• DOLAR 34.312
  • EURO 37.22
  • ALTIN 3018.549
  • ...
Fanatizme karşı liderlerin tavrı-1
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Fanatizm, itidalli olmamak, hep birkaç adım önde olmak, aşırı gitmektir. Fanatik insanların en önemli özelliği seslerinin yüksek çıkmasıdır. Çünkü tavırları, mensubu oldukları yapıya aşırı bağlılık gibi algılandığından takdir toplamaktadır. Onlar da topladıkları bu takdirle savundukları aşırı düşünceleri yüksek sesle savunmakta, farklı düşünenleri ise pasiflikle suçlamaktadırlar.

Ortaya koydukları kararlı ve tavizsiz görüntüye rağmen aslında iş ciddiye bindiğinde ilk fireler, fanatiklerden verilmektedir. Hatta ilk tavırlarının tam tersi yönde insanları bu sefer karamsarlığa ve umutsuzluğa sevk edenler de çoğunlukla onlardır. Aşağıdaki Ayet-i Kerim`e buna benzer tavırdaki insanları anlatır gibidir. “Musa`dan sonra, Beni İsrail`den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: “Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. “Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?” dedi. “Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?” dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.” (Bakara 246)

Başta kahramanlık yapıp savaşmak gerektiğini söyleyenler iş ciddiye binince de buna ilk itiraz edenlerdir. Yapılar içerisinde fanatizm gösterenleri üçe ayırmak mümkündür:
Karakteri itibariyle fanatik olanlar.

Esasen başka bir niyetle yapı içine sızdığı halde bu kötü niyetlerini örtmek için aşırı bağlılık gösterisinde bulunanlar.

Bu gruplardan etkilenen sıcakkanlı gençler.

Fanatizm gösteren her insanın, bu üç gruptan hangisine girdiğini tespit etmek önemlidir. Karakter itibariyle fanatik olanlar tespit edilip önerilerine rezerv konularak ve gençler de ikna edilerek bunların vereceği zarardan korunmak mümkündür. Kötü niyetlilerin ise ismi provokatördür ve bunlara karşı uyanık olmak elzemdir.  Teenni ile hareket eden itidalli insanların kısık çıkan seslerini ön plana çıkarmak da bu tehlikeye karşı alınacak önemli bir tedbirdir.  Şunu da kabul etmek lazım ki fanatizmin hareket içinde belli bir cazibesi bulunmakta ve özellikle de gençleri etkilemektedir. Ancak içteki bu cazibesine rağmen dışarıdan bakınca fanatikler, en itici tiplerdir. İnsanlar onlarla diyaloğa girmekten veya bir konuyu onlarla konuşmaktan özenle kaçınırlar. Bu tavrın harekete hâkim olması halinde ise aynı iticiliğe tüm yapının bürünmesi kaçınılmazdır.
Bir İslami cemaat için en büyük tehlike, içerisindeki fanatiklere teslim olması ve onların söylemlerini benimsemesidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunların sesi gür çıktığından söylemlerini yapıya hâkim kılmaları ve yapı dışındaki muhataplara kendi seslerini yansıtmaları güçlü bir ihtimaldir. Bu tehlikeye karşı durma görevi öncelikle yapının yönetim kadrosuna düşer. Eğer sesleri yüksek çıktığı için birkaç fanatiğin söylemini; kendi tabanlarının sesi gibi algılayıp bu sese tabi olurlarsa büyük yanlışlara düşerler.

Bu konuda gösterilecek liderliğin güzel bir örneği, Resulullah (sav)`ın Hudeybiye` de yaptıklarıdır. Hudeybiye Barışı stratejik olarak büyük bir kazanımdı. Öyle ki Allah Teâla, onu “Apaçık Fetih” (Feth-i Mûbin) diye nitelemiştir. Ancak zahiri itibariyle Müslümanların, müşriklere karşı ezik, taviz veren ve geri adım atan bir konumda imzaladıkları bir anlaşma gibi gözükmektedir. Hele Ebu Cendel` in zincirler içerisinde Müslümanlara sığınması ve geri iade edilmesi Müslümanlar arasında büyük bir rahatsızlığa yol açmıştır. Bu nazik durumda, yapısı itibariyle küfre karşı tavizsiz olan sahabelerin itirazlarına ve bu konudaki genel hoşnutsuzluğa rağmen Resulullah (sav), büyük bir liderlik örneği sergileyerek olaya uzun vadeli ve soğukkanlı yaklaşarak anlaşmayı imzalamaktan geri durmamıştır.

Fanatizme teslim olmanın güzel bir örneği de müşrikler açısından Bedir savaşıdır. Müşriklerin Bedir savaşına çıkma sebepleri, Ebu Süfyan idaresindeki kervanın saldırıya uğrama tehlikesidir. Ancak Ebu Süfyan, Müslümanların harekete geçtiğini önceden haber alıp kervanın yolunu değiştirmiş ve sonuçta kervan kurtulmuştur. Bu durumda Ebu Süfyan dahil müşrik ordusu içerisindeki aklı başındaki tüm insanlar geri dönme taraftarıydılar. Ancak Ebu Cehil gibi birkaç fanatik geri dönmek isteyenleri korkaklıkla itham edip kınayarak seslerini kesmiş, hayalci beklentilerle orduyu zafer havasına sokup kibir ve aşırılıklarını hâkim söyleme dönüştürmüşlerdir. Sonuçta da olan olmuş, kendileri açısından büyük bir felakete uğramışlardır.

Her toplumda ve her yapıda fanatik insanlar bulunur. Önemli olan bu insanların sesinin yapıyı teslim alıp sürüklemesine müsaade edilmemesidir. Buna karşı durma görevi de öncelikle işin başında bulunan yöneticilerindir.

Toplumsal Meşruiyet
Bir İslami hareket, içinde yaşadığı toplumda veya İslami olmayan yapıların nezdinde meşru görülme çabasına girmeli midir? Yazımız boyunca cevabını arayacağımız soru bu olacaktır. Bu soruya ilk etapta şu gerekçelerle “hayır” cevabı verilebilir: Bir İslami hareket, meşruiyetini ancak Rabbinden alır. Rabbi nezdinde meşru olduğu müddetçe başkalarının onun hakkındaki kanaatlerinin bir önemi yoktur. Bu sebeple de başkalarının nezdinde meşru görünmek için çaba göstermeye ihtiyaç yoktur. Bu cevap şüphesiz doğrudur. Allah Teâlâ`nın razı olmayacağı hususlarda insanları razı etmeye çalışmak, akidevi olarak da ağır sonuçlar doğurabilir. Ama burada tartışmak istediğimiz husus bu değildir. Cevabını aradığımız husus, Allah Teâlâ, razı edilmeye çalışılırken, Allah Teâlâ`nın izin verdiği çerçevede ve siyasi olarak, diğer çevrelerde meşru görülme çabasına girilmeli midir?

Hudeybiye Barışında bu sorumuzun cevabını bulabileceğimizi umuyoruz. Hudeybiye barışından önce Müslümanların, çevredeki müşrik kabileler nezdindeki algısı, kavimlerinin büyüklerine karşı çıkmış ve bu yüzden de yurtları Mekke`den firar etmiş ve hala akrabalarıyla didişen bir avuç insan oldukları şeklindeydi. Müslümanlar, çevre kabileler nezdinde henüz meşru siyasi bir güç olarak görülmüyorlardı. Çevrenin en saygın kabilesi Kureyş idi ve Kureyş`lilerin eninde sonunda onları ortadan kaldıracaklarını düşünüyorlardı. Bu ortamda Müslümanlığı kabul edenler vardı ama çoğunluk bekle gör pozisyonundaydı. Hudeybiye barışı, Müslümanlara çevre kabileler nezdinde bu meşruiyeti sağlayacaktı. Çünkü Müslümanların asıl düşmanı ve Arapların en saygın kabilesi Kureyş, Müslümanlarla oturup anlaşma imzalıyorsa artık diğer kabilelerin Müslümanlara tereddütlü yaklaşmasının bir anlamı kalmayacaktı.

Hudeybiye barışının bu meşruiyet dışında sağlayacağı hiçbir getirisi yoktu. Çünkü bütün maddeler Müslümanların aleyhinde gözüküyordu. Evet, on yıl barış yapılacaktı ama zaten Kureyş` in taarruz gücü kalmamıştı. Anlaşmada tarafların diğer kabilelerle ittifakına izin veren maddede de Müslümanların lehine bir şey gözükmüyordu. Medine`ye iltica eden Müslümanların iade edileceği ancak Mekke`ye kaçan Müslümanların iade edilmeyeceği maddesi ise apaçık Müslümanların aleyhine bir maddeydi. İhrama girmiş Müslümanların o yıl umreden engellenerek geri çevrilmeleri de hakeza Müslümanları oldukça rahatsız eden bir husustu.

İşte tüm bu olumsuz içeriğe ve bu olumsuz içeriğe bakıp rahatsız olan Müslümanların tepkilerine rağmen Resulullah (sav), anlaşmada ısrarcı oldu. Allah Teâlâ da bu anlaşmayı fetih suresinde “Apaçık Fetih” (Feth-i Mûbin) olarak niteleyerek Resul`ünü onayladı.

Anlaşma üç önemli alanda Müslümanlara meşruîyet kazandırıyordu: Kureyş, Müslümanları kendine denk siyasi bir güç olarak kabul ediyordu.

Müslümanların dinlerinin gereği olarak Kâbe` yi tavaf etmelerine izin verilmesi, İslam` ın Müşrikler nezdinde meşru bir din olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu.
Diğer kabilelerle ittifak anlaşmasına müsaade edilmesi de bloklaşma çabalarına meşruiyet kazandırıyordu.

DEVAM EDECEK...

Aydın Dağlı / doğruhaber / zindana mektup

Bu haberler de ilginizi çekebilir