• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...
Sürgün Anılarım - 1
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 
Ziya Gümüş / Tokat / doğruhaber
 
Eşyalarımız Ringten indirildikten ve cezaevi personeli tarafından arandıktan sonra;
Başgardiyan yanımıza gelip sordu: “Siz taraflı mısınız tarafsız mısınız.” Ne de olsa “Bi taraf olan bertaraf olur”du. Said Nursi Hazretleri öyle dememiş miydi? Biz de “Taraf” olduğumuzu söyledik. Başmemurlar ve memurlar arasında gözle görülür bir hareketlilik yaşandı. Bu hareketliliğin sebebi “Taraf” olduğumuzu söylememizdi.
 
Başmemur şaşkınlığını da dile getirdi. “Sizi buraya kim ve niye göndermiş ki? Bu cezaevi taraflı mahkum barındırmaz.” Kalan siyasi mahkumlar da tarafsızdırlar. Biz de Adalet (!) Bakanlığı kararıyla gönderildiğimizi söyledik... Bir süre sonra yanımıza gelen başgardiyan (Bir de beyefendiler(!) kendilerine başgardiyan dememizden rahatsızlar.) 1. Müdür’ün onları görmeden herhangi bir koğuşa vermeyin” dediğini iletti. Bütün işlemlerimiz tamamlanmış birinci müdürü beklemeye başladık. Acaba 1. Müdür  bize ne diyecekti?
 
Derken 1. Müdür elleri arkasında; arkasında da iki başgardiyan olduğu halde, yanımıza bir general edasıyla geldi. Ayakkabılarımızdan başlayarak tepemize kadar bizi süzdü. Üzerinde adab-ı muaşeret namına edindiği hiçbir malumatın eseri gözükmüyordu. “Nerden geldiniz? Niye geldiniz? Taraflı mısınız?"
 
Kopya çekerek Müdür olunur mu bilmem ama olunuyorsa kopya çekerek, bir koltuk kapmıştı. Sonradan anlayacaktık ki o hiç de el-Hazret gibi düşünmüyormuş. Onun “Hayat Felsefesi” ayrıydı. Ona göre taraf olan ber taraf olurdu. “Bu cezaevi taraflı mahkum yeri değil burada ne işiniz var” dedi.
 
İsteğimiz dışında Bitlis Cezaevine sevkedildiğimiz için... Adalet Bakanlığı adında bir Bakanlığa -Nakil talebiyle- dilekçe yazma hakkımız vardı. Bu sevk ile üçümüz de ailelerimizden uzaklaşmıştık.. Ailelerimize yakın bir cezaevine sevkedilmemiz için dilekçe yazdık.
 
Birkaç gün sonra bir gardiyan elinde bir kağıt olduğu halde kapımıza geldi. Ve üç kişinin sevkinin çıktığını söyleyip isimlerimizi okudu. Söylem, zaman, şekil, rutin bir sevke benzemiyordu. Sevklerimizin nereye çıktığını sorduk. “Bilmiyorum” dedi. Oysa ki normal sevklerde nereye çıktığını söyleyip imza alırlardı.
 
1.Müdürle görüşüp sevklerimizin nereye çıktığını sorduk. Güvenlik  nedeniyle söylemeyeceğini yarın sabah yola çıktığımızda söyleyeceğini endişe etmememiz gerektiğini dilekçelerimizde yazdığımız şekilde ailelerimize yakın bir yere sevkimizin çıktığını söyledi.
 
Xwedê bela xwe bidyê u ninelerimizin de dediği gibi Çapli li bin çeng keto ertesi gün bize sevklerimizin Tokat ve Trabzon’a çıktığını söyledi... Beraberimizde sevki Trabzon’a çıkan kardeş müdüre “Trabzon, Batman’a nasıl yakın” diye sordu. Müdür soruya soru ile cevap verdi. “Yakın değil mi”?
 
Bize yapılan zulmün detaylarına girmeyeyim. Birilerinin bunu anneme anlatmalarından korkuyorum. Ancak şunu söyleyeyim. Bize bu zulmü yapan, sebeb olan gardiyanından müdürüne zulüm bakanlığından taraf olmayı seçerek tavsiyesini yerine getirdiğimiz el-Hazret’e kadar... eğer bizler onlara haklarımızı helal etmezsek dedelerimizin deyimiyle “Em li wan fihêl nekin” onların sırat köprüsünden geçme ihtimalleri 10 milyon da sıfırdır. Bu böyle biline.
 
12 Temmuz seçimleri öncesi Ona bir mektup yazmış ve şöyle demiştim. Çıraklık döneminizde aileme yakın 50-60 km uzaklıktaki cezaevlerindeydim. Kalfalık döneminizden önce ailemden 150 km ardından da 250-300 km uzaklığa düştüm. Yine kalfalık döneminizde ailemden tam olarak 683 km uzaklıktaki bir cezaevine gönderdiniz istatistikler hiç hayra alamet değil. Acaba ustalık döneminizde beni nereye göndereceksiniz...
 
Bir günün sabahında sevk mağduru kimliklerimizle peygamber ocağı ve peygamberle aralarında en az 683km. fark bulunanlarla yola çıktık. Onların zulümlerini de geçelim. Peygambere kurban olasılar. Oğlum bile İstanbul’u görmüşken ben sevk günümüze kadar 35 yılımı Kürt diyarında geçirdim ve hiç çıkmamıştım. 35 yıl boyunca oranın suyunu içtim oksijenini teneffüs ettim.
 
KELEPÇELI ELLERLE SÜRGÜNÜN TADINI ÇIKARMAK!
Bu sürgün sayesinde hiç görmediğimiz duyduğumuz okuduğumuz il ve ilçeleri görecektik. Ringin minnacık penceresinden kelepçeli ellerimizle bir yere tutunmaya çalışarak sürgünün tadını çıkaralım dedik. Yerimizin darlığını ringin içini anlatmayayım çünkü bizim duygusal bakanları ağlatma gibi bir derdimiz yok.
 
Kelepçeli ellerimizle virajlı yollarda bir yere  tutunup dışarıyı izlemek maharet ister. Bir virajda bir frende veya vites değişikliğinde birbirimizin üstüne düşüyorduk. Bu bizim için sürülmenin eğlence tarafı olmuştu adeta.
Şoförler yolcu olarak bir arabaya bir otobüse bindiklerinde şoförleri eleştirmekten geri durmazlar. Mesela şoför bir frene bastımı tepkilerini hemen dile getirirler.
-"Ev kê ev ehliyet daye te ji qesap siten diye."
Tercümesi: “Sana bu ehliyeti kim verdi. Kasabtan mı aldın?”
 
Şoför kimliğimizle biz de şoförümüzü zaman zaman daha yumuşak eleştiriyoruz. Ahlat’tan ve Adilcevaz’dan geçtik. Görülmeye değer iki güzel yer olarak kayıtlarımıza geçti. Bu iki ilçeden yararlanmamız aç bir insanın lokantanın önünden geçerken güzel leziz yemeklere bakması gibi oldu. Neredeyse İstanbul kadar merak ettiğim Patnos’u da gördük. Patnos, Patnoslular kızmasın ama görülmeye değmez bir yerdi. Kürtçemizle bir qelaçtı Patnos.
 
Patnos’u geçip Ağrı’ya doğru yola devam ediyoruz. Ağrı cezaevine adli bir mahkum bırakacaktık. Ağrı il sınırına girdikten sonra  dünyaya açılan ringin penceresinden hilali gözetleyen Müslümanlar gibi. Ağrı Dağını gözetlemeye başladık. Üçümüz de Ağrı Dağını görmemiş haliyle de merak etmiştik. Nerede başı dumanlı bir dağı gördüysek "aha işte Ağrı Dağı" dedik. Ya şu daha yüksek  ma’ruf Ağrı Dağı o olsa gerek Ağrı’da çok dağ gördük. Ancak ma’ruf Ağrı dağını göremedik.
Ağrı Dağı ve çevresi tam bir qelaç, şaxur, çiya ve rut idi. O muhterem seydamın şiirinden bir beyit hatırladım.
 
Ê go ev `êrda reş şaxur û kevr u gelş.
li ber çavê me kir xweş.
Xwina weye mizgin
 
İnsanlar burada nasıl ve niye yaşıyorlar  diye soracaktım ki. Tilkilerin hikayesini hatırladım.
Dağ tilkisi ile ova tilkisi karşılaşmışlar. Hal hatır selam faslından sonra her biri yaşantısını anlatmaya başlamış.
Önce dağ tilkisi; “Bizim orası ormanlık, ağaçlar, yeşillikler, serin hava aklına gelebilecek enva-ı çeşit meyveler, tureşk, tırî, hejir, tûprengi (Dut, böğürtlen, üzüm, incir, çilek vs.) kayalardan akan ballar."
 
Ova tilkisi biraz da üzgün olarak, “Bizim oralar rut emkelemeşk ê ser sergo ya dıxwin” (Biz çöplüklerdeki kırıntıları ve deri parçalarırını yiyerek, geçiniyoruz).” Dağ tilkisi ova tilkisine açmış. Onu memleketine (dağa) davet etmiş. Beraber ormana dalmışlar. Bir üzüm bağına girmişler. Karınlarını doyurduktan sonra, bir negepten (geçitten) geçmişler. İşin piri dağ tilkisi bir uzun atlama yapmış. İşin acemisi ova tilkisi bu uzun atlamaya bir anlam verememiş. Atlamadan yürümüş bahçivanın kurduğu kapana düşmüş. Orada genelde avcılar dar geçitlere kapan kurarlarmış. Ova tilkisi ise bilmiyormuş. Kopana düşmüş ve kapanda şu tarihi sözü söylemiş.
 
“Kelemeşk ê welat ê bav û pîr a
Xweştir e ji tırî û hejîra”
 
(Dedelerimin babalarımın vatanındaki çöplüklerde bulunan hayvan leşlerinin derilerinin parçaları başka yerlerdeki üzümden ve incirden daha iyidir). Qad sadeka sa’lem.(tilki doğru söylemiş.)
 
Ağrı’nın çıplak dağlarını görünce insanları burada tutan ne olabilir ki diye sorarken tilkinin bu hikayesini hatırladım.
Derken Ağrı E Tipi Kapalı Cezaevine vardık. Oraya sevki çıkmış iki adlî mahkumu  bırakacaktık. Ağrı cezaevinde daha önce gördüğüm Bitlis-Mardin ve D.Bakır E Tipi cezaevleri gibi xirxapan (çok bozuk) bir binaydı. O zaman memleketimize güzel bir cezaevi bile yapmadıklarını hatırladım.
 
F Tipleri, T Tipleri, L Tipleri hep batıya yapılıyor. Bize güzel bir cezaevlerini bile çok görüyorlar. Vallaha gönlümüz kalıyor. Bu da böyle biline.
 
Kalkıp bize hastahane yapıyorlar. Kardeşim bizim hastahaneden çok cezahanelere ihtiyacımız var bilmiyor musunuz? Bakalım ustalık dönemlerinde Allah  rızası (!) için bize kaç cezaevi yapacaklar.
 
Ağrı cezaevinde askerleri çağırıp abdest alacağımızı söyledik. Onlar indirmemek biz de inmek için direndik. Bir askerin kontrolünde inip abdest almaya başladık. Abdest aldığımda bir toy kınasız kuzu.
 
-Abi şafiimisin diye sordu. Nerden icap ettiyse?
 
Ağrı`dan sonra seyahatin (!) nereye olduğunu askere soruyoruz. Erzurum Oltu’ya bir mahkum bırakacaklarını söylediler. Oltu yerine yanlışlıkla Erzurum’a gittik. Şoförümüz yanlışını düzelterek Oltu’ya geri döndü. Oltu cezaevinde mahkum teslim-tesellum miktarınca kaldık.
 
Oltu yaşanabilir güzel bir yerdi. Adamın biri Siirt helvasını övmüş ve demişki. “Siirt helvası çok çok güzeldir.” Arkadaşı sormuş “Nereden biliyorsun. Sen hiç yemiş misin?” kayda değer bir cevap vermiş. Hayır babam başka birisinin ekmeğinin üzerinde görmüş.”
 
Buradan hareketle oğlum da Oltu’yu görmediği halde “Oltu çok güzel bir yerdir” diyebilir. Soranlara da cevabı hazırdır. “Babam Oltu’yu Sultan’ın minnacık penceresinden görmüş.”
 
Bu arada kaldığımız yer ufacık bir yer. İşkenceye sıfır tolerans mı? İşkenceler emniyet odalarından Sultan odalarına taşınmış. Yer darlığı, sıcaklık, soğukluk, havasızlık vs.
 
Bir papağan komşusu Ahmed Bey’e sürekli küfrediyormuş. Buna dayanamayan Ahmed bey bir gün papağanı  yakalayıp yolmuş ve sahibinin penceresine tekrar bırakmış. Papağandır. Eşek değil ya. O da taktik değiştirmiş.
 
Ahmed beyin geçişini beklemiş. Ahmed bey yaklaşınca papağan:
“Ahmed Bey anlarsın ya” demiş.
 
İşkenceye son vermekle övünen hükümet adeta mahkumlara “Anlarsınız ya” demiş.
Adalet Bakanlığı bizi böyle zorlu sevke gönderirken sa olsunlar sa olsunlar aç olabileceğimizi de düşünerek bize bir kaç domates salatalık ve ekmekde vermişlerdi. Bir kardeşten dinlemiştim. Şöyle diyordu “Sevkimiz Erzurum cezaevinden Kırıkkale’ye çıkmıştı. Bizi götürürlerken Yozgat cezaevine bir geceliğine bırakıldık. Bize yiyecek, namına hiçbir şey vermemişlerdi. Başgardiyanı çağırdık. Yiyecek bir şeyler istedik. En azından bize kuru ekmek verin dedik. Baş gardiyan bize “Sizler müslüman kimselersiniz. Ne olursunuz bize zulmetmeyin.”
 
Her neyse acıkabileceğimizi düşünmüş, susabileceğimizi ise hiç düşünmemişlerdi. Ama olsun. Bu kadar kusur kadı kızında da olurdu.
 
Bu yolculukta çektiğimiz sıkıntıdan iki kişinin haberdar olmasını istemezdim. Annem ve duygusallığın abidesi olan biri. Annem üzerime ağlamaya devam eder. O ise sılada gurbeti yaşayan benim üzerime ağlamayı bırakır.  Gurbette gurbeti yaşayan imansızlara ağlamaya bakardı. Kimileri onların gömlek değiştirdiğine inanmaz takiye yaptığını iddia ederler. İnanınız ki bunlar sadece gömlek değil iç çamaşırlarını da değiştirmişler.
 
SON MODEL ARABALARIMIZ
Son model arabamızı tarif etmeyi unutmuşum. Bir mühendislik harikası. Bir minibüsü dört oda bir salona ayırmışlar. Mahkumları durumlarına göre ayrı odacıklara bırakırlar. Salon ise askerlere ait. Kaçmamamız için orada beklerler. Yandığımızda da bu sefer onlar kaçarlar. Her odanın bir kapısı ve her kapının da anahtarı vardır. Onlar da askerde.
Bizim bitişik oda da her haliyle D.Bakırlı olduğu anlaşılan bir mahkûm vardı. Aramıza örülen duvar birbirimizin sesini duymamıza engel değildi. "Nereye gidiyorsun” diye sorduk. “Bayburt Cezaevi” dedi. Oraya gitmeyi sen mi istedin?”  diye. Tekrar sorduk. “Yox abê pakêt” diye cevapladı.
 
Paket demek; mahkûm literatüründe cebren başka bir cezaevine götürülmek demektir.
 
Kaç saat oldu bilmiyorum. Tüm sıkıntılarımıza açlık ve uykusuzluk da eklenmişti. O daracık yerde kelepçeli ellerimizle birbirimize yardımcı olarak perçıqî(büzülmüş) birer domates ve birer parça ekmek alarak yedik. Adana kebab gibi geldi. Karnımız doyunca da kısa bir süreliğine yamuk bir şekilde, artık bedenimizin üzerinde duramayan başımız da rastgele bir tarafa eğilerek uykuya dalmıştık. Bedenimiz artık bu sikleti kaldıramamış pes etmişti.
 
Bir ara arabamızın durduğunu farkettik. Değirmenci, değirmen çalışırken uyur, değirmen durunca uyanır ya bizimki de öyle oldu. Araba çukurlarda virajlardayken uyuyor, durunca uyanıyorduk. Arabamız durunca uyandık. Bir yerleşim birimindeydik. Nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyoruz. Bu güzel yeri nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Yemyeşil bir yer. Koca yeşil ağaçlar. Evler, altlarından bir ırmağın aktığı güzel bir mesken.
 
GÜLER MİSİNİZ AĞLAR MISINIZ?
Levhalardan, market isimlerinden berber dükkanları isimlerinden Yusufeli diye bir ilçede olduğumuzu anlıyoruz. Asker de açıkmıştı … asker başına üç lahmacun siparişi veriyorlar bir lokantanın önünde.
Bayburt cezaevine paketlenmiş D. Bakırlı olduğunu söylediğimiz adli mahkum yol arkadaşımızın iştahı kabardı. Arapların dediği gibi sale lu abuhu. Hemen kapıyı çaldı.
“Asker bize de lahmacun alın biz de açıx, biz de yiyex” dedi. Askerin cevabı bin yıl düşünseniz çıkaramayacağınız şekildeydi.
 
“Size lahmacun getiremeyiz. Sizin zehirlenme ihtimaliniz var. Sizi zehirleyebilirler. Siz bize emanetsiniz. Sizi güvenli bir şekilde yerinize ulaştırmamız lazım” ister inanın ister inanmayın. Devletin bize bu kadar değer verdiğini de yeni anladık, sa olsunlar. Hepimiz teşekkür etmeyi unutarak nankörlük etmiş olduk.
Ancak herşeye rağmen D.Bakırlı tatmin olmamıştı.
 
“Niye siz zehirlenmisiiz."
 
D.Bakırlı’yı zehirlenmesine mahal bırakmadan. Bayburt cezaevine bıraktıklarında gece yarısıydı. Bedenleri artık yorgunluğa dayanamıyordu. Vitesi boşa attı. Biz yine kendimizden geçtik. N.Ş.A. da(normal şartlar altındı) uyuduk. Trabzon’a kadar, ben yine şekerleme diyeyim, şekerlemelerle uyuduk. Hemen asker çağırıp abdest aldık. En son Ağrı’da abdest almıştık. Trabzon cezaevine bir kardeşimizi bırakacaktık.
 
Bu kardeşimiz Trabzon cezaevine naklini istememişti. Paket de değildi. Zulüm Bakanlığı uygun görerek onu ve bizi ambalajlamıştı.
 
Asker,  Trabzon’u bir dinlenme yeri olarak kullandı. Bizi de  dinlenmemiz için Trabzon cezaevine misafir olarak bıraktılar. Aslında araba yorulmuştu. Arabanın dinlenmesi için bizi indirdiler yoksa bizi indirmezlerdi. O kardeşi  Trabzon cezaevine bırakıp Tokat’a doğru yola devam edecektik.
 
Bırakacağımız kardeş Hizbullah Davasından Trabzon’da kimsenin olmadığını biliyordu. Şöyle dedi.
“Bawer ya we hebê (inanınız ki) ben buralarda Kürtçeyi unutacağım.” diye espri yaptı. Başka bir espriyle cevap buldu.“İnan ki Türkçe konuşmayı da unutacaksın. Çünkü burası Lazistan-lazların memleketi.”
Gerçekten de kısa bir süre sonra yanımıza o şive ile konuşan bir başgardiyan geldi.  Trabzon cezaevini övmeye başladı. Aklıma hemen Temel ile Dursun fıkraları geldi. Burası Temellerle doluydu.
 
Trabzon cezaevinde bizim kardeşi bizden ayırdılar. Bunu B-8’e şu üçünü de misafirhaneye götürün dediler. Bizi misafirhaneye aldılar. Orada adli bir mahkumun daha aramızda olduğunu öğrendik, ikimizi Tokat’a bıraktıktan sonra onu da Elazığ cezaevine götüreceklerdi. Bu adli mahkumu da bizimle beraber misafirhaneye verdiler. Nereli olduğunu sorduk "Bitlis-Norşin” dedi.
 
-DEVAM EDECEK-
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir