Batı`nın İslam`a Karşı Propaganda Savaşı - 5
19. Yüzyılın ortalarından bugüne kadar İslam dünyasında İslam aleyhinde yayınlanmış ne kadar haber, kitap, film varsa Müslüman çocuklarını bozmaya yönelik ne kadar yalan üretilmişse hepsinin altında şarkıyatçıların uzun ellerini bulmak mümkündür.
Ahmet Yılmaz / Yazı Dizisi
Şarkıyatçılıktan Pentagon’a BATI’NIN İSLAM’A KARŞI PROPAGANDA SAVAŞI - 5
17. yüzyıldan itibaren Batı’da gazete sayısı hızla artıyor, okullar çoğalıyor; gün geçtikçe daha çok Batılı, şarkıyatçıların yalanlarına kanıyordu. Ancak 19. Yüzyılın başından itibaren Cezayir’e, Tunus’a Mısır’a, Suriye sahillerine giren Fransız gençleri, ne coğrafya derneklerinde öğretilen ölü bir millet buldular karşılarında, ne Hıristiyan şarkıyatçıların tarif ettiği sapık topluluğu, ne Flaubert’in tasfir ettiği sınırsız fuhuş ortamını, ne de Fransız ihtilali borazanlarının “Ey Batı gel, bizi özgürlüğe kavuştur!” diye anlattığı gençleri...
Yalan dev bir hayal kırıklığı oluşturdu. Müslümanlar, savaş yorgunu ve yoksul bile olsalar sosyal olarak dipdiriydiler; kadınlar iman kaynaklı haya ve en uzak kırsallarda bile sıkıca bir namus şuuruyla her tür kötülükten uzaktılar.
Az sayıdaki büyük şehrin dışında hayat neredeyse tepeden tırnağa sivildi; halk Cezayir, Tunus derinliklerinde devleti görmüyordu ki devletle ilgili bir özgürlük sorunu yaşasın. Helal ve haramları, büyük çoğunluk özümsenmiş ve genel toplumsal gidişat içinde kendisi için o doğrultuda sınırlar koyarak yaşıyordu.
Müslümanlar, “Ey Batı gel, bizi özgürlüğe kavuştur!” demek bir yana yabancı orduları gördüklerinde tüfek bulabilen şehirli, tüfeğine, çöldeki bedevi, kılıcına, Afrikada ki zenci, koyunu gütmek için kullandığı değneğe; genç, ok ve yayına, yaşlı, bastonuna sarılıp Allah yolunda cihad niyetine onlara karşı koydu.
Gayrimüslim toplumlar içinde hızla ilerleyen Batı orduları, İslam topraklarına girince hayal kırıklığının yol açtığı şaşkınlıkla afalladılar; Müslüman derenişi karşısında limanlara zor sığındılar.
Bu noktada şarkıyatçılar, bir daha yalan depolayıp şeytan ve dostları için sınırsız hammaddeden yeni tezler ürettiler.
YALANA DOYMADILAR
Şarkıyatçılara göre, Müslümanların mutluluğu kader anlayışından, kadınlarının fuhuştan uzak durması erkek baskısından, kavimlerin özgürlük (!) istemeyişleri milli benliğin farkında olmamalarındandı. Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’e mutlak bir şekilde inanıyor; bu, onların hem kulaklarını başka öğretilere kapatmalarına hem de bir an önce şehid olmak için Batı ordularına karşı tehlikeli bir savaş başlatmalarına yol açıyordu.
Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim öğretenlere güveni kırılmalı, onlara “mutlak doğru, hayattaki hakiki mürşit” olarak “başka bir şey” verilmeli, kadın günaha sürüklenmeli, toplumsal düzen alt üst edilmeli, ırkçılık düşüncesi yayılarak toplumlarda ayrışma, isyan etme ve çatışma ortamı oluşturulmalı, “Avrupai özgürlük” herkesin hayaline dönüşmeliydi. Yalan, sınırsız bir kaynaktı ve şarkıyatçılar ona doymuyordu.
PROPAGANDANIN YENİ SİLAHLARI: OKULLAR VE MEDYA
Batı, İslam dünyasında bulmadığı ortamı kendisi oluşturacaktı. Baskıcı sistemi kendisi kuracak. Özgürlük ihtiyacını kendisi üretecekti. Diğer bir deyişle Batı, kötülüğü kendisi inşa edecek, o kötülüğü bize karşı silah olarak kullanacak ve ondan kurtulmak için önümüze seçenek olarak yine kendisini koyacaktı.
Avrupa’da eğitim kurumları hızla güçleniyordu. Sömürgelerden gelen sınırsız para, Batılılara devasa okullar, labaratuvarlar kurma imkanı veriyordu.
Başta Fransa olmak üzere kendi ülkelerinde problem yaşayan Hıristiyan gruplar, İslam dünyasına gelip özellikle azınlıkların yoğun olduğu yerlerde okullar kuruyor, bu okullarda kendi ülkelerinin dilini, kültürünü yayarak ülkelerine sadakatlarını kanıtlama yolunu arıyordu.
Mısır’da Hidivler ve 1839’da Tanzimat’ın ilan edildiği İstanbul’da Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuad Paşa, üçlü mason vezir ekibi başta Paris olmak üzere Müslüman dimağları Batıya yolluyordu. Bir kısım elit aile de çoğu hocası papaz olan yabancı okullarına çocuklarını teslim ediyordu.
Müslümanların beyinleri artık Paris’te laik – milliyetçi; Kahire, İzmir, İstanbul, Beyrut’ta Hıristiyan şarkiyatçıların ameliyat masasında sayılırdı. Onu dilediklerince işleyecekler, Cengiz Aytmatov’un o dehşet tasviriyle bizleri mankurtlaştıracaklardı.
Bu gençler
1-Pozitivizmin etkisine alınarak aklın yanılmazlığına inandırılacak.
2-Batı biliminin aklın mutlak bir neticesi olduğuna, dolayısıyla “kesin doğru” yu ifade ettiğine inandırıldı.
Böylece onların “doğruluk” ölçüsü değiştirilecek, beyinleri sözde “bilimsel doğru” ölçüsüne göre ayarlanacak.
3- Batı’nın günahlarını “günah çıkarma” törenleriyle para karşılığında affedildiği, hıristiyanlık anlayışının ve nefsani azgınlığının ürünü olan hayat tarzı bu gençlere “bilimsel sosyal gerçeklik” diye öğretildi; okullardaki hayat tarzıyla onların bütün ahlaki değerleri çökertildi. Onlardan her biri şarkıyatçı şeytanların bir kopyasına dönüştürüldü.
Sıra, onları topluma ulaştırmaya gelmişti. Bunu yapacak olan medyaydı. Başta Fransa olmak üzere konsolosluklar araya girdi, Yahudi ve Rum tüccarlara ulaşıldı. 1860’lar dan itibaren gazete ve dergiler çıkarılarak Müslüman toplumun beyni ve kalbi iğfal edildi.
O dönemde roman, hikaye, tiyatro metni ne varsa hepsi gazetede yayımlanıyordu.
Paris’te laik-milliyetçi Şarkıyatçıların elinde yetişen Şinasi, Türkçe ilk tiyatro oyunu olan Şair Evlenmesi’nde, Rum lisesinde şarkıyatçı papazların elinde yetişen Şemsettin Sami ise ilk Türkçe roman olan “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı eserinde İslami usul evlilikle hakaret düzeyinde alay ediyor; “hoca” “hacı” diye karakterize ettikleri Müslümanlar “sahtekar, ikiyüzlü, tutucu” olarak tasvir ediyorlar, İslami yaşam tarzına ve Müslümanlara karşı bir nefret oluşturuyorlardı.
Zavallı Müslümanlar, onların o çabasını aydınların eski yaşama karşı eleştirisi sanıyorlardı. Halbuki şarkıyatçılık artık İslam dünyasına taşınmıştı, onların görevi; biyolojisi Müslüman çocuğu, fikriyatı batılı olan kişilerin elleriyle yürütülüyordu. Onlar, kandırılmış ve kiralanmış kalemlerdi. Şarkıyatçı, nasıl sömürgeciliğe hizmet ediyorsa onlar da öyle hizmet ediyorlardı. Bunun için maaş alıyorlardı.
İstanbul’da ilk özel gazetenin yayımlandığı 1860’tan bu yana Müslümanların başı medyayla daima dertte oldu; medya “Müftü, keçi çaldı” diyecek kadar abuk sabuk haberler yaparak İslam’a karşı propaganda savaşı yürüttü. Bunun de parasını daima aldı.
ŞARKIYATÇILARIN IRKÇILIK YALANLARI
Bugün Avrupa’da, Berlusconi’nin ya da Sarkozy’nin saraylarında çalışan zaman zaman kendilerine bakanlık bile verilen sözde “model” Müslüman kadınlardan söz ediliyorsa bunda şarkıyatçıların örgütlü çalışmalarının büyük katkısı vardır. Ama bu örgütlü çalışma sadece ahlaksızlık alanında kendisini göstermedi. İslam dünyasının temeline öyle bir bomba konmalıydı ki Osmanlı darmadağın olmalı, ümmetin her unsuru diğerine karşı üstünlük yarışına girmeli, İslam dünyası Batı için ekilir bir tarlaya dönüşmeliydi. Bunun yolu ırkçılıktan geçiyordu.
19. Yüzyılın ortalarından itibaren Araplara sözde Osmanlı ordularının zulmünü anlatan akıl almaz hikayeler anlatıldı, Arap gençlerin zihninde Osmanlı’ya karşı bir nefret oluşturuldu.
Büyük(!) Şarkıyatçı Ernest Renan “Ulusların tarihi yazılmaz oluşturulur” diyor “ulusal şuur” oluşturmak uğruna yalanı meşrulaştırıyor.
Şarkıyatçılar, bazen Macar Yahudisi Arminius Vambery gibi sahte bir derviş olarak İslam dünyasını dolaşıyor, bazen bir diplomat, bazen “kitabe” okuyan bir bilim adamı kılığında mutlak doğru oluyordu.
Bu çağda ne kadar yalan varsa hepsi “bilim”in kanatları altında İslam dünyasına taşındı, ders kitaplarına girdi.
Aslen Polonyalı bir Yahudi olan Mustafa Celaleddin Paşa (Nazım Hikmet’in dedesi) hızını alamıyor; Türklerle Avrupalılar Touro-Aryan diye aynı ırka mensuplar, diyordu. Hatta Yunan ve Roma mitolojik tanrılarının hepsinin adının aslında Türkçe olduğunu söylüyordu.
20. yüzyılın başında işgal edilen Arap aleminde Osmanlı aleyhindeki yalan bilgiler tarih kitaplarına girerken, Fransız Yahudi’si Leon Cahu’nun İslam aleyhinde ve Türklerin tarih içindeki yeriyle ilgili uydurduğu bilgilerin hepsi 1930’lu yılların başından 1940’lı yılların ortalarına kadar liselerde okutulan tarih ders kitaplarına olduğu gibi giriyor, inanılması zor ama Türkiye’de, o günlerde lisede okuyan her genç, İslamı o yalanlarla tanıyordu.
İlke milke diye bir şey yoktu; Yahudi Cahun, ırkçılığı coşturmak için romantik bir dil kullanıyordu; bilim ve romantizm (hayalcilik, olağanüstülük, duygusallık) bir arada olur muydu hiç? Konu İslam düşmanlığı olunca her yol meşruydu.
Bu dönemde her Müslüman millet için sözde onları İslam öncesinde onore eden nice hikaye (destan) uyduruldu, bunlar gerçekten yaşanmış gibi öğrencilere ezberletildi. Clarg Chalhoun “milliyetçilik” adlı kitabında “Milliyetçiler için tarih yaşanan değil, kendilerinin yaşandığına inandıkları şeydir” diyor. Şarkıyatçılar, uyduruyor, İslam dünyasındaki milliyetçi kesimler bunu bol keseden tüketiyordu.
O dönemde bugün hepimizin güldüğü Güneş Dil Teorisi (Dünyadaki bütün dillerin Türkçeden doğduğu iddiası) ortaya atılıyor; yetmediği gibi Sümer kaynakları hikayesi ortaya çıkıyor ve hepsi birer “bilimsel gerçek” oluveriyordu.
Öcalan’la ilgili araştırmalarımda onun 1930’lu yıllardaki (Türkiye liselerinde okutulan) tarih kitaplarında da kısmen yer alan Sümer hikayelerine merak saldım (ki iki ciltlik kitabının adı da Sümer Rahip Devletinde Demokratik Halk Cumhuriyetine şeklindeydi). Kendisi Turan Dursun’dan; Turan Dursun bir ara piyasaya Profesör diye tanıtılan, sonradan bir kütüphane memuru olduğu ortaya çıkan Azize İlmiye Çığ (sanırım ikinci ismi ilmiye de uydurmadır)’dan alıyor. Ya Azize kimden alıyordu: Ukrayna asıllı ama Amerika’ya göçmüş bir Yahudi Profesörden. Her şey o kadar açık, her şey o kadar kahrediciydi ki... (İnşallah ileride "Bizleri, kim milliyetçileştirdi", diye bir yazı dizisi kaleme alacağım. İnanın okudukça şaşırmakla kalmayacak, dizinizi döveceksiniz.)
PENTAGON HERŞEYİ HAZIR BULDU
Selman Rüşdi’nin "Şeytan Ayetleri" kitabı, Danimarka’daki karikatür olayı, Amerika’da Kur’an yakma girişimleri... Sanılanın aksine hepsi örgütlü suçlardır ve hepsinin üzerinde şarkıyatçıların parmak izi vardır.
Batı, Selman Rüşdi’yi sözde “düşünce özgürlüğü" adına korumakla yetinmedi aynı zamanda onu defalarca ödüllendirdi. Bu yönde heveslenenleri teşvik etti.
Ama günümüzde şarkıyatçılık sosyal araştırmalar ve habercilik üzerinden büyük ölçüde, Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’a kaldı. Askeri uzmandan çok sosyal uzman çalıştırdığı bilinen bu kuruluş, kendi güdümündeki dev medya gücüyle şarkıyatçılığı günün ihtiyaçlarına göre yürütüyor.
Yakın bir dönemde El-Cezire televizyonunun bazı haberleri ısmarlama yaptığı ortaya çıktı. Bu bilinen bir olaydı. Kuveyt işgali sırasında Kuveytli bir kadının Irak askerlerinden gördüğü zulüm, günlerce dünyanın acıma duygusunu üzerine çekmiş ama yıllar sonra o kadının bir ‘konu mankeni olarak Kuveyt sarayının da desteğiyle bulunup kullanıldığı anlaşıldı. Geçen yıl sözde Suriyeli bir eşcinsel, internet üzerinden Batı’daki eşcinsel kuruluşların dikkatini Suriye üzerine çekmiş, çok geçmeden olayın istihbarat örgütlerince oluşturulan baştan sona uydurma bir düzenek olduğu anlaşıldı...
Amerika’nın şarkıyatçılığı üzerine alışı, büyük ölçüde, Protestanlarla Yahudiler arasındaki ticari ortaklığın zamanla Envanjelizm adında bir tür siyonist Hristiyanlık doğurmasına dayansa da Pentagon hazıra kondu, denilebilir.
Amerikan çağı gelip çattığında şarkıyatçıların eski çabaları üzerinden İslam coğrafyasında zalim krallıklar çoktan oluşmuş, ulusal diktatörlükler de oluşmak için gerekli zemini bulmuştu.
Nasır’lar, Burgiba’lar, Esed’ler, Saddam’lar, Kaddafi’ler Batı’nın şarkıyat çalışmalarının ürünüydü. Batı, onları kullanabildiği kadar kullandı. Onların eliyle zulüm üretti, onların eliyle mazlumiyet tabloları oluşturdu. Onlar lazım oldukça onlara yönelik muhalefeti zalimce yöntemlerle bastırdı, kitleler için tek çıkar yol olarak kendisini bıraktı.
Ve günü geldiğinde onların son kullanma tarihi geçtiğinde bir yandan, onların yaptıklarını Pentagon’a bağlı basın kuruluşlarının eliyle “Müslümanın zulmünü görüyor musunuz?” diyerek kendi kamuoyuna sattı, kendi halkını İslam’dan nefret ettirdi. Öte yandan karşısında “Ey Batı Gel, bizi Kurtar!” diyen kitleler buldu.
Hani Suveyş Kanalı açılışında Papanın temsilcisi "Kuruntu sanılan, gerçek oldu" diyordu ya aynen öyle olmuştu. Batı, işgal için, sömürü için böyle bir ortam hayal ediyordu, üretimi hatalı çıkmadı, hayalleri resmen gerçek oldu.
Batı, kötülüğü kendi inşa etti, onu kendisi kötülüyor, kendi pişirip kendisi yiyiyor.
Batı kamouyuna dilediğiniz kadar bu adamlar Batı’nın uşağı deyin, propaganda yerini buluyor; ezilen Müslüman halka dilediğiniz kadar “Saddam’ın Batı’ya bağlılığını ispata kalkışan Müslüman Kürt, “Allah, Avrupa gavurundan razı olsun, bizi ondan kurtardı” deyip eski Fransız Cumhurbaşkanı `Mitterand’ ve onun karısının fotoğrafını evine asıyor. Bu adam, duygularını denetliyor; Bosna’da katliamları keyifle seyretti, diyorsun; düşüncesi zerre kadar değişmiyor.
Dünya, hiç bu kadar aldatılmamış; bu kadar büyük bir dezenformasyon hiç yaşanmamıştı: Her şey resmen baştan sona yalandan ibaret...
Pentagon’un gündemindeki haber kanalları her gün yalan haber yayınlıyor. Biz, bir zamanlar şarkıyatçıların yaptıklarını bilimsel araştırma sandığımız gibi bu haberleri de gerçekten haber peşinde olan muhabirlerin mukaddes emeğinin karşılığı sanıyoruz. Oysa o haberlerden her biri, beynimize ve kalbimize gönderilmiş birer mankurtlaştırma ışınıdır. Onun etkisinde kaldıkça uyuşuyoruz, değişiyoruz ve birbirimize düşüyoruz.
Pentagon’un çağımızdaki en büyük şarkıyatçılığı, "bilgi ve haber saptırması" ise İslam dünyasında Şii-Sünni ihtilafını körüklemeye yöneliktir. Bu, en az şarkıyatçıların İslam dünyasında milliyetçiliği oluşturma projesi kadar büyüktür. Bu proje için sayısız araştırmacı, muhabir ve örgüt çalıştırılmaktadır. Ne yazık ki her gün bu alanda yayınlanmış, dış bir bakışla gerçek bir araştırma piyasaya çıkmakta; sayısız haber yayımlanmakta, eylemler yaptırılıp bu eylemler medya üzerinden dramatize edilmektir.
Belki yüzyıl sonra İslam Dünyası bu kirli oyunu fark ettiğinde hayıflanacak; güçlünün güçsüzü kendi zindanının inşaatında kullandığı bu iğrenç oyun için ağlayacaktır.
Beş hükümlük bu dizide sanki şarkıyatçılığı değil, şeytanın oyunlarını konu edindik. Emin olun, yer sorunundan ve konunun uzaması endişesiyle az anlattık, çok anlatmadık.
Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
-Bitti-