Şehadet ayına ELVEDA DERKEN
Şehadet ayı Şubata elveda derken yeni şehitler de kazanmıştık. İslam davası için mücadele eden Müslümanlar önlerinde Şehadet şerbetinin olduğunu bildikleri için daha bir aşk ve şevkle çalışıyordu. Kimi yaşlı, kimi gençti ama şehadetin yaşı yoktu
DOĞRUHABER
İslami davanın Kürdistan`da yeşermesi ve filizlenmesinin bedelini bazı Müslümanlar canlarıyla ödediler. Bugün Kürdistan`da hala Müslümanlar bir güç ise bunu şehadetleriyle ortaya koyan Müslümanlara borçludur. Marksist PKK`nin mazlum halka ve İslam`a karşı düşmanlığının bedelini kimisi ihtiyarlık halinde kimisi de hayatının baharında gencecik bir yaşta gelen şehadetle karşıladı. Bu haftaki şehitler de hem yaşantılarıyla hem de şehadetleriyle İslam davasının Kürdistan`da ayakta kalmasının birkaç örneğidir.
BÜYÜK BİR ZENGİNLİKTİR ŞEHADET: HACI SABRİ, ABDULHADİ VE HİKMET ZENGİN
Tarih boyunca küçük-büyük katliamlar yaşadı bu ümmet. Bazı katliamlar küçük olmasına rağmen derin bir iz bıraktı belleklerimizde. Örneğin el-Halil ile Susa Camii katliamları çap olarak Halepçe ile kıyaslanamayacak kadar küçük olmalarına rağmen, gönlümüzde bıraktıkları acı aynı ölçekteydi. Çünkü toplu öldürmelerde önemli olan kemiyet değil keyfiyettir.
İşte bu şekilde başlamıştı, küçük çaplı ama katliam sayılabilecek nitelikte olan, baba Hacı Sabri, oğul Abdulhadi ve yeğen-damat Hikmet`in şehadet hikâyeleri. Aslında maddi imkânlar açısından zengin bir aileydi. Hem dindar hem de maddi imkânlara sahip olmak, “Nur ala`n- Nur” dedikleri türden bir şeydir. Hele hele bu zenginliği Allah yolunda harcamak Hz. Ebu Bekir (ra) gibi bir yaşamın çağdaş zamana haykırılmasıydı.
Tabi bu durum şer odaklarının gözünden kaçmıyordu. Daru`n-Nedve`de o yüce Resul`ün vücudunu ortadan kaldırma kararı gibi karar verdiler topluca kıyıma. Bir sabah beraber yürürlerken çevrildi üstlerine şer namluluları. Üçü birlikte “Lebbeyk” demişlerdi.
ŞEHİD ABDULLAH ÖZDEMİR
Batman`da doğup, ilk, orta ve lise tahsilini burada bitirdi. Sonra Dicle Üniversitesi Fizik Bölümünü kazanarak, Diyarbakır`da eğitim hayatına devam etti. Resmiyetteki ismi, “Abdullah” olduğu halde ailesi onu hep “Fesih” diye çağırdı. “Camiye gelmediğimi görürseniz, ya şehid olmuşum ya da tutuklanmışım.” diyecek kadar mescide bağlıydı. Bu nedenle hem kendisinden ders alan çocuklar hem de cami cemaati ondan son derece memnundular. Mescide bağlılığını, takvası ile süslemişti. Pazartesi-perşembeleri oruç tutar, iftarını zeytin ve ekmek ile açardı. Bu durum maddi imkânsızlıktan değil, şehidin zahidane yaşam tarzından geliyordu.
Böylece takvanın kemallerinde dolaşan Abdullah`ın yaşantısını, Allah (c.c) şehadetle taçlandırdı. Kurşunlar tanıdıktı. Hem Abdullah yalnız da gitmemişti Rabbine. Yanında arkadaşı Abdulcelil ile birlikte vardılar cennetteki iftar sofrasına. Çünkü ikisi de bir iftar yemeği davetine icabet etmek için yürüyorlardı. Arkadaşlarının iftar sofrasına yetişmeden, dost kurşunlar onları cennetteki iftar sofrasına uğurladılar. Kâbe`nin Rabbine and olsun ki kurtuldunuz. Ama kurşunların menşei içimizi acıttı. Çünkü resmi veya mülhid kurşunlar, böyle kurşunlar kadar incitici değildi.
LAZIM AKAY VE HALİL AVCI
Şehid Lazım Nusaybin`in Gedikli köyündendi. İlkokuldan sonra köy imamının yanında dersler okumaya başladı. O da cami yarenlerinden biriydi. Cami yareni olmak kolay değildi elbet. Hemen şer odaklarının dikkatini çekmişti. Uyarılardan, tehditlere varana kadar hiçbir şey onu camiden men edemedi. Lazım`ın ailesi bir tecrid hayatına tabi tutuldu. Babası; “Köydeki çocuklar dahi bizim çocuklarla oyun oynamaz, onları tecrid ederlerdi.” diyerek o günlerin zorluklarını dile getirir. Ancak şehid, kardeşlerini yalnız bırakmaz, dava arkadaşlarının sohbetlerinden aldığı bilgileri kardeşleriyle paylaşırdı.
Babası sonraki süreci şöyle özetler; “PKK taraftarı köylüler oğluma ‘sofik` deyip onu küçümser ve hakaretler ederlerdi. Bir gece silahlı militanlar onu öldürme kasdı ile evimize gelmiş ama içeriye girmeyi başaramamışlardı. Komşularından aldığımız bu bilgi üzerine oğlum hicret kararı verir. Nusaybin`e gitmesine öldürüleceği korkusu ile mani olmak istedim ama O; “Bu canı veren Allah`tır, alacak olan da O`dur.” deyip gitti. Bir hafta sonra O`nu alıp tekrar köye getirdim. Bu arada Nusaybin`den şehid haberleri gelmeye başladı. İbrahim Hoca`nın şehadetini duyduğunda; “Artık bana hayat hakkı yok” dedi.
Lazım, babasının yanından, Nusaybin`de ölüm-kalım mücadelesi veren arkadaşlarının yanına ikinci kez damlardan atlayarak gitmeye çalıştı. Babası O`na engel oluyordu. Oysa O`nun köyde kalacak sabrı kalmamıştı. Nusaybin`e gitti. Nitekim İbrahim Hoca`nın şehadetinden 10 gün sonra arkadaşı Halil Avcı ile birlikte, PKK tarafından kaçırılıp, vahşi işkencelerin ardından 29 Şubat 1992`de kurşuna dizildiler. Cesetleri Kışla Mahallesine atıldı. 2 günlük işkencenin tüm izleri vücutları üzerindeydi. Muhtemelen tornavida ve bıçak ile açılmış yara, el ve çenelerinde ise kayış izleri vardı.
Şehid Halil Avcı ise aslen Gerçüş`ün Batere köyündendir. Maddi imkânsızlıklardan dolayı Batı illerine çalışmaya giderdi. Konya`dan dönüşünde, Nusaybin`deki karışıklıklar üzerine burada mücadeleye başladı. PKK tarafından kaçırılıp, Nazım ile birlikte kurşunlanarak şehid edildi.