Batı`nın İslam`a Karşı Propaganda Savaşı - 4
Batı, propaganda dilinde "Müslümanlar" konusunda "ötekileştirme", "başkalaştırma", "dışlama" kavramlarını aşıyor; "Şeytanlaştırma" projesi yürütüyor, haşa bir "lanetli" olarak "imha" için gerekli ortamı oluşturuyordu.
Şarkıyatçılıktan Pentagon’a BATI’NIN İSLAM’A KARŞI PROPAGANDA SAVAŞI - 4
Ahmet Yılmaz / Yazı Dizisi
Bu doğrultuda, bütün nefret mekanizmaları İslam’a karşı harekete geçiriliyor; Batı’da beşeri, dini, sosyal ne kadar nefret varsa hepsinin yönü Müslümanlara çevriliyordu.
Katolik Batılı, “dinsizlikten" nefret ediyordu, “İslam din değil” deniyordu; “ahlaksızlık” bir insanlık ayıbı idi. “Müslüman ahlaksız” deniyordu; komutansız asker anarşizm sebebi idi, babasız aile, toplumun dağılmasına işaretti, İslam toplumu komutansız askerlere, babasız ailelere benzetiliyordu ve Katolik Hıristiyan, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği güne atfen Yahudiden nefret ediyordu. Ona göre Yahudi, öldürüldükçe başka yerde ortaya çıkan bir şeytandı. Defalarca katliama uğramıştı. Roma çağında Filistin’de Orta Çağ’da Endülüs’te ve Avrupa’nın nice noktasında katledilmişti; ama şimdi laik-milliyetçi Fransızlarla yeniden kendisini gösteriyordu.
Şarkıyatçılar, propagandayı amaca göre üretiyorlardı, onlar, cephedeki komutanın siparişlerine göre silah üreten birer silah fabrikası müdürü gibiydiler.
İslam dünyasını işgal etmek isteyenlerin “nefret” e ihtiyacı vardı ve “Yahudi düşmanlığı (anti semitizm)” nefret için büyük bir hammadde olarak duruyordu.
O günlerde yakın hedef, Arap-İslam âleminin işgaliydi; bunun için nefretin önemli bir bölümü Araplara yönelikti. Araplar ne kadar kötülenirse başta Cezayir ve Mısır olmak üzere İslam dünyasının işgali o ölçüde kolaylaşacaktı.
Bu noktada, papazlıktan ayrılan Ernest Renan, İbranice ve Arapça üzerine filoloji (dil bilimi) çalışmalarına yönlendirildi; “Sami Dilleri üstüne tarihi teorik bir deneme” kitabıyla ödüllendirildi. Uzun bir aradan sonra “Sami Dillerinin Karşılaştırılmalı Sistemi” adlı çalışmayı yayımladı.
Renan’dan önce Antoine İsaac Silvestre de Sacy, ki Yahudiydi, adlı şarkiyatçı İslam dünyasında milliyetçilik akımını doğurmak için bu yönde çalışmış “Arapça Grameri” ve “Muhammed’den önce Arapların Tarihi üstüne bir inceleme adlı kitapları yazmıştı. Her ikisi de İslam ve Resulullah düşmanıydı." (Renan, bu konuda o kadar ileri gitmişti ki onun Resulullah’la ilgili iftiralarına kendisi de Şarkıyatçıların etkisinde kalmışsa da çocukluğundan gelen sevgiyi unutmayan Namık Kemal ona karşı “Renan Müdafası” adlı bir kitap yazmıştı)
Sacy ve Renan’ın ürettikleri malzeme Müslümanlara karşı propaganda için yeni bir kaynak oldu. Propagandacılar, sıradan Katoliğin Yahudi nefretini Müslümanlara yöneltmek için fırsat buldular: Arapça ve İbranice aynı dil ailesine mensup olduğuna göre Arap ile Yahudi aynı ırktandırlar, dediler; Yahudinin bütün günahlarını ırk ortaklığından Arap Müslüman`a yükleyiverdiler ve “Yahudi Şeytansa, onunla aynı ırktan olan Arap da Şeytandır. Arab’ın Yahudi’den farkı yoktur (Irkların günahları ortaktır); Arap sadece ata binen Yahudidir, onun bütün kötülükleri onda da vardır” tezini ortaya attılar.
Bu, nefreti doruğa çıkaran ağır bir tezdi; çünkü Müslümanlara karşı katliamlara meşruiyet kazandırıyordu. Katolik, Yahudi’yi öldürerek İsa’nın intikamını alıyordu, şimdi Müslüman’ı da öldürdüğünde İsa’nın intikamını alıyorum, diyebilecekti.
(Bugüne kadar “Sözde Hümanizma (İnsan severlik) çağındaki Fransa, nasıl oldu da Cezayir’de, Orta Afrika’da katliamlar yaptı?” diye düşünüyorsanız, sanırım bu bilgiler bu soruya cevap vermek için yeterli olmuştur.)
SİYASET KİLİSEDEN KOPMADI
Fransız İhtilali, Kilise ile siyaset arasında sınırlar koyduysa da Fransız yönetim biçimi kilisesiz bir yönetim biçimi değildi. Devlet, daha önce içeride özerk, dışarıda Vatikan’a bağlı, Fransız siyaseti üzerinde etkin Katolik Kilisesi’ni dışladı, onun yerine içeride devlete bağlı, Vatikan’dan bağımsız, Fransız siyasetinin ihtiyacına göre şekillendirdiği bir Kilise çağı başlattı. Bu kiliseyi amacına göre kullandı, onun papazlarını gerektiğinde yanında dolaştırdı.
Fransız Akademisi, Suveyş Kanalı’nın açılışı için bir şiir yarışması düzenlemiş,
“İş başına! Fransa’nın yolladığı işçiler
Çizin evren için bu yeni kanalı
Babalarınız, kahramanlar, buralara kadar geldiler
O yiğitler gibi kararlı olun
Onlar gibi siz de piramitlerin yanı başında savaşıyorsunuz
Onların dört bin yılı sizi de izliyor
Evet, evren için bu! Asya için, Avrupa için
Gecenin örttüğü uzak iklimler için Kalleş Çinli için, yarı çıplak Hintli için Mutlu, özgür, insancıl, cesur, toplumlar için
İsa’nın henüz tanınmadığı toplumlar için”
Dizelerini içeren bu şiir yarışmada birinci seçilmişti.
Suveyş Kanalı’nın 17 Kasım 1869’daki açılış töreninde Avrupa’nın önde gelen isimleri önünde, bir tür yeni Batı manifestosu olarak okunan bu dizeler, Batı’nın Hıristiyanlık öncesi tarihi ile Hıristiyanlık sonrası tarihi arasında bir köprü kuruyor ve Batı’ya “Batı değerleri” doğrultusunda “dünyayı kurtarma” misyonu yüklüyordu. Bu, 19. Yüzyıl sonu Batı politikalarının ve dolayısıyla propagandasının da rengini az çok gösteriyordu. Batı, kendisine karşı çıkana “ kalleş” diyecek; İsa’yı duymayan toplumlar (Afrika, Güney Asya....) arasında Hıristiyanlığı yayacak; İslam dünyasına “saadet, hürriyet, insanca yaşam” vaat edilecek; herkes cesur Avrupalıların hizmetkarı edilecekti.
Papanın törendeki elçisi mesajın İslam’la ilgili bölümünü daha net veriyor;
“Hilal karşısına dikilmiş ve herkesten saygı gören haç ne kadar harika, ne kadar heyecan verici, birer kuruntu olduğu sanılan; ama artık kesin bir gerçeğe dönüşen ne çok hayal” diyerek Batı’nın İslam dünyasını sömürgeleştirme çabasını kutsuyor; bunu Kilise’nin kuruntu sanılan hayallerinin gerçekleşmesi olarak değerlendiriyor; açıkçası sömürgeleştirme başarısını Kilise, dininin hak olduğuna delil olarak kullanıyordu.
(Buna rağmen Katolik Kilisesi’nin İslam dünyasını Hıristiyanlaştırma projesi yoktu. Böyle bir çabanın anlamsız olduğunu bilen Kilise, bunun yerine sadece Müslümanları İslam’dan uzaklaştırma ve onların topraklarını sömürgeleştirme projelerine destek verdi, ayrıca İslam alemindeki Ortodoksları, Katolikleştirme projesi yürüttü.)
Üçüncü yeni elit kesime (Laik ve milliyetçi sınıfa) yönelik cephe ihtilal sonrasında hem Fransa hem diğer ülkelerde Kiliseye bir kez olsun uğramayan bir kitle oluşmuş, bu kitle Fransa’da görevler üstleniyor, dolayısıyla İslam dünyasıyla sürekli yüz yüze bulunuyordu.
Bunların manevi boşluğa düştüğünde İslam’dan korunması hem de İslam dünyasında laik-milliyetçi bir elit sınıfın yetiştirilmesinde kullanılması amacıyla Şarkıyatçılar İslam’a ve Müslümanlara karşı yeni tezler geliştirdiler.
Hıristiyanlıktan kopan bu kitlenin bir bölümü aşırı milliyetçiliğin etkisindeydi, diğer bir kısmı ise hümanizmadan (İnsanseverlikten) söz ediyordu.
İnsanseverlik akımının yolu bir şekilde İslam’la kesişiyordu. Bu da insanseverlikle ilgilenen gençlerin İslam kaynaklarından etkilenmesi tehlikesini doğuruyordu.
Daha önce Hıristiyan kitleye karşı “İslam, Hıristiyanlığın sapmış bir mezhebidir”; “İslam bir din değil, siyasi bir sözleşmedir” diyen Şarkiyatçılar, “İslam, kaynağını eski Yunan felsefesinden alıyor” dediler.
Bu, bilimsellikten zerre kadar nasibini almamış, tamamen günün ihtiyaçlarına göre üretilmiş politik bir yalandı, aynı yalancılar daha sonra “Sümer kaynakları” yalanını uydurdular ve ne yazık ki her iki yalan da Şarkıyatçılar üzerinden İslam dünyasına ithal edildi. Bugün bu politik yalanlar, araştırma sonucu ulaşılmış bir “kanaat” gibi pazarlanmaya, gencecik İslam evlatlarının zihnine kazınmaya devam ediliyor.
Milliyetçilik tartışmaları da “kim millettir?” “Kim millet değildir?” tartışmasını gündeme getirdi. Bu süreçte “İslam alemi ilkeldir” ilkel kalmaya "muhtaçtır” ile İslam alemi, ilkellikten kurtarılabilir” şeklinde İslam dünyasının ilkelliğinde anlaşan ancak tedavi edilebilirliği (?) konusunda çatışan iki tez ortaya çıktı.
Fransız yazar Lamartine “Şark (İslam alemi), bir zenginlik diyarıdır; Şarklıların şarkı yönetmeye hakkı yoktur. Buraları işgal etmek, buralarda özgür kentler kurmak, Avrupa’nın hakkıdır” diyordu.. Onun gibi düşünenler için Edward Said’in deyişiyle “Şark, uygun bir kocası olmadığı için kısır kalmış bir kadındır.” O uygun koca Batıdır.
Flaubert’e göre “Mısır’da sadece kuş pislikleri ve anıtlar canlıdır. Bu yine simgesel bir söyleyişti; Flaubert, dolaylı olarak “orada üzerini kuşların pislettiği, değeri bilinmeyen bir hazine vardır, gidin alın” diyordu.
19. Yüzyılın sonuna doğru Fransa’da çok sayıda coğrafya derneği kuruldu. Bu derneklerde iki şey anlatılıyordu:
1- İslam aleminin yer altı kaynakları bakımından zengin olması.
2- İslam aleminin beşeri olarak bir hiç olması.
Müslümanlar, kendilerini yönetmekten yoksun, efsaneler peşinde koşan bir topluluk olarak tanıtılıyor, Chateaubriand’ın “Bu muhteşem ovalarda değerli bulduğum tek şey, canlı ülkemin izleri oldu” sesi kulaklarda yankılanıyordu.
Herkes, bu propagandaya öylesine ikna olmuştu ki sözde insanlığı sömürüden kurtarma ideolojisini ortaya atan Marks bile “onlar, kendilerini temsil edemezler; temsil edilmeleri gerekir” diye bilecek kadar ileri gidiyordu. Bu sözün anlamı açıktı: “onlar, henüz insanlıkları tamamlanmamış bir topluluktur, onları yönetmek tam insan olanların (Avrupalıların) görevidir.” Nitekim Marks, İngiltere’nin Hindistan’daki vahşetlerini görmezlikten geliyor ve her şeye rağmen İngilizlerin Hindistan’a medeniyeti götürdüklerini iddia ediyordu.
Şarkiyatçıların laik milliyetçi gruba yönelik propagandaları zamanla İslam dünyasına yansıdı ve İslam düşmanı ideolojileri benimseyenlerin dilinden ve kaleminden İslam şehirlerine yayıldı. Kılıçların kesemediği Müslüman kafalar kalemle koparıldı, onun yerine Batılı bir kafa takıldı, Müslüman çocuğu öz yurdunda kendi özüne düşman oldu.
Devam edecek...