Hasan El Benna Şehid Edildi
Doğruhaber / Tarihte Bugün / 12 Şubat
GÜNÜN AYETİ
“Ey iman edenler! Allah'a yürekten tevbe edin!...” (Tahrîm suresi 8. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
“Muhakkak Allah Teâlâ'nın mü'min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra 'Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım' diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.” (Buhari, Müslim)
GÜNÜN SÖZÜ
“Tevbe, bir ateştir. Kalpte alevlenir.
O yürekte meydana gelen bir çatlaktır ki kabuk tutmaz!” (Anonim)
TARİHTE BUGÜN
1809: Amerika Birleşik Devletleri'nin 16. başkanı ve Cumhuriyetçi Partinin ilk başkanı Yahudi bir aileden gelen Abraham Lincoln (Abraham Linkoln) doğdu. Abraham Lincoln seçim vaadlerin de köleliği kaldırma sözü vermişti. Başkan seçilince de bu sözünü tutarak köleliği kaldırmıştı. Amerika'nın güneyinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu tarıma dayalı bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken işgücü Afrika'dan kaçırılıp getirilen siyah ırktan oluşan kölelerden sağlanmaktaydı. ABD'nin diğer bölgelerinde ekonomi sanayiye yönelmiş ve kölelik ortadan kalkmıştı. ABD'nin batı kesiminde hala yeni eyaletler kurulmaya devam ediyor ve bu yeni eyaletlerin çoğunda kölelik yasaklanıyordu. Bu ortamda güney eyaletleri köleliğin eninde sonunda güneyde de yasaklanacağından endişelenmekteydiler. Bu da güneyin yaşam tarzını kökünden tehdit ediyordu. Köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Lincoln, seçimi kazanınca güneyli 7 eyalet yeni başkanın köleliği kaldıracağına kesin gözle bakarak hemen ABD'den bağımsızlığını ilan ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis'in başkanlığı altında Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra buna 4 eyalet daha katıldı. Güneyli 11 Eyaletten oluşan Amerika Konfedere Devletleri ile Kuzeyli Amerika Birleşik Devletleri arasında iç savaş çıktı. Kuzey Güney Savaşı olarak da bilinen bu iç savaştan kuzey yani Abraham Lincoln'un başkanlığını yaptığı Amerika Birleşik Devletleri kazandı. Abraham Lincoln zaferden sonra güneyi sömürmek yerine kalkınmasına destek vererek tekrar Amerika'yı birleştirdi. Bu onu Amerika Başkanları arasında en sevilen kişi yapar. Amerika tarihinde bu açıdan yeri ayrı olmakla beraber, aşırı güneyli taraftarı aynı zamanda konfederasyona casusluk yapan bir kişinin onu tiyatroda öldürmesiyle Abraham Lincoln suikastle öldürülen ilk Amerika başkanıdır.
1942: İsrail başbakanlarından Ehud Barak doğdu. Ehud Barak, 1942'de Ehud Brog simiyle doğdu. 1959'da İsrail savunma kuvvetlerine katıldı. Daha sonra soyadını ibranice "yıldırım" anlamına gelen barak ile değiştirdi. İsrail'in müslüman kanına susamış liderlerindendir. Nitekim 2008 yılının sonlarında Gazzeye düzenlenen Furkan Savaşının mimarlarından aynı zamanda 3 Ocak 2009'da başlatılan kara harekatında bizzat emir veren kişidir.
1949: Hasan el- Benna şehit edildi. Hilafetin ilgasından sonra dağılan Müslümanların toparlanması için gayret sarf eden, ülkesinde İslami oluşumun kıvılcımlarını yakan Üstat Hasan el-Benna teşkilatında toplanan Müslümanlara konuşmasını yapıp evine dönerken yolda kurşuna dizilerek şehid edildi.
1961: İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi öğretim üyelerinden Doçent Necmettin Erbakan, 12 Şubat 1961'de, yerli otomobil üretimi konusunda üniversitede bir konferans verdi. Türk tipi bir otomobilin 50'sinin Türkiye'de üretilecek yerli malzemeyle yapılması halinde, otomobil birim maliyetinin yaklaşık 1400 dolar o zamanki kurla 14 bin lira olacağını açıkladı. 2010'larda Erdoğan da Yerli Otomobil çağrısı yaparak sektörün ileri gelenlerini teşvik etti. Kurulduğu günden itibaren İslamla ve Müslümanlarla uğraşan, geri kalmanın faturasını İrtica adı altında İslama kesen rejim 2012'lere kadar bir otomobil dahi yapamadı. Peki o zaman, bir asırdır "Batıyı taklit edip muasır medeniyetler seviyesine çıkıp terakki eyleyeceğiz" diyenler Allah aşkına 100 yıldır Batı'dan ne alıp durdular. Kendi medeniyetimizi terk ettiren zihniyet 100 yılda bir otomobil dahi yapamayacak durumdaysa bir kez daha anlaşıldı ki, Batı'dan teknolojisini değil ahlakını, giyimini, modasını... almışlar. Tabi rejimin 100 yılda bir otomobil dahi yapamamasının bir diğer sebebi yıllık ciroları bazı ülkelerden daha büyük olan küresel otomotiv sektörlerinin yaptırmamasıdır. Çünkü Türkiye'de yerli otomobil projesinin hayata geçişi demek onların Türkiye'ye sattığı yıllık yüz binlerce otomobilden zarar etmeleri demek olacağından Türkiye'de yerli otomobil yatırımına bir şekilde hep engel olmaları da ayrı bağlamda ele alınmalıdır.
1971: Türk Otomobil Fabrikası A.Ş.'nin (TOFAŞ) Bursa'daki otomobil fabrikası, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakan Süleyman Demirel'in de katıldığı törenle açıldı. Fabrika, Fiat lisansıyla "Murat 124" tipi otomobillerin üretimine başladı. Türkiye'de yerli otomobilin önünün kesilme şekillerinden biri bu oldu. Yani Fransa, İtalya, Almanya ve Amerika başta olmak üzere, sonraki yıllarda da Japonya ve Kore'nin de ağırlığını koyduğu bir dönem Rusların girmek istedikleri ama başarılı olmadıkları otomobil yatırımları ulusal medyanın şakşakçılığı eşliğinde öyle yansıtıldı ki, bilmeyen yabancı lisanslı otomobil fabrikası değil uzay gemisi fabrikalarının açılış töreni sanacaktı. Oysa ki, yapılan şey yabancı bir ülkeden getirilen otomobil parçalarının yine yabancı lisansıyla Türkiye'de montaj edileceği fabrikayı açmaktı. Uzun yıllar Türkiye bu şekilde eline şeker verilerek oyalandı. Bu da aslında yabancı otomobil üreticileri için karlı bir yatırımdı. Zira ürettikleri otomobilleri bütün halinde yollayıp satmaktansa parçalarını yollayıp Türkiye'de montajını yaptıktan sonra hem Türkiye'de hem de yakın coğrafyada satmak daha hesaplı idi. durum bu iken Türkiye'ye "Size yatırım yapacağız" denilerek hem vergiden muazzam teşvikler hem de montaj fabrikalarının kurulacağı arsaların bedavaya getirilmesi gibi inanılmaz kolaylıklar kotarıldı. Sonraki yıllarda teknolojik sakıncaları ortadan kalktıkça bazı parçaların dışarıdan getirilmesine gerek kalmadan Türkiye'de üretilmesi lisansı da verildiyse de 2012'lerde bile Türkiye'de dışarıdan getirilen parçalar monte edilerek piyasaya sürülmektedir. Dolayısıyla milyar dolarlar gibi büyük paralar ülke ekonomisine kazandırılmadan lisans sahibi Amerika, Japonya, İtalya, Almanya, Fransa gibi Türkiye'ye yatırım yapmış olan ülkelere gitmektedir.
1984: Mahmut Sami Ramazanoğlu vefat etti. Mahmud Sami Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Mahmud Sami Efendi tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Câmi-i Kebir'de vaaz ve hususi sohbetleriyle irşâd hizmetini yürütürken, bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve ailesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" hadis-i şerifi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir. 1946'da Hacca gitmeye izin çıkar çıkmaz Hacca gitti. Hacdan döndükten sonra dönemin zor şartlarına rağmen ciddi hizmetlerde bulundu. Özellikle takvası, güzel ahlakı ve zühd dolu bir yaşantısıyla ilmini ve hizmetlerini süsleyen Mahmud Sami Efendi, 1979'da Hicaza hicret etti. Ona Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde "Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz" demişti. Allah da ona gönlüne göre verdi ve 12 Şubat 1984'de vefat ettiğinde Cennet-ül Baki'ye defnedildi. Onu tanıyan herkesin şehadet ettiği özelliklerinden biri edebiydi. Zira 92 yıllık ömründe "onu ayağını uzatır halde kimseler görmemiştir" denilmekte ve her şeyinde edebi gözettiği anlatılmaktadır. Kişinin yaşadığı hal üzere ölüşüne güzel bir örnek olarak, ayağını bile uzatmayacak kadar edeb dolu bir insan olan Mahmud Sami Ramazanoğlu, vefat ettiğinde dahi ayaklarını uzatmamıştı. Onu yine ayaklarını uzatmadığı o haliyle yıkamak zorunda kaldılar. ve onu kabre indirenlerin şehadetiyle denilir ki, "Mahmud Sami Efendi'nin ancak kabre bırakıldıktan sonra ayakları düzeldi ve ayaklarını uzattı"
Allah Ondan razı olsun.
1993: İngiltere'de 10 yaşındaki iki çocuk 2 yaşındaki James Bulger'i kaçırarak öldürdü. Filmlerinde, bilgisayar oyunlarında hatta çizgi filmlerinde dahi eğitimi ve terbiyeyi değil kazancı ve aklı çelmeyi hedef edinen Batı kendi canavar neslini büyütüyor. Bu olay ilk duyulduğunda büyük yankı uyandırmıştı. Anne ve babaların çocuk eğitiminde dikkatli olmaları gerektiği, izledikleri şeylerden etkilenip onu uygulamaya dökmek gibi bir meyilleri olduğu dile getirilmişti.
1998: MİT Müsteşarlığı`na Şenkal Atasagun atandı. 1967'de MİT'e giren Atasagun 12 Şubat 1998'den 11 Haziran 2005 tarihine kadar MİT Müsteşarlığı yapmıştır. Müsteşar olduğu yıl MİT'in o zamanki parayla 300 milyarını Borsada batıran MİT'in örtülü ödeneğinden sorumlu Özel Muhasebe Sorumlusu hakkında hiç bir işlem yaptırmadan sessiz sedasız emekli eden sonra tekrar sözleşmeli olarak teşkilata alan Atasagun'un '8 Şubat gibi çok kritik bir dönemde yine MİT Müsteşarlığı gibi çok kritik bir göreve getirilmesi onun siciliyle alakalı olsa gerek. Hem Atasagun çeşitli çete ve suça bulaşmış kişilerle irtibatlı olmakla defalarca suçlanmış, hakkında iddialar ortaya atılmıştır.
2000: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bir bölümü kayıp olduğu iddia edilen Batman silahlarının alımında para ödeme biçiminin devletin işleyişine ters olduğu eleştirilerine, ''Yüksek menfaatleri icap ettirdiği zaman devlet, rutinin dışına çıkabilir'' yanıtını verdi. Bir Demirel klasiği olan bu söz "Derin Devlet tarafından işlenen cürüm ve cinayetlerin derinlerde olmadığı, aslında devletin bir zamanlar zirvesi olan kişilerce de bilindiğinin" bir göstergesidir.
2001: Susurluk'taki trafik kazasından sonra ortaya atılan iddialara ilişkin açılan davayı karara bağlayan İstanbul 6 Nolu DGM, Özel Harekât Dairesi eski Başkan Vekili İbrahim Şahin ve MİT eski görevlisi Korkut Eken'e 6'şar yıl, aralarında Haluk Kırcı ve özel timci eski polis memurlarının da bulunduğu 12 sanığa 4'er yıl ağır hapis cezası verdi.
2007: İran'da, idamından yarım saat sonra canlı olduğu anlaşılan kişi, karşı tarafın şikayetinden vazgeçmesi üzerine hapisten kurtuldu. Bir gazetenin haberine göre, adı Hüseyin olarak verilen 23 yaşındaki kişi, iki yıl önce Kerman şehrinde bir kişiyi öldürdü ve devrim mahkemesince idama mahkum edildi. İran'daki kanunlar gereği, idam kararından sonra maktulün ailesinden şikayetinden vazgeçmesi ve anlaşması istendi. Ölen şahsın ailesi şikayetinde ısrar edince, mahkum hakkındaki idam kararı dün Kerman cezaevinde infaz edildi. İdamdan yarım saat sonra yapılan kontrolde, asılarak idam edilen kişinin ölmediği anlaşılınca, mahkum hastaneye kaldırıldı. Mahkumun infazdan sonra ölmemesi üzerine karşı taraf şikayetinden vazgeçti. idamdan kurtulan kişinin durumunun iyi olduğu belirtildi.
2008: Avusturya'nın güneyindeki Kaernten Eyalet Meclisi, eyalet sınırları içinde 'cami ve minare inşa edilmesini yasaklayan yasa' kabul edildi.
2009: "İran'ın Ankara Büyükelçisi Bahman Hüseyinpur, dün, ülkesinin milli günü dolayısıyla resepsiyon verdi. Swissotel'deki resepsiyonda Büyükelçi Hüseyinpur, erkek konukların ellerini sıkarken, tüm kadın konukların elini havada bıraktı" Bu cümleler Türkiye'de malum medya tarafından yapılan haberlerden alıntılandı. İran büyükelçisi resepsiyon veriyor ve gelen bayan konukların ellerini tutmuyor. Ama fotoğraflar eşliğinde bu durum bir garabetmişcesine haber yapılıyor. Türkiye'de bazılarının kafasına girmeyen bir durum var. Dünyada müslümanlar yaşıyor. Ve bu müslümanlar günün her anında inançlarına göre davranıyor. Ama nedense bazıları bunu anlamak istemiyor.
2009: 11 Şubat 2009'da Eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin, Ergenekon kapsamında tutuklanmadan önce çıkarıldığı savcılıkta; Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un bilgisi dahilinde ve Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak'ın talimatıyla 150-300 arası asker ve polisten oluşacak S-1 adlı birimi oluşturmak üzere çalıştığını iddia etmişti. Bu açıklamalardan bir gün sonra TSK yaptığı bir açıklamada " 700 bin kişilik bir orduya komuta eden, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel niteliklerinden birisini oluşturan Hukuk Devletine bağlılığı ile tanınan bir komutan, 150 - 300 kişilik yasa dışı bir oluşuma ihtiyaç duymaz" denildi. Bu açıklama kamuoyunu tatmin etmedi. Zira 700 bin kişilik bir orduyla hükümetleri gayr-i meşru devirme girişimleri, derin cinayetler, yasa dışı faaliyetler yapamazsınız ama 300 kişi ile pekala derin devletin cinayet ve İbrahim Şahin'in söylediği Türkiye'de iç temizliğini yapabilirsiniz.
2010: Afganistan'a giden Türk askerlerinin, Afgan askerlerine verdikleri 4 haftalık temel askerlik eğitiminin görüntüleri internette yayınlandı. Görüntülerde Türk askerinin eğitim verdiği acemi Afgan askerleri "NE MUTLU AFGANIM DİYENE" diye yürüyüş yapıyor . Afgan askerlerinin eğitimleri ilginç görüntülere de sahne oluyor. Acemi Afgan askerleri 'Ne Mutlu Afganım Diyene' ve 'Vatan Sana Canım Feda' diyerek yürüyüş yapıyorlar. Bu görüntülerden sonra merak edilen şu; "Bir Afgan dünyaya bedeldir" de öğretilecek mi? Öğretilmesi durumunda büyük bir tezat ortaya çıkacağı kesin. Zira dünyaya bedel olan bir Türk'ten sonra bir Afgan'nın da dünyaya bedel olması imkansız gibi görünüyor. Zira dünyaya bedel olan bir Afganlının içinde olduğu bir dünyaya bir Türk, nasıl bedel olacak? Ya da dünyaya bedel olan bir Türkün içinde olduğu bir dünyaya bir Afganlı nasıl bedel olacak?
2011: Hüsnü Mübarek'in istifasının ardından yönetimi devralan Mısır Ordusu, ilerleyen dönemin nasıl olacağıyla ilgili ilk açıklamayı yaptı. Sivil Hükümete geçişin barışçıl olacağı sözünü veren Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi tarafından açıklanan ve Mısır devlet televizyonundan canlı yayınlanan 4 Numaralı Bildiride Mısır'ın geçmişte imzalanan bütün bölgesel ve uluslararası anlaşmalara riayet edileceği belirtildi. Bu açıklmayla İsrail'e dolaylı güvence verildiğini belirten siyaset uzmanları, İsrail'in sıkı bir müttefik olan Mübarek'den sonra Mısır'ın durumuna dair kaygı ve korkularını dindirmeye yönelik bir gönderme olduğunu vurguladılar.
MERCEK
1502: Vasco da Gama (Vaşku dı Gama) Lizbon'dan Hindistan'a doğru ikinci yolculuğuna çıktı. Vasco da Gama (Vaşku dı Gama) Portekizli bir kaşif olup Portekizlilere sömürülecek ülkeler kazandırmıştır.
Önümüze konulan tarih ile yetindiğimizde iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı yerlerini değiştirerek algılıyor, böyle olunca da iyiye kötü, kötüye iyi diyebiliyor. Bu şekilde hataya düştüğümüz yerlerden biri şahıslar oluyor. Misalen Avrupalı kaşifler, bize hep sempatik gösterilir. Kaşifin biri çıkmış, atlamış bir gemiye falan yeri filan yeri keşfetmiş. İnsanlığa hizmette bulunmuştur.
Kendi öz kaynaklarına garip kalanlar, Avrupa menşeli kaynaklardan beslenince bu kaşiflere sempati duymadan edemez. Zira onun tecavüz edilen algısında; "Falan Avrupalı Kaşif'in keşfettiği filan kıta sanki önceden yokmuş da o gidip bulmuş dünya tarihine ve beşeriyetine armağan etmiştir" şeklinde bir portre oluşur. Tıpkı elektriğin icadı gibi kıta keşifleri icad statüsünde allandırılır ballandırılır. Halbuki Avrupalı kaşifler, keşf etmeden önce de o kıta Allah yarattığı ilk günden itibaren ahalisi ve asıl sahipleriyle olduğu yerde duruyordu.
Avrupalıların Keşifler adı verilen dönemde kendi kıtalarının dışındaki kıtalara varması Dünya Tarihi içinde en barbar kesitlerden biridir. Aslında "Keşif" adında bile apayrı bir hinlik, bir iblis oyunu vardır. Avrupalı Milletler kendi aralarındaki rekabetten üstün çıkma ve daha öne geçmede salt kendi kaynaklarının yetersizliğini fark ettiler. Daha doğrusu kendi kaynaklarıyla yetinerek diğer Avrupalı Milletlerin önüne geçemeyeceklerini anladılar. Bu durum, onları dış kaynaklara yöneltti. Bu arayış bir ihtiyaç olmaktan çıkıp Emperyalist politika oldu. Zira Avrupalılar kendi halkları rahat ve müreffeh bir hayat yaşasın için keşfettik dedikleri coğrafyaların damarlarına soktukları vampir dişleriyle kurutuncaya kadar emdiler. İşte bu insanlık dışı politikanın adı "Keşif" oldu. Keşfetme tabiri sadece işlenen cinayetlerin ve gasp edilen toprakların üstünü yumuşak bir adla kapatmakla kalmadı Avrupalıların hak iddiası haline geldi. Öyle ki, "Keşfettim" demek "Artık Benimdir" demek ile anlamdaş olmuştu. Uygulamada da böyle sürüp gitti. Avrupalı Kaşifler bir birleriyle yarışırcasına kıtalara ulaşıyor, bayraklarını dikiyor böylelikle o topraklar keşfedenin oluyordu. Avrupalıların her keşfettiği coğrafyada bu keşfin hemen arkasından keşfeden için saltanat, keşfedilen için yıkım başlaması sizce tesadüf müdür? Aslında "Keşif" ibaresi de bu emperyal literatürden olduğu için yeni tarih yazımında başka bir kavramı yerine kullanmak isabetli olacaktır.
Keşiflerin mantığı özetle bu şekildeyken Kaşiflere gelirsek;
Kaşifler kendi devletlerince görevlendirilmiş öncü birliklerdir. Bunlar sanıldığı veya tarihte oynama yapılarak bize anlatıldığı gibi macera peşinde koşan, içinde yeni yerler görme arzusu olan, çıkıp da denizlerde gezmeyi hobi edinen sivil kimseler değildir. aynı şekilde keşiflerde kullandıkları gemiler de sivil seyahat gemileri değil, top zamanın teknolojik silahlarıyla donanımlı savaş gemileridir. Gemide bulundurulan personel de silahlı ve eğitimli kimselerdir. kaşifler haritacılık başta olmak üzere, denizcilik, coğrafya, astronomi gibi alanlarda da ehil idiler ki uçsuz bucaksız denizlerde vardıkları sahilleri bilebilmeleri için bu gerekliydi. Kaşif denen bu emperyal öncüler her ne kadar karartılmış tarih sayfalarında sempatik ve karizmatik olarak yansıtılsa da eli kanlı katillerdi. Zira, vardıkları yeni coğrafyalarda sahile iner ve insanlarla karşılaşıncaya kadar ilerlerdiler. Çoğu zaman yeni vardıkları toprakların asıl sahipleri ile çatışmalara girer, katliam yaparlardı. Genelde Avrupalılar silah teknolojinde ilerde olduklarından ok ve yaylarla karşılarına çıkan yerliler karşısında ateşli silahlar sayesinde üstünlük sağlarlardı. Emperyalizme "kan emen vampir" benzetmesi yaparsak Kaşifleri de vampirin dişlerine benzetmemiz abes olmayacaktır. Kaşifler hangi Avrupalı milletten ise o milletin lehinde vardığı topraklara el koyar, arkadan gelecek güçlere koridor oluşturur ve hortumunu saplardı. Ardından koloni kurularak o toprakların kaynakları kurutularak Kaşiflerin açtığı koridordan Avrupalı Devlete taşınırdı.
Kaşifler aynı zamanda gemilerle denizlerde gezerek korsanlık yapardı. Korsanlık yapılması da ayrı politikalara dayanmaktaydı. Gemilerle denizlerde gezen kaşif grupları emniyetsizlik ortamı oluşturarak korku yaymaktaydı. Bu emniyetsizlik duygusu diğer kaşif gruplar için caydırıcılığı, en azından kendi işgallerini korumayı amaçlıyordu. Böylelikle kaşif denilen öncü gruplar sadece yeni yerler keşfedip ilk kancayı atmakla kalmıyor, denizlerde korsanlık yaparak da kazanımlarını korumaya devam ediyordu.
Biraz da 12 Şubat 15022'de Lizbon'dan Hindistan'a doğru ikinci yolculuğuna çıkan Vasco da Gama'yı (Vaşku dı Gama) tanıyalım;
Vasco da Gama (Vaşku dı Gama) 1469'da Portekiz'de doğup 24 Aralık 1524'de Hindistan'da öldü. Keşifler Çağı'nda yaşamış olan, Avrupa'nın sözüm ona en başarılı kaşiflerinden olan, Avrupa'dan çıkıp doğrudan Hindistan'a giden ilk kişi olarak bilinen, Portekizli bir denizci kaşiftir.
Portekiz kralı I. Manuel'e bağlı olarak, Doğu'nun hazinelerine ve Hıristiyanlar için kutsal olduğuna inandıkları Hindistan topraklarına ulaşmakla görevlendirilmiştir. 1487'de, kendisinden önce Bartelemeu Dias'ın (Bartelamu Diyas) keşfettiği ve Afrika'yı dolanan Ümit Burnu'nu kadar uzanan deniz yolunu geliştirerek, Denizci Henri'nin başlattığı Portekiz deniz keşiflerine bir yenisini eklemiştir.
Avrupalıların Hindistan'a deniz yoluyla ulaşabilmeleri, Osmanlı Devleti'nin ve İran'ın ticari alandaki üstünlüklerine son vermiş, deniz ticaretinde Avrupalıların üstünlüğü ele geçirmesini sağlamıştır.
Gittiği yerlerde müslüman gemilerine karsı, özellikle hac'dan gelen zengin gemilere karsı korsanlık yapmış, Calicut, Mombasa, ve Malindi gibi liman şehirlerinde, yerel halkla savaşıp, bu şehirleri topa tutmuştur. 1998 yılında Hindistan hükümeti Gama'nın Hindistan'a ilk geldiği yer olan Calicut'ta özellikle ülkeye ve bölgeye turist çekmek amacıyla bu kutlamaları yapmak istediyse de başta Hindistan Komünist Partisi olmak üzere halk, Vasco da Gama'nın (Vaşku dı Gama) gelmesiyle köleleştirme ve emperyalist sömürü döneminin başladığını söyleyerek bu kutlamalara karşı ayaklandı. Bundan dolayı da 500. yıl kutlamaları Hindistan'da kutlanamadı ve hükümet geri adım atmak durumunda kaldı. Başka milletler için kan ve sömürü olan Vasco da Gama (Vaşku dı Gama) Portekizlilerin milli kahramanları olduğundan her yıl onu anarlar.
1949: Hasan el- Benna şehit edildi. Hilafetin ilgasından sonra dağılan Müslümanların toparlanması için gayret sarf eden, ülkesinde İslami oluşumun kıvılcımlarını yakan Üstat Hasan el-Benna teşkilatında toplanan Müslümanlara konuşmasını yapıp evine dönerken yolda kurşuna dizilerek şehid edildi.
17 Ekim 1906'da Mısır'ın Mahmudiye kentin de doğan Hasan el-Benna dini ve ilmi yönden köklü bir aileye mensuptur. Babası hadis alimi idi. Hadis konusunda bizzat kendisinin de yazdığı eserler vardır. İşte böyle ilmi bir yuvada büyüyen Benna ilim, takva ve zühd atmosferinde çok güzel yetişmiştir. Daha küçük yaslarda üstün bir zeka ya sahip olduğu gözleniyordu. Gece namazlarına ve pazartesi, perşembe günleri oruçlarına devam ediyordu. Küçük yaşlarında Kur'an-i Kerimi yarısına kadar ezberleyen Benna 15 yaşlarında hıfzını tamamladı.
Yüzünün hatlarında -devamlı bir elem ve hüzün görünüyordu. Kalbinde müslümanların dertlerine çareler arama aşkı vardı. Onun bu hali zaman zaman bazı kötülükleri bizzat kendi eliyle değiştirmeye götürüyordu.
Nafile ibadetlere devam etmesiyle ruhu enginleşmiş ve nefsi daha da ,paklaşmıştı. Ayrıca daha talebelik yıllarındaki İslâmi çalışmalarından dolayı da genel kültürü oldukça gelişmişti. Okuduğu medrese de "kötülüklere karşı mücadele" adında bir teşkilat kurarak bazı önemli şahsiyetlere mektuplar gönderip, onlara nasihat etmeye ve onların dikkatlerini toplumdaki kötülüklere çekmeye başlamıştı.
Liseden mezun olduğunda Mısır'daki tüm talebeler arasındaki sıralamada besinciydi. Üniversiteyi ise Darul Ulumda okumuştu. Darul Ulum'u bitirdiğinde onun ayarında talebe yoktu. Çünkü birincilikle bitirmişti.
Üniversiteyi bitiren Hasan el-Benna İsmailiye'deki okullardan birine tayin edilmişti. O zaman İngilizlerin tüm güçleri İsmailiye'de toplanmıştı. Okullarda Avrupa usulü eğitim yapılıyordu. İsmailiye bu haliyle sanki Londra'nın muhitlerinden birini andırıyordu.
Halkın çoğu ise bir İngiliz şirketi olan "Süveyş"te isçiydiler. Hasan el-Benna İngilizlerin Mısır halkını ezdiğini ve onu zelil ettiğini görüyordu. Mısır halkı sanki onların kölesiydi. Her türlü fesat almış yürümüş ve haramlar mubahlaştırılmıştı. Özellikle 1924'de Atatürk tarafından hilafet yıkıldıktan sonra bu durum daha da artmıştı. Diğer taraftan Benna, batılıların İslamı ortadan kaldırmak için yaptığı çalışmaları gördükçe kalbi parçalanıyordu. El Benna o dönemleri anlatırken şöyle diyordu: "Allah bilir nice geceleri ümmetin dertlerine çareler aramak için geçirdik. Ve ümmetin hallerini tahlil etmek, dertlerini ortadan kaldırmak için ne kadar düşündük. Bu hallerin tesirinden bazen ağlama durumuna gelirdik."
Derken Hasan el-Benna kendilerinde hayır alametleri olan bazı kişilerle irtibata geçiyordu. Kendisiyle birlikte altı kişi bir araya gelerek İslâmi çalışmaların çekirdeğini oluşturmak için anlaştılar. Benna bu kurduğu teşkilatına yeni bir isim almaması için "Biz Müslüman Kardeşleriz" dedi ve cemiyetin adı "İhvan-i Müslimin" oldu.
Benna ilk davetine İsmailiye'de başlamıştı. Çalışmalarını bereketlendiren Allah Teâlâ onun elleriyle kahvelerde zamanlarını boşa geçiren insanlardan İslâm davası için mümtaz şahıslar yetiştirmişti. Bunlara örnek olarak İslâm davasının ilk öncülerinden Şeyh Muhammed Fergali İngiliz komutanının karşısına dikilmiş şöyle diyordu: "Beni bu İsmailiye'den sadece bir kişinin emri çıkartabilir. O da Hasan el-Benna'dır"
Hasan el-Benna İsmailiye'deki çalışmaları genişleyince ve tüm gayretlerini İslâm için tahsis edince İsmailiye'den Mısır'ın başkenti olan Kahire'ye taşındı. İhvan-i Müslimin'in merkezini orada kurdu.
Bütün gayretlerini İslama davet ve onu tanıtma yolunda harcadı. Köyleri gezdi, şehirleri dolaştı. Gittiği her yere bir şube açıyordu. Öyle ki bir kaç sene içinde İhvanın hareketi Mısır'ın gözünü ve kulağını doldurmuştu. Her tarafta ona katılmalar oluyor ve Mısır'ın evlatları onun kanatları altına giriyordu. Bunu gören hükümet İhvanın yayılmasından korkarak onu kontrol etmek için her türlü çareye başvuruyordu.
Hasan el-Benna'yı gizli istihbarattan bir çok kişi takip etmeye başlamıştı. O nereye giderse onlar da peşinden ayrılmıyorlardı. Derken 1947 senesinde Hasan el-Benna bazı mücahidlerini Filistin'e gönderiyordu. Filistin dağları ve köyleri daha önce görmedikleri ender mücahidler görmeye başlamışlardı. Filistin, Yahudi'ye kuvvetli bir ders vermek ve onlara zilleti tattırmak için ölümü hayata tercih eden insanlara şahit olmuştu.
Bu arada Kral Faruk, bu büyük gelişmelerden dolayı meseleyi İngilizlerle beraber düşünmeye başladı. Özellikle Kral Faruk'un Mısır ordusuna dağıttığı silahların bozuk olduğunun anlaşılmasından ve Araplara ihanetinin açığa çıkmasından sonra Kral Faruk için mesele iyice tehlikeli hale geldi. Filistin'de cihad eden İhvan-i Müslimin Mücahitlerinin Mısır'a gönderilmesinden korkan Faruk, Müslüman Kardeşleri tutuklatıp hapishanelere dolduruyordu. Dışarıda sadece Hasan el Benna kalmıştı. Kralın maksadı onu öldürtmekti. İşte bu esnada Mahmud Abdulmecid gizli istihbarattan beş kişiyi Benna'yı öldürmeleri için gönderdi. Ve Kahire'nin en büyük meydanında Müslüman Gençler Teşkilatının önünde 12 Şubat 1949 tarihinde Hasan el-Benna kurşunlandı. Tedavi için hastaneye kaldırıldı. Bu arada Benna'ya müdahale edilmemesi ve kan kaybından ölmesi sağlandı.
Böylece ömrünün sonuna kadar tebliğ için çalışan Hasan el-Benna ruhunu tertemiz olarak Allah Teâlâ'ya teslim ediyordu. Cenazesini bir yaşlı babayla birlikte dört kadın kabre götürmüstü. Bölgede elektrikler kesilmiş ve bu dört kadın dehşet verici bir ortamda tankların arasında Benna'yı götürüp defnetmişlerdi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi müslümanlar Benna'nın cesedini çıkarıp gösteri yapmasınlar diye mezarının başında nöbet tutturuyordu.
Hasan el-Benna dünyayı terk etmiş Kral Faruk'ta Hasan el-Benna korkusundan rahata kavuşmuştu. O öldüğünde çocuklarına ihtiyaçlarını giderecek bir şey bırakmamıştı. Hatta ev kirasını bile verecek durumları yoktu.
Faruk, Hasan el-Benna'dan kurtulmuştu ama geriye bir problem kalmıştı. O da İhvan-i Müsliminin Filistin'de hala cihada devam eden mücahid gruplarıydı. Bunlardan kurtulmak için Faruk, Mısır tanklarına ve askerlerine Filistin'e hareket emri verdi. Maksadı oradaki İhvan mensuplarını tutuklatmaktı. Ve tanklar kampların etrafındaki duvarları döverek mücahidleri ya teslim olmak ya da üzerlerine topların atılmasına razı olmak arasında seçim yapmaya zorladılar. Mücahidler de etrafın cehenneme çevrilmesini istemediklerinden teslim oldular. Oradan hapishaneye taşınan mücahidler böylece duvarlar arkasına terk ediliyordu.
Hasan el-Benna kalıcı liderlerden birisi, belki de yirminci yüzyılda İslâm tarihinde en göze çarpanlardandı. Onun bu büyüklüğü sadece alim oluşundan veya iyi bir hatipliğinden ya da siyaset adamı olusundan değil, İslâm davasını bina eden yeni bir nesil yetiştirmesinden ve özelde Mısır'ın genelde de İslâm aleminin tarihini sarsmasındandır. Bu gün dahi onun şiddetli sarsmasından olaylar gidişatını değiştirmektedir.
Mısır'ın yeni tarihini yazmak isteyen herhangi bir tarihçi, yahut Filistin meselesini yazmak isteyen ya da son asrın İslami gelişmelerini yazmak isteyen birisinin Hasan el-Benna'yı yazmadan bu konuları yazamaması onun büyüklüğünü göstermeye kafidir.
Tarihçilerin her ne kadar Hasan el Benna hakkında kendilerine özgü ayrı görüşleri olsa da, hepsi de olayların meydana gelişinde Hasan el-Benna'nın büyük tesirleri olduğunda ittifak etmektedirler.
Yeryüzündeki tüm şer güçler, sömürgeciler, krallar, partiler, Ezher Üniversitesi ve fesat ehli Hasan el-Benna ile mücadele ettiler. O da bütün bunlara karşı savaştı. Halk bizzat kendi menfaatinden cahil kaldı. Hepsi de Hasan el-Benna'nın yolunu engellemek ve davasından alıkoymak için çalışmalarına rağmen o, yüce dağlar gibi, rüzgara ve balyozlara aldırış etmeden yoluna devam etti. O, yolunu tutmak için belki sağa sola sallanmıştır ama bütün tehditlere rağmen hiç bir zaman kasırgalardan etkilenerek davasından geriye adım atmamıştır. Dünya onun etrafında kararmış olsa da, o hiç bir zaman zafere olan kuvvetli imanından en ufak bir zayıflık göstermemiştir.
Evet onu öldürdüler. Onlar kuvvetli Benna ise zayıftı. Onlar hükümran Benna ise bir kenara itilmişti. Onlar silahlı, Benna ise eli bostu. Evet Benna'yı öldürdüler, şimdi onlar katil ve mücrim, Benna ise mutlu ve saadet içinde.
Daha sonra onlar halkın merhametinden kovulurken, Benna Allah'ın rahmetiyle bağışlanıyordu. Onlar şimdi batı ülkelerinde dağılmış vaziyette. Benna ise istirahatgahında. Allah O'na ve tüm mücahidlere bol bol rahmet etsin.
12 ŞUBAT 2008: Hizbullah'ın büyük komutanlarından, direnişin kahramanlarından İmad Muğniye şehid edildi.
Dünya, İmad Muğniye`yi şehid edildiğinde tanıdı. CIA ve Mossad ise, onu 25 yıldır tanıyordu. Amerika ve İsrail hedeflerine yönelik sarsıcı eylemler gerçekleştiren İmad Muğniye, 25 yıldır CIA ve Mossad`ın öldürmek istediği ve başına milyonlarca dolar ödül koydukları bir isimdi.
Muğniye, Lübnan`ın Sur şehrinde Temmuz 1962`de doğmuştu. Ailesi çiftçi olup sonradan Beyrut`un güneyindeki Dahiye`ye taşındı. Muğniye ilköğretim ve lise eğitimini Lübnan okullarında tamamladı. Büyüyünce kısa bir süreliğine Beyrut Amerikan Üniversitesi`nde okudu.
Muğniye`nin direniş hareketleriyle ilk teması henüz 15 yaşındayken, 1977 yılında gerçekleşti. Muğniye, Lübnanlı fikir ve aksiyon adamı Enis Nakkaş`ın yanına giderek askeri eğitim almak, İsrail`e karşı mücadele etmek istediğini bildirdi. Nakkaş o günlerde, Fetih Hareketi içerisinde mücadele etmekteydi.
1980`li yılların başında Muğniye`yi, Fetih hareketi içerisinde önemli görevlere getirildiğini görüyoruz. Öyle ki Ebu Ammar, Ebu Cihad ve Ebu İyad gibi Fetih liderlerini korumakla görevli olan Fetih hareketine bağlı Kuvvet 17`le çalışmaya başlamıştı.
Muğniye 1982 İsrail işgalinden sonra Beyrut`tan çıkmak zorunda kalan Fetih`ten ayrılarak, model aldığı şahıslardan birisi olan Dr. Mustafa Çamran ve İmam Musa Sadr önderliğinde kurulan Emel Hareketi içerisinde yer aldı. Bundan bir süre sonra Hizbullah`ın kurulmasıyla birlikte, Hizbullah kadroları içerisinde görev almaya başladı. Bu dönemde Fetih`in Lübnan`daki silahını Hizbullah ve Emel`in temsilcisi olarak Lübnan direnişine nakletme işine yardım etmişti.
Muğniye, 1982 ile 1985 yılları arasında, Hizbullah`ın ruhani lideri olan Muhammed Hüseyin Fadlullah`ı koruma görevini yürüttü. Daha sonra savaş meydanındaki planlamaları ve komuta etme alanındaki harikulade yeteneği sebebiyle Hizbullah`ın özel operasyonlarından sorumlu oldu.
Muğniye`nin askeri alandaki bu yeteneği, İranlı üst düzey liderlerin gözünden de kaçmamıştı. 20'li yaşlarında 80`lerin başlarında İran`a ilk gittiğinde yüksek savaş yeteneğini gösterdi. Muğniye, İran devrimine tutkuyla bağlı diğer gençlerden birisi olmakla birlikte diğerlerinden farklı meziyetlere sahipti.
Amerikan kaynakları Muğniye`yi İran, Irak, Lübnan ve diğer bölgeler arasında gidip gelen, 11 Eylül'ü saymazsak dünyada en çok Amerikalı öldüren kişi olarak tanımlıyor.
Muğniye`nin Gerçekleştirdiği Operasyonlar
Muğniye, İsrail ve Amerika hedeflerine yönelik bir çok saldırıdan sorumlu tutulmaktadır. Muğniye`nin sorumlu tutulduğu operasyonlardan bazıları şunlardır:
- Nisan 1983`de Beyrut ABD Konsolosluğu`nun bombalanması eylemini planladı. Bu eylemde, 63 Amerikalı ve Lübnanlı asker öldü.
- Beyrut`taki ABD Marines kuvvetleri karargâhının bombalanması eylemini organize etti. Bu saldırıda da 241 Amerikalı öldü. Bu operasyondan sonra Amerika pılını pırtını toplayıp Lübnan'dan kaçtı.
- Beka`da 58 Fransızın öldüğü Fransız askerlerinin kışlasının bombalanması eylemini planladı.
- 1985 yılında Beyrut havaalanında, Amerikan TWA uçağının kaçırılmasında rol üstlendi ve uçaktaki Amerikan Marines kuvvetlerinden bir subayı öldürdü.
- Arjantin`in Buenos Aires şehrinde 85 kişinin ölümüne neden olan bir Yahudi merkezi ve İsrail Büyükelçiliği`nin hedef alan bombalı saldırıyı planladı.
- Muğniye, 19 Amerikan askerinin öldüğü Arabistan`daki Hobar kulelerinin bombalanması olayına katıldı.
- İsrail ordusunun Caitit 13 birliğinin hedef alındığı, Ensariye`deki Abbas`ın Tuzağı adlı operasyonu gerçekleştirdi.
- 2000 yılında Şeba çiftliklerinde İsrail askerlerinin esir alınması operasyonunu planladı. 2000`li yıllarda verdiği mücadeleyle, İsrail ordusunun Güney Lübnan`dan çıkmasını sağladı.
- Temmuz 2006`da iki İsrail askerinin esir alındığı Ayta Şaab operasyonunu gerçekleştirdi. Bu operasyon sonrasında patlak veren Temmuz 2006 savaşında Hizbullah savaşçılarını yönlendirdi.
Amerika`nın, başı için 25 milyon dolar ödül verdiği Muğniye dünyada 42 ülkede aranlar listesinde baş sırada yer alıyor. Muğniye, 25 yıldır 42 devlette, CIA ve Mossad ajanları tarafından aranmaktaydı. Geçen 25 yıl süre içerisinde Muğniye, gece gündüz demeden İsrail`e karşı tarihi zaferin kazanılması için çalıştı. Amerika, Muğniye`nin yeri hakkında bilgi verenlere 25 milyon dolar ödül vereceği ilan etti.
Meydandan geri çekilmedi ama gizlenmeyi de başardı. Kaynaklara göre Muğniye, sürekli olarak takipte olduğu için 1990 ve 1997 yıllarında, olmak üzere en az iki defa yüzüne cerrahi operasyon yaptırdı. Muğniye, Lübnan dışında rahatça dolaşabilmek için Lübnan, Suriye, İran ve Pakistan pasaportları kullandı.
Muğniye, güvenlik gerekçesiyle, basın karşısına çıkmamayı, tercih etmekteydi. Hatta, fotoğraf da çektirmezdi. Bundan ötürü Muğniye`yi arayan CIA ve Mossad ajanlarının elinde, 24 yaşındayken çektirdiği fotoğraftan başka bir şey yoktu. Adeta karda yürüdü ama izini belli etmedi. Muğniye`nin karda yürümesi ama izini belli ettirmemesinden ötürü “Tilki”, “Gölge adam” gibi isimlerle anılır olmuştu. 2000 yılında, İsrail`in Lübnan`dan çekilmesiyle sonuçlanan tarihi zaferin arkasındaki isim, İmad Muğniye`ydi. Fakat, o “Zaferi kazanan komutan, benim diyerek” basın karşısına çıkmadı. 2000 yılında elde edilen zaferden sonra Lübnan direnişini daha büyük savaşa hazırladı. Temmuz 2006`da Muğniye`nin beklediği savaş gelip çatmıştı. 33 gün süresince Hizbullah savaşçılarını yönlendiren, savaşın yöneten ve nihayetinde zaferi kazanan komutan yine İmad Muğniye oldu.
Muğniye, 2006`daki savaştan sonra da köşesine çekilmedi. İsrail`in intikam alacağının farkında olan Muğniye, Temmuz savaşındaki zaaf noktalarının giderilmesi için çalışmalarını sürdürmeye devam etti.
Geçen 25 yılın ardından, iki zaferin komutanı İmad Muğniye, 12 Şubat 2008`de çok sevdiği Hz. Rukeye`nin kabrini ziyaret ettikten ve matem gecesine katıldıktan sonra Suriye`nin başkenti Şam`da uğradığı suikastle şehid edildi. Muğniye, kendi aracının arkasına parkeden bir araca yerleştirilen bombanın patlatılması neticesinde şehid olduğu öğrenildi.
Muğniye`ye yakın kaynaklara göre Muğniye suikasti, Amerika, Avrupa, İsrail ve Arap istihbaratının koordineli çalışması neticesinde gerçekleşti. CIA`nın kontrolünde bir Avrupa ülkesinde araca bomba yerleştirildi. Arap istihbaratı, Muğniye`nin bulunduğu mekanı bildirdi. Mossad`a da bombayı patlatmak düştü.
Imad`ın şehadetiyle birlikte Muğniye ailesi, evlatlarının üçüncüsünü de İsrail`e karşı mücadelede şehid vermiş oldu. İmad`ın Cihad ve Fuad adlı kardeşleri de daha önceden şehid olmuşlardı.
Onu yakından tanıyanlar, Muğniye`nin futbolu ve şaka yapmayı çok sevdiğini söylemekteler. Muğniye, Farsçanın yanı sıra iyi derecede İngilizce ve Fransızca da bilmekteydi.
Yine onu yakından tanıyanlar, onun Filistinlilerinden daha fazla bir Filistinli olduğunu düşünmekteler. İslami Cihad Hareketi lideri Ramazan Şallah, Muğniye`nin şehadetinden sonra yaptığı konuşmasında “Muğniye`yi tanıyan Filistinli liderler, onun hepimizden de fazla bir Filistinli olduğunu bilirler” dedi. Hamas`ın Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal ise “Bu olay her ne kadar acı bir olay da olsa, direnişi güçlendirmiştir, zayıflatmamıştır” demişti.
Temmuz 2006 savaşında cephede bulunan bir Hizbullah savaşçısı, İmad Muğniye`yi şöyle anlatmıştı: “İşini çok ciddiye alır, bütün boyutlarıyla ele almadan yola koyulmazdı. Her zaman düşmanın güçlü taraflarını hatırlatır, kolay kolay zaferden bahsetmezdi. O, zaferin her zaman Hak ehline ait olduğunu ve bu meydanın erlerinin cephede alınacak sonuçtan yana fazla endişe duymamaları gerektiğini, zira bu yolda olmanın zaten muzaffer olmak olduğunu söylerdi. Hakkın zalimden alınması gerektiğini vurgulamakla birlikte burada bile düşmana zulmedilmemesi gerektiğini hatırlatırdı. Düşmana sert, dostlar karşısındaysa mihribandı. Hacı Rıdvan, bazen çatışma çok uzadığında yorgunluğunu atmak için az bir müddet duvara yaslanır ve sessiz bir şekilde düşüncelere dalardı. O, 33 gün savaşında Hizbullah`ın maneviyatının ruhu mesabesindeydi, fakat hiçbirimiz bu aşk timsali kişinin düşmanı yıllardır uykusunda kabusa boğan meşhur İmad Muğniye olduğunu bilmiyorduk! 33 gün savaşına katılan herkes Şehid Muğniye`yi operasyon komutanı olarak tanıyordu sadece, kimse düşmanı yıllardır peşinde koşturan o efsanevi hayalet olduğunu bilmiyordu.
Savaşın sonlarına doğru, yavaş yavaş Hizbullah`ın zaferi bütün dünya tarafından dillendirilmeye başlandığı günlerde, biri arabasıyla yanaşarak siperlerimizin yanında durdu. Bu esnada Hacı Rıdvan, elini arkadaşlardan birinin omzuna atmış konuşuyordu, bu yabancı kişi “Hacı İmad, birlikte genel komutanlık merkezine gitmek için geldik, Seyyid Hasan sizi bekliyor” dedi. Hepimiz hayretten dona kalmış bir halde yüzümüzü Hacı Rıdvan`a çevirerek birbirimize sessizce “Bu kişi meşhur Muğniye, şu yıllarca yakalanamamış olan hayalet mi yoksa?” diye sormaya başladık. Hiç kimse bu soruyu doğrudan doğruya Hacı Rıdvan`a yöneltmeye cesaret edememişti. O, “Çocuklar biz zafer kazandık, sizin en başta bile bana ihtiyacınız yoktu. Çölün keskin bakışlı kartallarının benim gibi kırlarda yaşamış birine ihtiyacı yoktu. Selam olsun siz İslam savaşçılarına! Her zaman başı dik olursunuz inşallah, zira İslam`ın izzeti sizinledir” diyerek bizlere sıcaklık ve ümit veren gülümsemesiyle veda etmiş, bir kez daha o ulaşılmaz efsanevi kimliğine dönmüştü.
Hacı Rıdvan`ın 33 Gün Savaşı esnasındaki dikkati ve planlamasındaki titizlik eşsiz idi. Düşman hakkındaki öngörüleri her zaman isabetli olurdu, her zaferin ardından ona “Hacı, bu sefer de dediğin çıktı, yoksa ğayb ilmin mi var?” derdik; o da gülerek bizi cevaplar ve “düşmanın karşısına çıkmak için ğayb ilmine gerek yok, düşmanın zayıf noktalarıyla kendimizin güçlü tarafları üzerinde düşünmemiz yeterli” derdi.
Muğniye`nin şehadeti, Amerika ve İsrail`i oldukça sevindirdi. Muğniye`yi “büyük katil” olarak anan Amerika, suikast haberini alınca “Muğniye`siz bir dünya çok iyi olacak” diyerek sevincini dile getirdi.