'Bediüzzaman'ın eserleri tahrip edilmiş'
Şark Medrese Alimler Vakfı (MEDAV), Genel Sekreteri Medine Medresesi Müdderisi Nizamettin Yakışık, Bediüzzaman Said Nursi'nin bilinmeyen yönlerine ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulunarak, üstadın Kürt ve Kürdistan kimliğinin kamufle edilerek, eserlerinin tahrip edildiğini söyledi.
İlke Haber Ajansına konuşan Şark Medrese Alimler Vakfı (MEDAV), Genel Sekreteri Medine Medresesi Müdderisi Nizamettin Yakışık, Müslümanların Üstad'ı anlamadığını, Üstad'ın yapılması için gayret ettiği Medresetü’z Zehra ile bugünkü cemaat yapılanması içerisinde bulunan eğitim kurumları arasında benzerliklerin olmadığını savundu.
Üstad'ın Kürt ve Kürdistan kimliğinin kamufle edildiğini ifade eden Yakışık, Bediüzzaman'ın öğretisinin geçen zaman içerisinde amacından saptırıldığını ileri sürerek üstad ile ilgi çarpıcı açıklamalarda bulundu.
MEDAV, Genel Sekreteri Nizamettin Yakışık'la yaptığımız röportajın tamamı…
Said Nursi ile ilgili arşiviniz, yazdığınız kitap, makale gibi bir çalışmanız var mı?
Evet. Üstad'ın Medresetü’z Zehra projesi ile ilgili iki tebliğim mevcuttur.
Yaptığınız çalışmalar doğrultusunda Bediüzzaman’ın nasıl bir İslami çalışması vardı. Çalışmaları hakkında görüşleriniz nelerdir?
Gerçekten Üstad'ı bir dâhi, bir müceddid, bir filozof ve 20. yüzyılda İslam’ı zamanın şartlarına göre idrak edip irdeleyen bir alim olarak görmekteyiz. Çünkü Üstad'ın ilminin kesbiden (Sonradan kazanılmış) çok Vehbi (Yaradılış vergisi olan) bir ilim olduğuna şahadet ederiz. Bununla beraber Üstad, İslam’ın, hem dünya ve hem de ahret dini olduğunu açıkça dile getirmekte ve eserleriyle bunu ispatlamaktadır.
Zamanın idarecilerine İslami hakkikatların ve ahkamların sönmez bir nur olduğunu anlatmaya çalışmış, Kuran’ın hakaikini kafirlere karşı mukni (ikna edici) deliller ile ispatlamaktan geri kalmamıştır. Üstad'ın vakıf olduğu ilimleri tek bir alanla sınırlandırmak doğru değildir. Üstad, birçok ilim dalında eser verdiği gibi, akli deliller ile de Kuran’ın hakikatlerini, Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlamaktan geri kalmamıştır. Üstad ehlisünnet ve cemaat çizgisinde olmakla beraber diğer İslam fırkalarının ve mezheplerinin görüşlerini göz ardı etmemiş; haklı ve isabetli gördüğü konuları da söylemekten, tasdik etmekten geri durmamıştır. Nitekim onun şu veciz sözü de bu durumu açıkça desteklemektedir: “Kitaplar ve içtihatlar Kuran’a ayna olmalı, dürbün olmalı, asla ve asla vekil ve gölge olmamalıdır.
Üstad hiçbir zaman kendisinden önceki alimlere dil uzatmamış, onları hoşgörü içerisinde görmüş ve onların söylediklerini münasip bir te’vil ile yorumlamaya gayret sarf etmiştir. Ayrıca Hazreti Peygambere (sav) duyduğu aşırı muhabbetten ve saygıdan dolayı sahih olma ihtimali düşük olan hadisleri bile uygun te’villerle açıklamaya çalışmıştır.” dedi.
Üstad'ın kitaplarında tahribatların yapıldığını iddia ediyorsunuz, bu iddianızı ispatlayacak bir deliliniz var mı? Onun mezarının nerde olduğu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Üstad’ın yazmış olduğu eserlerin maalesef çeşitli nedenlerle değiştirildiğine hem nurcular ve hem de diğer araştırmacılar kanaat getirmektedirler. Kanaatime göre bir kısım tahribatlar sistemden dolayı olmuşsa da bir kısmı bilinçsiz olarak yapılmıştır. Çünkü Üstad'ın yazmış olduğu eserler orijinal haliyle maalesef günümüze kadar çeşitli sebeplerden dolayı ulaşamamıştır. Risale-i Nurlarda özellikle Kürt ve Kürdistan ile ilgili içeriklerin değiştirilmesi veya çıkartılması manidardır. Nitekim “Münazarat” adlı eserinin değiştirilmesi, “Asar-ı Bed’iye”nin yayımlanmaması bu tahribatın işaretlerindendir.
Bu tahribatların olduğuna dair açık bir delil de Yeni Asya gazetesinin sahibi Mehmet Kutlular'ın konu ile ilgili itiraflarıdır. Kutlular, Üstad'ın talebesi Zübeyir Gündüz, adındaki zatın Risale-i Nurlardaki Kürt ve Kürdistan kelimelerini kaldırdığını Vakit gazetesinde Hasan Balta’nın yapmış olduğu “Ağabeylerin Dilinde” adlı röportajda görmekteyiz. Belki bu tahribatlar Risale-İ Nurların yayımlanması gerekçesi ile yapılmış olsa bile bu tahribatın, Üstad'ın ruhuna ve fikir dünyasına ters düştüğüne inanmaktayız. Çünkü üstad açıkça kendi eserleriyle ilgili şunu dile getirmektedir. “Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.” Üstad'ın bu manidar sözü, Risale-i Nurlarda tahribat yapmanın ve değiştirmenin mümkün olmayacağını, Üstad'ın söylediklerinin hepsinin altına her halükarda imza attığının açık bir delilidir.
Üstad'ın eserlerini yayımlayan Sözler, Envar, Tenvir ve Zehra gibi neşriyatların birbirlerini tutmaması da söz konusu tahribatların yapıldığını göstermektedir. Bu tahribatlar, özellikle Kürt ve Kürdistan’la ilgili olanların dışında “İşaretü’l i’caz” adlı eserinde münafıklar bahsinde, “Mektubat” adlı eserinde Vehabiler kısmında, “Şualar” adlı eserinde ise Deccal’la ilgili bölümlerde açıkça kendisini göstermektedir.
Kabrinin belli olmaması dönemin hakim zihniyetinin Üstad'a yönelik menfi tavrı ve tahammülsüzlüğünün bir neticesi olarak addedilebilir. Çünkü Üstad'ın eserlerinin gerek Türkiye’de gerekse bütün dünyada son derece etkili olması ve önüne geçilemez bir hal alması, hakim zihniyeti son derece tedirgin etmiş ve bundan dolayı da Üstad'ın dirisine tahammül edemedikleri gibi ölüsüne de saygısızlıkta kusur etmemişler ve ona iki mezar taşını çok görmüşlerdir. Başka bir cihetle de bakıldığında mezarının belli olmaması Cenab-ı Hakk’ın Üstad'a olan bir lütfü ve Üstad'ın da bir kerameti olarak da telakki edilebilir. Çünkü Üstad bu konuda: “Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temâşâ eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed,…Size hitap ediyorum.
Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Siz inşaallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.” İbaresiyle daha önce mezarının yıkılacağını kerametkarane bildirdiği gibi mezarının tekrar bulunacağını da işaret etmektedir. Ayrıca mezarının yeri ile ilgili henüz tarafımızca kesin bir bilgiye ulaşılmamıştır.” diye konuştu.
Üstad'ın yaşamı boyunca hayal ettiği, uğrunda çalışma yürüterek mücadele ettiği, Medresetü’z Zehra ile bugünkü cemaat yapılanması içerisinde kurulan eğitim kurumları arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?
Doğrusu benzerlikler olmadığı gibi farklılıklar da sayılamayacak kadar çoktur. Çünkü Medresetü’z Zehra’da yapılacak olan eğitim, dini ilimlerle beraber müspet ilimleri de kapsamaktaydı. Bugünkü eğitim kurumlarında ise gerçek anlamda dini ilimlere yönelik bir eğitimin olmadığı gibi müspet ilimlerde de daha çok üniversiteye yerleştirme ve ticaret odaklı bir eğitimin verildiği tarafımızca müşahede edilmektedir. Ayrıca Medresetü’z Zehra’da üç dilde eğitim yapılması söz konusu iken bugünkü kurumlarda tek dilden başka bir dilin olmadığı aşikardır. Medresetü’z Zehra’nın asıl projesi ümmetin birliği ve Kürtleri cehaletten kurtarmak ve bilinçlendirmek iken bugünkü kurumlarda böyle bir niyetin olup olmadığı ile ilgili net bir şey söylemek zor olsa da pratikte böyle bir amacın emareleri pek görülmemektedir.”
Sizce, üstad Bediüzzaman bugün gerçekleştirilmesi zaruri gördüğü ve gerek yazdığı eserlerde gerekse de pratik hayatında uygulayarak tavsiye ettiği vasiyeti nedir?
Bize göre Üstad'ın en büyük vasiyeti İslam aleminde Birleşik İslam Cumhuriyetinin (BİC) kurulması ve bu doğrultuda ümmetin yetimleri olan Kürtlerin de içinde bulunduğu hastalıklardan kurtarılıp, İslam’ın ön gördüğü haklara bir millet olarak sahip olmasıydı. Çünkü Üstad'ın Medresetü’z Zehra’yı kurmaya yönelik düşünceleri ve bu doğrultuda yapılması gerekenlerle ilgili talebelerine olan tavsiyeleri açıkça bunu göstermektedir. Nitekim Üstad'ın “55 yıllık gaye-i hayalim Medresetüz Zehra’nın kurulması, azametli bahtsız bir kıtanın (Asya); şanlı talihsiz bir devletin (Osmanlı); değerli, sahipsiz bir kavmin (Kürt) reçetesi ittiba-i İslam’dır.” demesi de bunu doğrulamaktadır.”
Sizler, Üstad'ın eserlerinin tahrip edildiğini iddia etiniz. Peki, Üstad'ın İslami itikad anlayışı ve nurculuk öğretisi, Üstad'ın vefatından sonra günümüze kadar geçen zamanda amacından saptırılarak kullanıldığını düşünüyor musunuz?
Tabi ki Üstad'ın ruhu ile bugünkü nurculuk arasında çok büyük mesafelerin olduğuna inanmaktayız. Çünkü Üstad her zaman gayrı meşru sistemlerle uzlaşmaz iken, bugünkü bir kısım nurcular için bunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Üstad her daima şeytandan uzak durduğu ve istiaze ettiği gibi gayrı meşru bir siyasetten de uzak durmuştur. Tabi söz konusu farklılık sadece siyasete bakış ile ilgili değildir. Diğer cevaplarda değindiğimiz üzere eğitim anlayışları, batıl karşısında dik durup durmamaları gibi hususlarda da birtakım farklılıkların görüldüğü söylenebilir.
Bugünkü Müslümanlar gerçekten Üstad'ı ve davasını tanıyorlar mı? Üstad'ın bugüne kadar yayımlanmayan, gün yüzüne çıkmayan eserleri var mı? Üstad'ın bilinmeyen ne tür yönleri var?
Kanaatimizce bugünkü Müslümanlar gerçek Üstad'ı tanımıyorlar. Çünkü günümüz Müslümanlarının İslam’a benzemek yerine İslam’ı kendilerine benzetmeye çalıştıkları gibi Üstad'ın varisleri de Üstad'ı olduğu şekliyle değil, istedikleri şekil ile insanlara göstermişlerdir. Bir kısmı üstadın Kürtlerle olan yönlerini tahrif ederken, bir kısım da hep o yönlerini öne çıkartarak ifrat ve tefrite düşmüşlerdir. Bu ise Üstad'ın ruhuna tıpatıp ters olduğu gibi, İslam’a da terstir. Bir kısım Üstad'ı demokrasi yanlısı gösterirken, bir kısım da meşrutiyetçi olarak göstermişlerdir. Bir kısım Üstad'ı sistemci görürken, bir diğer kısım da onu sistemin düşmanı olarak görmüşlerdir.
Ebetteki Üstad'ın alemi İslam ile ilgili projelerini canlı tutmak için yüzyıl önce ele almış olduğu eserlerini tahlil edip gün ışığına çıkartmak gerekir. Çünkü Üstad'ın yüzyıl önce söylemiş olduğu fikirler bugün canlılığını muhafaza etmektedir. Onun için Birleşik İslam Cumhuriyeti (BİC) bilfiil oluşması için gerekli adımlar hemen atılmalıdır. Ayrıca Kürt reçetesi olarak ele almış olduğu eserinin de uzmanlar tarafından tahlil edilerek Kürt sorunu çözümünde kaynak olarak ele alınmalıdır. Çünkü BİC’ın gerçekleşmesi ümmetin yetimleri olan Kürt sorununun halledilmesinden geçmektedir. Günümüzde Kürtlerin içinde bulunduğu durum bunu doğrulamaktadır. Ayrıca Batı aleminin bunları bilerek organize edip ortaya çıkartması ve buradan nemalanması da İslam Aleminde yaşanan trajedilerin başka bir versiyonu oluşturmaktadır.
Üstad'ın hem İslami ve hem de Kürdi kimliğinin kamufle edildiğine inanıyoruz. Çünkü birileri üstadı sırf İslam’ın ibadet kısımlarını ele alıp tevhidi meseleleri savunan biri olarak görürken, diğer bir kısım da Üstad'ın şeriat ruhlu İslam’ın tüm ibadet, muamelat ve ukubat yönlerini içine alıp bütün İslami ahkamı ele alan biri olarak görmektedir.
Üstad'ın Kürtlük kimliğini de ortadan kaldırmak için büyük bir uğraş gösterildiğini görmekteyiz. Çünkü bazı çevreler, Üstad'ın ilk önce Kürtlüğünü inkar etmiş, bunu başaramayınca Seyyid olduğunu iddia etmişlerdir. Bu malum çevreler Risale-i Nurda yüzlerce yerde Said-i Kürdi geçerken bunu görmemezlikten gelmişlerdir. Üstad'ın birçok eserinde “Ben ki aciz bedevi bir Kürdüm, Biz ki Kürdüz aldanırız, fakat aldatmayız.” ifadelerine rastlanmaktadır. Mektubat kitabının 29. Mektubunda Esile-i Sitte kısmında açıkça Kürt olduğunu dile getirdiği halde Üstad'ın Kürt kimliğini ortadan kaldırmak için çaba sarf edenler olmuştur. Bu vazifeyi en çok Cemal Kutay, Necmettin Şahiner ve Ahmet Akgündüz gibi isimler üstlenmişlerdir.
Hâlbuki İslam bütün insanların kimliklerine saygı duymuş ve asıl yüceliğin takvada olduğunu bildirmiştir. Ayrıca Kürt meselesinin Üstad'dan önceki İslam alimlerince de ele alındığı, çözüm için gayret sarf edildiği görülmektedir. Nitekim 1880 Seyyid Ubeydullah’ı Nehri’nin Kıyamı, 1914 Şeyh Halife Selim ve Şeyh Şahabetin’in Bitlis kıyamları ve benzeri kıyamlar gösteriyor ki Üstad'ın Kürt meselesine olan hassasiyeti İslam’ın emirlerinden kaynaklanmaktadır.” dedi.
Peki, bu tespit ve açıklamalardan sonra sizin bir tavsiyeniz var mıdır? Neler söylemek istersiniz?
İnanarak tasdik ediyoruz ki, Üstad'ın fikirlerinden istifade edilirse alemi İslam’ın, Ortadoğu'nun, Türkiye’nin sorunları hal edilecektir. Yeter ki Üstad'ı var olduğu gibi kabul edelim. Üstad ufku ile günümüzün sorunlarını görmüş tespit etmişse de zamanın yöneticileri ona kulak vermemişlerdir. 20. asrın meselelerinin çözümü için elimizde Üstad gibi biri varken başka rehber aramak elbette abestir. Bu bakımdan onun fikirlerinden istifade edip içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulabiliriz.
Üstad'ın alimliğini bilmek için eski Said döneminde ele aldığı eserlerine bakmalıyız. Çünkü İşaretü’l İcaz adlı eserinin İslami ilimlerde onun ne kadar dahi olduğunu gösterir. Yeni Said döneminde ise ele almış olduğu eserlerde iman-i meseleleri, akli delillerle ispat etmesi sahabenin iman ettiği gibi bir imana sahip olduğunu gösterir. Üstad'ın Rusya’da Nikolai Nikolavic’e meydan okuması, Cumhuriyetin ilk reisinin yanlışlarına karşı çıkması ve mahkemelerde hakimlere karşı hem İslami kimliğini ve hem de kürdi kimliğini serbestçe dile getirmesi onun doğruları savunma konusundaki dik duruşunun ve cesaretinin göstergesidir.
Son olarak temennimiz, diğer bütün hususlarda olduğu gibi Bediüzzaman Sad-i Nursi meselesinde de mümkün olduğunca hakikatlere bağlı kalınmalı, konu ile ilgili kişisel yorumlardan ziyade orijinal eserlerinden yola çıkılarak Üstad tahlil edilmelidir. Ne fazla ne de eksik. Rabbim bizleri sırat-ı müstakimden ayırmasın. (Şükrü Tontaş - İLKHA)