Öze Güvenli Bir Yolculuk!
Ya Rab! diyordu tüm samimiyetiyle. Beni bir an bile nefsimin ellerine bırakma. Bana şu fani dünya hayatında kendimi bulmam için yardım et. İlim ve hikmet kapısını sonuna kadar aç. İnanıyorum ki; kendini hakkıyla okuyan/bulan/bilen Seni de bulur/tanır...
Elif Yüksek / Nisanur Dergisi
Yıllarca ailesinin ‘sen beş para etmezsin` nev`inden bakışları altında ve ‘zaten becerseydin şaşardım` cihetinden söylemleriyle yaşamıştı. Bu hali okuldaki başarısı bile değiştirmemişti. Öyle ki bazen okuldaki başarısının bir takım ‘tesadüfler` sonucu kendi çabası dışında geliştiğini bile düşünüyordu. Ara sıra babasının o ruhunu okşayan ve kendine o an için güvenmesini sağlayan söylemleri de olmasa kendini hepten salıverecek ve gerçekten de koca bir ‘hiç` olduğu zannına kapılacaktı. Tabi bir de öğretmenlerinin övgü dolu sözleri…
Dalıp gittiği mazi sayfaları arasında en ön plana çıkan hakikatin; yaşamın en önemli evresinin çocukluk olduğu kanaatine varmıştı. Henüz çocukluğa veda etmediği o ilk 12 yıllık yaşamındaki izler o kadar derindi ki; hala belirgin bir halde üstelik tazeliğini de koruyordu zira…
Ailesince ‘işe yaramaz` damgası yemesi, aradan geçen onca yıla rağmen yâdındaki sıcaklığını/tazeliğini hala koruyordu. Evdeki bir takım işlere güç yettirememesi, yaptığı işi yüzüne gözüne bulaştırması ve beceri yönünden annesine ve ablalarına çekmemesiydi belki de, asıl sorun! Peki, bu gerçekten de bir sorun muydu? Aradan geçen yıllara rağmen bunu sorgulama gereği duyuyordu şi mdilerde. Öyle ya okuma, yazma ve anlama kabiliyeti yüksek düzeyde olmasına rağmen ‘ev işleri` sınıfına giren bir takım konularda tabiri caizse sınıfta kalacak düzeydeydi. Ya da anca ‘geçer` not alabilecek seviyede… İşte bu durum onu ailesindeki bireyler nezdinde -diğer kız çocuklarına nazaran- ‘beceriksiz` biri kılıyordu. Bunun hiç de adil bir yaklaşım olmadığını biliyordu lakin çoğu zaman bu ithamı hak ettiğini de düşünmüyor değildi…
Oysa geçmişin sayfalarını bir bir çevirdiği şimdilerde; işi duygusallıktan ziyade ‘doğru bir tahlile` vurması ve açtığı pencereden nefretle/öfkeyle bakmaktan ziyade ibretle bakması gerektiğini düşündüğünden hiçbir çocuğun böyle ya da benzer bir ithamı hak etmediğini anlar gibiydi… Zira her insan fıtratına kodlanmış birbirinden farklı bir takım yeteneklerle/özelliklerle çıkarılıyordu yaşam sahnesine. Onu keşfedecek bir anne-baba, kardeş-arkadaş olması ne derece elzemse kendisinin aklı ermeye başladığında kendini okuması; kendindeki yetenekleri keşfe çıkması da o derece elzemdi. Bu yolculuk er ya da geç gerçekleşmeliydi. Aksi halde öz güveni yara almış biri olarak; ezik ve sinik bir halde hayat perdesini kapatmaktan başka çıkar yolu olmayacak ve insanı kâmil olma yolunda ilerleyemeyecekti…
“Acaba bu yolculuğun neresindeyim?” diye sordu öz benliğine. Muhatabı direkt kendi benliğiydi:
“Söylesene! Yolun henüz başında mısın? Yoksa farkında bile değil misin, yolcuğunun? Kendine yolcusun! Kendi gönül âlemine… Bunu fehm ettiremeyecek kadar toy mu düşüncelerin? Yola revan olduğunu hissettiremeyecek kadar gafil mi düşlerin?”
Kendini okuması gerektiğini haykıran bir ses vardı ve dem a dem yankılanıyordu zihninde. “Madem okumayı bu denli seviyorsun” diyordu. “O vakit ilkin kendini oku! Oku ki ardınca gelen her okuyuşun sana ‘seni` buldursun… Bul ki seni var edeni bilesin, tanıyasın…”
“Sahi” dedi ansızın! “Ben kimim? Neyim? Beni var edenin hangi isminin bir tecellisini taşıyorum üstümde ki ‘halife` diye isimlendirildim? O Halık-ı Mutlak`ın hangi sıfatının bir ayinesiyim?”
Bu sorular zaman zaman beynine hücum etmiyor değildi. Lakin bu denli derin bir analizin içinde ilk kez buluyordu kendisini. Eskiyi karıştırışının payı vardı bunda, muhakkak. Ancak o, durumu olabildiğince lehine çevirmenin telaşını yaşıyordu.
“Peki” dedi ardınca. “Bana -belki de yoktan var edilişimin hatırına- verilen yetenekleri ben hep kendimden mi bildim? Keşif yolculuğum benim için ne derece inkişafa dönüştü? Yoksa bir kâşif edasıyla, kendini bir şey zannedenler sınıfına mı dâhil oldum? Oysa zaten var olan bir şeyi bulmak/keşfetmek; gururu değil onuru gerektirir… Ya ben ne derece onurlu davranıyorum? Yaratıcımın bana derç ettiği kabiliyetleri ve ilham ettiği güzellikleri kendimden mi biliyorum? Ve bunlarla övünüyor muyum?”
Bir an ürperdiğini hissetti. İliklerine kadar üşümüştü. Şeytan aleyhilla`nenin tavrı düştü belleğine. O, âlemlerin rabbi olan Allah`a; yaratılışının inceliklerini öne sürerek isyan etmişti. Kibirlenerek…
Dalıp gittiği mazi sayfaları arasında en ön plana çıkan hakikatin; yaşamın en önemli evresinin çocukluk olduğu kanaatine varmıştı. Henüz çocukluğa veda etmediği o ilk 12 yıllık yaşamındaki izler o kadar derindi ki; hala belirgin bir halde üstelik tazeliğini de koruyordu zira…
Ailesince ‘işe yaramaz` damgası yemesi, aradan geçen onca yıla rağmen yâdındaki sıcaklığını/tazeliğini hala koruyordu. Evdeki bir takım işlere güç yettirememesi, yaptığı işi yüzüne gözüne bulaştırması ve beceri yönünden annesine ve ablalarına çekmemesiydi belki de, asıl sorun! Peki, bu gerçekten de bir sorun muydu? Aradan geçen yıllara rağmen bunu sorgulama gereği duyuyordu şi mdilerde. Öyle ya okuma, yazma ve anlama kabiliyeti yüksek düzeyde olmasına rağmen ‘ev işleri` sınıfına giren bir takım konularda tabiri caizse sınıfta kalacak düzeydeydi. Ya da anca ‘geçer` not alabilecek seviyede… İşte bu durum onu ailesindeki bireyler nezdinde -diğer kız çocuklarına nazaran- ‘beceriksiz` biri kılıyordu. Bunun hiç de adil bir yaklaşım olmadığını biliyordu lakin çoğu zaman bu ithamı hak ettiğini de düşünmüyor değildi…
Oysa geçmişin sayfalarını bir bir çevirdiği şimdilerde; işi duygusallıktan ziyade ‘doğru bir tahlile` vurması ve açtığı pencereden nefretle/öfkeyle bakmaktan ziyade ibretle bakması gerektiğini düşündüğünden hiçbir çocuğun böyle ya da benzer bir ithamı hak etmediğini anlar gibiydi… Zira her insan fıtratına kodlanmış birbirinden farklı bir takım yeteneklerle/özelliklerle çıkarılıyordu yaşam sahnesine. Onu keşfedecek bir anne-baba, kardeş-arkadaş olması ne derece elzemse kendisinin aklı ermeye başladığında kendini okuması; kendindeki yetenekleri keşfe çıkması da o derece elzemdi. Bu yolculuk er ya da geç gerçekleşmeliydi. Aksi halde öz güveni yara almış biri olarak; ezik ve sinik bir halde hayat perdesini kapatmaktan başka çıkar yolu olmayacak ve insanı kâmil olma yolunda ilerleyemeyecekti…
“Acaba bu yolculuğun neresindeyim?” diye sordu öz benliğine. Muhatabı direkt kendi benliğiydi:
“Söylesene! Yolun henüz başında mısın? Yoksa farkında bile değil misin, yolcuğunun? Kendine yolcusun! Kendi gönül âlemine… Bunu fehm ettiremeyecek kadar toy mu düşüncelerin? Yola revan olduğunu hissettiremeyecek kadar gafil mi düşlerin?”
Kendini okuması gerektiğini haykıran bir ses vardı ve dem a dem yankılanıyordu zihninde. “Madem okumayı bu denli seviyorsun” diyordu. “O vakit ilkin kendini oku! Oku ki ardınca gelen her okuyuşun sana ‘seni` buldursun… Bul ki seni var edeni bilesin, tanıyasın…”
“Sahi” dedi ansızın! “Ben kimim? Neyim? Beni var edenin hangi isminin bir tecellisini taşıyorum üstümde ki ‘halife` diye isimlendirildim? O Halık-ı Mutlak`ın hangi sıfatının bir ayinesiyim?”
Bu sorular zaman zaman beynine hücum etmiyor değildi. Lakin bu denli derin bir analizin içinde ilk kez buluyordu kendisini. Eskiyi karıştırışının payı vardı bunda, muhakkak. Ancak o, durumu olabildiğince lehine çevirmenin telaşını yaşıyordu.
“Peki” dedi ardınca. “Bana -belki de yoktan var edilişimin hatırına- verilen yetenekleri ben hep kendimden mi bildim? Keşif yolculuğum benim için ne derece inkişafa dönüştü? Yoksa bir kâşif edasıyla, kendini bir şey zannedenler sınıfına mı dâhil oldum? Oysa zaten var olan bir şeyi bulmak/keşfetmek; gururu değil onuru gerektirir… Ya ben ne derece onurlu davranıyorum? Yaratıcımın bana derç ettiği kabiliyetleri ve ilham ettiği güzellikleri kendimden mi biliyorum? Ve bunlarla övünüyor muyum?”
Bir an ürperdiğini hissetti. İliklerine kadar üşümüştü. Şeytan aleyhilla`nenin tavrı düştü belleğine. O, âlemlerin rabbi olan Allah`a; yaratılışının inceliklerini öne sürerek isyan etmişti. Kibirlenerek…
...