördüm. Bu sahneden kalbim rikkate geldi. Göz yaşlarıma hâkim olamadım. Mahpusluk hayatımda beni en çok duygulandıran ve de düşündüren olay budur.
2013 yılında ağırlaştırılmış müebbetlik gömleğini giymiş olarak yeniden Bolu F Tipi Cezaevindeyim. Cezaevi idaresine müddetnamemiz gelir gelmez hücreye “Beton Tabuta” gönderildim. Düz yatılı, yani normal cezalı iki adli mahkûmun yanına verdiler beni, hücreye vardıktan sonra hoşbeşten sonra arkadaşlara kıble istikametini sordum. Arkadaşların kıble tariflerine sevindim. Belli ki arkadaşlar imanlı. Kısa bir zaman içerisinde namazsız-niyazsız oldukları anlaşıldı. Bu durum da kıble istikametini teyit etmek gerekiyordu ve de ettim de doğru imiş. Geçen günler içerisinde, kendi çapımda arkadaşlara vaaz-u nasihat ediyordum. Bir gün volta atarken, konu içerisinde Halid bin Velid`ten (RA) söz ettim. Ve Hz Halid bin Velid (r.a) şöyle buyurdu, böyle yaptı, şöyle yapar dediğimde, arkadaş duyduğu sözlerden son derece memnun ve mesrur oldu ve ardından yüzündeki sevinçle birlikte: “Bu da sizin arkadaşınız değil mi?” diye sormasın mı(!) duyduğum sözler karşısında ayaklarımın bağı çözüldü ayakta dikile kaldım. Nutkum tutuldu. “Vay canına! Adam daha Halid bin Velid`in kim olduğunu bilmiyor.” Donmuş duraksamış olduğum halde, gayrı ihtiyarı: Evet o da bizim arkadaşımız” sözleri ağzımdan dökülüverdi.
Söz konusu arkadaş; sosyeteyi, türkücü-mürkücüyü, topçu-mopçuyu ………….. en ince ayrıntısına kadar biliyor. Zaman zaman maleyaniliklerini bana da bulaştırmaya/anlatmaya çalışırdı. Ancak ciddi duruşum ve ciddi cevaplarım karşısında; hep hezimete uğradığından, en sonunda hatta en başında mezkûr, menfi işten vazgeçmişti. Adli mahkûmlarla olan diyaloglarımdan; en önemlisi, en önemsediğim, en başa aldığım; ben hiçbir şey yapamasam da, en azından, onların gündemini değiştirebilirim. Kötü çirkin gündemden imana, İslam`a dair mevzuları, onların konuşmalarını onlar üzerinde düşünmelerini sağlayabilirim. Ki âlemlerin Rabbi olan Allah`a hamd ederim. Rabbim beni bu konuda hep başarılı kılmıştır. Gittiğim her yerde her ortamda din, iman, İslam konuşulur. Bunun haricinde başka bir şey konuşulmaz. Konuşma değil, konuşmazlar!
Yine mezkûr arkadaşla volta atarken, bana fıkıh içerikli bir soru sordu. Ben de; Ebu Hanife`ye göre, şöyledir, böyledir. Dediğim de arkadaş da: “Ya sizde de çok acayip isimler var, Ebu Hanife de sizin arkadaşlardan değil mi?” dedi. Bu sefer ben de hiçbir şaşkınlık, bıkkınlık olmadı ve katıla katıla gülerek: Evet Ebu Hanife`de bizim arkadaşımızdır” dedim. Mezkûr arkadaş 40 yaşlarında idi. Daha orjinali ile kelime-i şehadeti bilmiyordu. Getirdiği kudsi kelimenin daha manasından habersiz idi. Nerede kaldı diğerleri.
Daha sonraları buradan ayrılıp B-2-7 ikili hücreye geçtim. Burada görüp, duyup yaşadıklarım bir öncekinden daha trajikti! Burada birlikte kaldığım kişi; 40 yaşını aşmış 19 yıldır cezaevinde bulunan ve bir eşek yükü odun için adam öldürmüş olan bir Karadenizli`ydi. Geldiğimin ertesi günü, bahçede görüştük. Bana hoşbeşten sonra çay ikram etmek istedi. Hatta benim için çay demlemişti. Ancak gel gör ki o gün de ben de oruçluydum. Bunu kendisine söyledim. Ancak bu oruç nafileydi davete icabet de sünnet idi. Arkadaş da bana: Daha oruç vakti çıkmadı mı? Dedi. O an, gündüzün ikisi Ebu Bekir (RA): ben adamın sorduğu sorudan zeka seviyesini anlarım.” demesi gibi, bu adamın bu sorudan anlaşılmış olduğu gibi; pek öyle oruçla ilgili biri olmadığı anlaşılıyordu.
Sonra ki; gün sen namaz kılıyor musun diye sorduğumda ne dese beğenirsiniz: “Ben daha Tasavvuf eğitimini almadım” oldu, çüşşş(!) dedim içimden. Tasavvuf ve namaz; sofilerin eserleriyle nisbeten haşir neşir olmama rağmen, zihnimde her hangi bir ışık yanmadı. Namaz Allah`ın bütün Müslümanlar üzerine farz kıldığı bir ibadet. Tasavvuf ise; Edep ve erkandır. Hüccetu`l-İslam İmam-ı Gazali (ra), kimya-i saadetinde yazdığına göre “Fıkıh insana nasıl namaz kılınacağını öğretir. Tasavvuf ise; kılınan namazın Allah indinde kabul olup olmadığını insana öğretir.” Buna rağmen tasavvuf farz değildir. Tasavvufun farz olan namazın önüne şart olarak ileri sürülmesi beni şaşkınlığa uğrattı, şaşkınlığın verdiği dehşetle; tasavvuf ve namaz ne alaka?” diye sorduğumda, okumakta olduğu kitaptan söz etti. Ben de göster bakayım şu kitabı bir de ben bakayım” deyip beraberce hücresine girdik. Cezaevi kütüphanesinden aldığı cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan cumhuriyet şakşakçısı bir kitap. Muhterem kitap İslamı yermek dinsizliği övmek için kaleme alınmıştı. Şaşkınlığımdan biraz da sinirliliğimden kitabın içine bile bakamadım. Yazarını bilmek bana yetmişti(!) hücresinde üç kitaptan başka kitap göremeyince, gayrı ihtiyari: “Bu senin okumuş olduğun kaçıncı kitap” diye sormaktan kendimi alamadım. Cevabı diğerleri gibi şok edici: “Dördüncü, beşinci kitaptır” Kaç yaşındasınız! “42” Kaç senedir cezaevindesiniz! “19 senedir.” Cezaevi hayatınızda size dinden imandan söz eden hiçbir kimse ile karşılaşmadınız mı? “Karşılaştım.” Ama anlaşılan onlardan hiçbir şey kapamamışsınız diyerek her zaman yaptığım gibi kendi çapımda vaz-u nasihata devam ettim. Yine bir gün volta esnasında konu bütünlüğü içerisinde; şeytan insanı hayallere daldırır. Kalb ve zihin irtibatı kesildiğinde şeytan kalbe oturur, insanı istediği gibi yönlendirir, yönetir. Böyle durumlarda insana cinayetler işlettirir. İnsanın bundan haberi bile olmaz” dediğimde arkadaş voltasını kesip, donmuş kalmış şaşkın ve dehşetli bir vaziyette “inanmıyorum şeytanın insana kötü şeyler söyleyeceğini; şeytan git şunu, git bunu öldür demez” dedi bu sefer ben dehşetten donakaldım. Subhanalallah, e`uzu billahimineşşeytanirraciym bismillahirrahmanirrahiym vay canına haydi senin dinden imandan haberin olmaz kötülüğün sembolü olan şeytandan da mı haberin olmaz(?) ve şeytanı anlatmaya başladım. Ancak geride ……….. benzer sebeplerden; hemen idareyle görüşüp şiddetli bir şekilde beni derhal buradan alın dedim. Hücreye geri geldiğinde kendisinden helallik almak istedim hakkını helal et dedim o da “o da nedir” dedi “hakkım sana helal olsun bu yeterlidir” dedim oda “ben bilmediğim şeyi söylemem” dedi ve gerçekten hak helal etmenin hak olmanın ne olduğunu bilmiyordu. Ve de hakkını helal de etmedi, Alllah beni affetsin (amin).
Şimdilerde yeni bir yerdeyim yeni bir maceradayım yani şu anki yerim olan B-2-7-40`dayım. Yanımda biri Erzurum`dan diğeri Adana`dan namazlarında niyazlarında iki hemşerimle birlikte kalıyorum. Üç Müslüman, üç Kürd geçinip gidiyoruz. Burada anlatacaklarım benden ziyade Doğru Haber Gazetesi camiasını ilgilendiriyor. Şöyle ki yan hücremde (B-2-7-39) Adana`dan hemşerim olan Bülent Özcan kalıyor. Bir gün hücresine misafirliğe gittiğimde, hücresinde bırakmış olduğu Doğruhaber, İnzar, Söz Ve Kalem mecmualarını gördüm. “Sende mi Doğruhaber`e abonesin” dediğimde içten bir ah çekerek “Ah be kardeşim bunlar yüzünden başıma neler geldi bir bilsen” Hayırdır inşaallah ne oldu? Dediğimde başladı anlatmaya: “Ben bunlara (Doğruhaber ve diğerleri) ta Osmaniye T Tipinden beri aboneyim. Ailemi de buna abone yaptım. Osmaniye`de iken gardiyanlarla aramızda her hangi bir sorun problem yoktu. Ta ki Doğruhaber Gazetesi gelene kadar. Gazete geldikten sonra gardiyanlarla aramız bozuldu, bana sorun, problem çıkartmaya başladılar. “Bende nereden biliyorsun bunların Gazeteden dolayı olduğunu” O da: “Çünkü bunu bana söylediler” “Neden Doğruhaber Gazetesini alıyorsun” şunu al, bunu al dediler. Beni ikna edip vazgeçiremeyince beni öldürmeye kalkıştılar” yok daha neler bir gazete yüzünden neden sana suikast tertiplesinler dediğimde: “Ben T`de tekte hücrede kalıyordum. Bize yemekleri plastik kaplara koyarak verirlerdi. Olaydan sonra plastik kapta bir parmak kadar küf bulunduğunu gördüm. Bu da bir suikast çeşididir.” Biyoloji kitabından birtakım sayfalar göstererek okuyarak beni ikna etti ve sözlerine şöyle devam etti: “beni ikna edip bu işten vazgeçiremeyince beni buraya Bolu`ya sevk ettiler. Bolu`ya geldikten sonra ilgili kurumlara konu ile ilgili şikâyet dilekçelerini ve şikâyet mektuplarını yollamak istedim. İdare bana zorluk, problem çıkararak engel oldu. Osmaniye`de olan personel de buradakiler de hepsi de Fethullah`çı, Osmaniye`de benim aileme de sorun, problem yaşattılar. Burada da aynı bakış: niye Doğruhaber alıyorsun şunu al, bunu alsana” dediler.
Şuan için biraz rahatladım; Tayyib ile uğraşmaktan benle uğraşmaya vakit bulamıyorlar”
Bunlar ciddiye alınması ve üzerine gidilmesi gereken iddialar. Bu bir trajedi. Peki komikliği nerede denilirse, pek komik olmamakla birlikte; mezkur arkadaş, simaen ve mizacen çok sert bir tabiata sahip son derece ciddi biri olmasına rağmen, söz konusu olayı anlatırken, veryansınlar şeklinde anlatması ilk etapta beni gülümsetmişti. Bu sebeple bu meseleyi bu şekli ile buraya kaydettim. Şuan itibariyle iş son derce ciddi olup hiçbir komik yanı bulunmamakta.
Buraya kadar anlattıklarım hep adli mahkûmlara dairdi. Birazda çuvaldızı kendimize batırmak gerek, şöyle ki; 2011 yılında, Adalet Bakanlığı lüzumsuz bir şekilde beni Bolu F`den Kandıra T Tipi cezaevine sevk etti. T Tipinde İslami davalardan yatanların kaldığı genişçe bir koğuşa verdiler. Koğuşun genişliği, cana yakın, yüzleri nurlu kardeşlerin varlığı bende tahliye olmuşum hissini uyandırdı. Gayet güzel makul ve makbul sohbetler, dersler, sporlar vb. günlerimizi verimli bir şekilde geçiriyorduk. Bir gün toplu bir halde bulunduğumuz bir anda; herkes Allah`tan istemiş olduğu şeyi dillendirmeye başladı. En son sıra bana geldiğinde: “Rabbimin beni nefsimin şerrinden kurtarmasını diliyorum” dediğimde arkadaşların hayretten, şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmış vaziyette içlerinden biri: “Niye ya ben nefsimden memnunum. Bu nefsimle de cennete girmek istiyorum.” Dedi. Diğer arkadaşlar da bıyık altından bir tebessümle ve baş hareketleriyle arkadaşını onayladılar. Durum böyle tezahür edince; ben de şaşkınlıktan, hayretten dondum kaldım. Nutkum tutulmuş vaziyette kendime: “vay be adamlar İslam davasından yıllardır zindanda yatıyorlar. Ama daha nefisten ve nefsin kötülüklerinden haberleri yok.” Nefisten haberi olmayanın, kendinden haberi, kendinden haberi olmayanın da Allah`tan haberi olmaz. Üstelik o anlarda da adamların gözlerinde küçük düşmüş, küçülmüş zavallı bir cahil oluvermiştim. Acınası bir gözle toplu olarak bana bakıyorlardı. “Mü`min, mü`min`in aynasıdır.” Bakıp da acıdıkları bizzat kendileriydi…
Vesselam
Abdüsselam Tutal
Bolu F Tipi Cezaevi