• DOLAR 34.614
  • EURO 36.352
  • ALTIN 2972.567
  • ...
Sosyalizmin kapitalizme entegre olmasi ve SAHiPSiZ KALAN SOSYAL ALAN
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Abdulkadir Turan - Doğruhaber / Analiz

 

Sosyal yardımlaşmanın kilisenin tekeline alındığı, kilisenin kapitalist sistemin en önemli ayağı haline geldiği Kuzey ve Batı Avrupa`da sosyalizm, 19. yüzyılda bir hayal olarak doğdu. Hayaldi, Batılı ifade ile ütopyaydı, çünkü “vahşi Batı`da” sosyal politikaların yeri yoktu. Sosyalizmin o günkü önceliği işçilerden öte, küçük esnafın hukukunu korumaktı, gittikçe devletleşen, devletleştikçe güçsüzler üzerindeki zulmünü artıran burjuvaya karşı bu kesimin ayakta durmasını sağlamak...

Ne var ki bu tür bir sosyalizm, pek yol almadı. Yahudi kökenli olduğu kesin ancak Yahudi kurumları ile doğrudan bağı henüz karanlıkta olan Marks, sosyalizmi kendi felsefesini işçi kesimleri arasında yaymak için bir fırsat gibi gördü, bu fırsatı sonuna kadar kullandı ve bu ütopyanın bütün mirasına tam anlamıyla el koydu.

20. yüzyıla gelindiğinde sosyalizm artık tam anlamıyla Marksizm olmuş ve zemin kaymasına uğrayarak esnaf kesiminden daha geniş bir kesimi kapsayan işçi kesiminin sözcülüğünü üstlenmişti. Emekleri sömürülen, ruhları öldürülüp bedenleri bir vida değerine düşürülen işçilerin öfkesi sosyalizme can verdi, o ölü ideolojiyi yürüttü ve Rusya`da iktidara taşıdı. Ardından Çin`de Mao, köylülerin de enerjisini sosyalizme yönlendirdi. Sosyalizm 60`lı yıllarda Güney Amerika`da emperyalizme karşı mücadele eden toplumların da önüne kurtuluş ideolojisi olarak kondu. Halklara kurtulmak için sosyalist olmak zorundasınız, dendi. Bu yönüyle sosyalizm, adeta Batı`nın yeni dini olmuş, “kurtulmak için kabul etmek zorunda kalma” bakımından 16. yüzyıl ve sonrasındaki Hıristiyanlığın yerini almıştı.

SOSYALİSTLER KAPİTALİSTLERİN KÜLTÜR KANADI HALİNE GELDİ

Sosyalizmin köylü tarafı hep eksik kaldıysa da işçi hakları ve kurtuluş ideolojisi tarafı canlılığını Sovyet Rusya`nın yıkılmasına kadar korudu.

Sovyet Rusya`nın yıkılmasının ardından sosyalizm kapitalizmle kaynaştı. Bugünün dünyasında bir kapitalizm –sosyalizm çatışmasından söz edilemez.

Sosyalizm sadece uluslararası bloklar düzeyinde değil, partiler ve örgütler düzeyinde de kapitalizme yenildi, kapitalizme boyun eğdi, kapitalist saraylarda devşirildi, kapitalizmin militanı haline getirildi ve kapitalist politikalarda çalışabileceği en uygun alanlarda görev almaya başladı.

Kapitalizm bütün sömürüsüyle devam ediyor. Ne işçi hakları problemi çözülmüş, ne küçük esnaf sorunlardan kurtulmuş, aksine bugün özellikle küçük esnaf gücüne güç katan burjuva karşısında kepenk kapatmak üzeredir. Buna karşı bir sosyalist girişimden söz etmek bile mümkün değil.

Sosyalistler ne düşünce olarak ne mekân olarak işçilerin ve küçük esnafın yanındalar, aksine büyük patronların şirketlerinde “kültür” işlerine bakıyorlar, onların pazar ihtiyacı için gerekli sosyal tespit ve araştırmalarla meşgul oluyorlar ya da onların yine pazar amaçlı gazete ve televizyonlarında başköşeyi tutuyorlar.

Bu yönüyle sosyalistler, kapitalistlerin bir tür kültür kanadı haline geldiler.

Dün işçi hakları üzerinde odaklanan sosyalistler, bugün eşcinsellerin hakları, çevre sorunları gibi konular üzerinde odaklanıyorlar. Eşcinsellik, daha çok bir varlıklı kesim hastalığıdır. Çevre sorunları da kapitalistlerin de artık duyarlılık gösterdikleri bir alandır, hatta “lüks yaşam” kesimi olarak en çok ilgilendiren bir konudur. Geçmişte eşcinsel hakları ile ilgilenen bir sosyalist, “hain”; işçi haklarını bırakıp çevre sorunları üzerinde odaklanan bir sosyalist de “oyuna gelmiş adam” olarak görülürdü. Bugün kim daha çok sosyalistse o, daha çok bu konular üzerinde odaklanıyor.

SOSYAL HAKLARA SAHİP ÇIKMA KONUSUNDA BOŞLUK VAR

Birbirine düşman olarak öne sürülen iki yapı arasında tam bir kaynaşma yaşanıyor. Bu da toplumun sosyal haklarına sahip çıkma konusunda dev bir boşluk oluşturuyor.
İşsizlik, bugün dünyanın en büyük sorunlarından biri.  Anadolu Ajansı`nın Nisan 2015`teki haberine göre Türkiye gibi çevresine göre iyi durumda olan bir ülkede bile resmi işsiz oranı 3 milyon 259 bindir. İstihdam edilen 25 milyon 454 bin kişinin 17 milyon 132 binlik kısmını ücretliler veya yevmiyeliler oluşturuyor.

İslam dünyasının diğer ülkelerinde durum çok daha vahim. Batı`da da durum gittikçe kötüleşiyor.

İşçi hakları hâlâ ihlal ediliyor, ücretler düşük; sosyal haklar günden güne küçülüyor. Bugünün işçisi yirmi yıl öncesinin işçisine göre çok daha zayıf. Eskiden sürekli çalışan bir işçi bir aileye bollukla, iki aileye de dar koşullar içinde bakabiliyordu. Bugün hiçbir aileye tek işçi yetmiyor, bir ailenin iyi geçinebilmesi için en az iki kişinin çalışması gerekiyor.

Sosyal güvenlik, geçmişe göre daha olumlu yönde yol almışsa da fazla çalışmaya karşı hiçbir tedbir alınmamış. İşçiler, kent ortamında işini kaybetme endişesi içinde susmayı seçiyor, daha fazla ezilmeye razı oluyor. Sendikalaşma talebi, işten atılmakla aynı anlama geliyor. Sendikalı işçi sayısı son verilere göre bir milyonun altında, sadece 922 bin sendikalı işçi var Türkiye`de. Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan gibi ülkelerde ise sendika kavramı hiç yok. Buralarda yakın bir döneme kadar işçi olmak, lüks hayat koşullarına ortak olmak anlamına gelirken bugün işçiler, kölelerden farklı değil. Özellikle Bangladeş, Hindistan, Pakistan kökenli vasıfsız işçiler, her tür haktan mahrum çalışıyorlar. 

Küçük esnafın durumu işçilerin durumundan da vahim. Küçük esnaf önce sermaye olarak, sonra sayı bakımından eriyor. Dükkânını kapatan büyük şirketlere işçi olarak geçiyor. Bu yöndeki hiçbir proje, daha fazla kazanma peşinde olan para avcılarını durduramadığı için neticeyi değiştirmiyor. Dün kendi atölyesini işleten bugün başkasının yanında işçi olarak çalışmak zorunda kalıyor.

Doğu`da veya Batı`da, kuzeyde veya güneyde bu kesimlerin sorunlarını kim işleyecek? İslam`ın en büyük başarılarından biri toplumda sınıflaşmanın oluşmasına engel olacak kadar güçlü bir sosyal anlayışı uygulamasıdır. Müslüman toplumlarda hiçbir zaman zengin-yoksul ayrımı iki kesimi apayrı iki sınıfın insanı yapacak kadar belirginleşmemiş. Çünkü 20. yüzyıla kadar İslam dünyasında hangi aksaklık yaşanırsa yaşansın hiçbir zaman yabancı bir ideoloji iktidar olmamış.

Birkaç sosyalist renkli sistem, ardından Suriye toplumu gibi bir toplum bırakarak çöktükten sonra bugün İslam dünyası baştanbaşa kapitalist yönetim altında. Kapitalizm kökleştikçe toplumun farklı kesimleri arasındaki fark da artıyor; Birleşik Arap Emirliklerindeki bir işçi yanı başındaki lüks yaşamı hayal bile edemiyor. Onun tek ütopyası bir sadaka almaktır, onun o sadakayı aşan bir “ütopya”sı bile yok.

Bu ezilen, hor görülen, dilenmek durumunda bırakılan insanların sorunları ne olacak? Bu eninde sonunda siyasi katılım talebi oluşturacak sorunlarla kim ilgilenecek?

İSLAM SOSYALİZMİ VE ANADOLUCULUK DENEYİMİ

1940`lı yıllarda Suriye, Mısır gibi İslam ülkelerinde “İslam sosyalizmi” denen bir akım oluştu. Suriye İhvan-ı Müslimin lideri Dr. Mustafa Sibai`nin öncülük ettiği bu akım sosyalizmin İslam dünyasında işgal etmeye çalıştığı bir alana İslami bir çözüm önerisiyle talip oldu. 

Ancak İslami bir talebi Batılı bir terimle ifade etme talihsizliğiyle ortaya atılan bu akım, isim tartışmalarını bir türlü aşamadı. Aslında önerdiği İslam`ın sosyal adaletiydi. Ama popüler kelimelerle kendini ifade etme eğilimi veya başkalarının akımı o yönde tanıtmak istemesi akımın önünde bir erken barikata dönüştü.

İslamî kesimlerin dikkatini yoksul kesimlere, yoksul kesimin yüzlerini de İslami kurtuluşa yönelten akım, Suriye ve Mısır`da koşulların ağırlaşıp ikinci nesil önderlerin Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi kapitalist ülkelere sığınmak durumunda kalmasıyla düşünsel üretim zeminini kaybetti, ne ismi ile ilgili problemi çözebildi ne de bu çok önemli alanla ilgili uygulamaya dökülebilecek fikirler geliştirdi. Akımın şah eseri merhum Seyyid Kutup`un “İslam`da Sosyal Adalet” kitabı, kendi dalında adeta yalnız kaldı. Bu alan, düşünsel açıdan yeniden cami vaazları düzeyine terk edildi. İran`da Ali Şeriati`nin 1970`li yıllardaki söylemi de eleştirel anlamda ilgi gördüyse de eleştirinin tarihsel boyutlarının incitici olması, güncel boyutlarının ise çözüm kısmına geçmeden tıkanması bu sahadaki bir yol umudunu olumsuz etkiledi.
Aynı dönemde Türkiye`de büyük ölçüde İslam dünyasından bağımsız olarak ve daha çok Fransız sosyalizminin etkisiyle Nurettin Topçu gibi düşünürler tarafından “siyasi Anadoluculuk” fikri dile getirildi. Topçu, Anadolu`nun inanan insanını, iradesini hatırlamaya ve manevi değerlerine önem vererek kalkınma yönünde bir değişime el atmaya çağırıyordu. Bu, Mehmet Akif`in şiirlerindeki toplumculukla birebir örtüşüyordu.

Akif`in Seyfi Baba şiirinde “...Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan/Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer/Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler/Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı/O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları...”  diye tasvir ettiği dünyanın sorunlarına ilgi duymak bakımından yeni bir düşünsel soluktu. Ama bu soluk da milliyetçiliğe bulanmasıyla Türkiye`de kaldı, esaslı bir ekonomik programa dönüşmemesiyle de Avrupa`daki bir tür protestan kalkınmacı anlayışa dönüştü. Karakter bakımından halkçı olan bu fikir, İslami endişeden uzak değerlendirmeciler tarafından “dindar sosyalizm” diye tarif edildi. Oysa tabileri kendilerini sadece “dindar” görüyorlardı. Ne var ki akım, arkasında bıraktığı ünlü birkaç hayır kurumu ötesinde bugün işlevini tamamen devletin sosyal yardımlaşmasına terk etti. O fikirle büyüyenlerin bir kısmı ise zamanla “dindar burjuvazi” ve “elit bürokrat” konumuna sürüklendi.

SOSYAL FİKRİYATIN PROBLEMİ

İslam dünyasında sosyal fikriyatın en büyük problemi, yetersiz ilmi birikim ve tarihsel araştırma probleminden dolayı fikriyatın öncülerinin kendilerini Batılı terim ve örneklerle ifade etmeleriydi. Bu problem, İslami bir zeminin kenarına sürüklenmeye de yol açtı.

İsim sosyalist olunca, İslami denge ihmal edildi, Batı`nın sosyalist işçi hareketleri öfkesi fikirlere yansıdı, yer yer adaletsiz toptancı söylemler kullanıldı. İslami sorumluluklarını yerine getiren takva ehli bir varlıklının hâli, kan emici bir kapitalistin hâliyle özdeş sayıldı. Hz. Ebuzer`den söz edilip Hz. Ebubekir göz ardı edilince ikisi arasındaki kardeşliğin İslam`ın dengesi olduğu unutulunca ve söylem, Batı`nın toptancı, tekçi, ayırıcı, öfkeli söylemine kurban edilince bu fikriyat genişleme alanını kaybetti, heba oldu. Buna düşünsel üretim yapan âlimlerin önemli bir kısmının diktatörlüklerden kaçarken kapitalist emirliklere sığınma zorunluluğu da eklendiğinde fikriyat kendisini yenileyemedi, hatalarını düzelterek yoluna devam etme imkânı bulamadı. Üstelik arkasında bu söylemleri yeniden ifade etmeye karşı bir tür korku iklimi oluşturdu. Arap İslam âlemi, bir zamanlar İslam âleminin diğer kesimlerini soyut iman ve soyut nefis tezkiyesi problemi içinde boğulmakla itham ederken bugün kendisi de soyut akidevî problemlere sürüklendi. Oradan beslenme eğiliminin güç kazanmasıyla, o soyut tartışmalar İslam âleminin diğer kesimlerine de taşındı.

Bugün bu alan hem fikrî üretim hem siyasi söylem bakımından neredeyse açıkta duruyor. Bunun iki neticesi olabilir:

Ya İslam dünyası bu alanı kendi kaynakları doğrultusunda dolduracak ya da alan tekrar gayr-i İslami güçler tarafından kullanılacak ve İslam aleyhinde işletilecektir.
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir