El Halil Sorunu!
doğruhaber / tarihte bugün / 16 OCAK
GÜNÜN AYETİ
“Gerçekten sen pek büyük bir ahlâk üzeresin!”
(Kalem suresi 4. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
“Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâktır.”
(Ebu Davud, Tirmizi)
GÜNÜN SÖZÜ
“Dört şey vardır ki, kulu derecelerin en yücesine vardırır, kulun ameli ve ilmi az olsa da... Onlar hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir”
(Cüneyd-i Bağdadi)
TARİHTE BUGÜN
1547: Rus Çarı Korkunç İvan lakabıyla meşhur 4. İvan taç giydi.
İvan Vasiliyeviç yani bilinen adıyla Korkunç İvan, 25 Ağustos 1530`da Moskova`da doğdu. 18 Mart 1584 yine Moskova`da öldü. Korkunç İvan henüz üç yaşında Rusya'nın başına geçti ve 3 Ocak 1547'de taç giydi.
Kararlı, etkileyici ve acımasız bir portre çizen İvan, büyük hırsları olan ve intikam duygusu oldukça yüksek bir Rus lideriydi. Düşmanları arasında korku salan, gözü kara, dengesiz kişiliğe sahip olan IV. İvan bu yüzden kendine ihanet ettiği gerekçesiyle 1582 yılında oğlunu dahi öldürmekten çekinmemiştir.
Opriçnina denilen idari bir sistemi yerleştirerek devleti dilediği şekilde yönetecek bir rejim kurdu. Bu rejimi tam 20 yıl sürdürdü. Bu dönemde birçok olay kanlı baskınlar sonucu örtüldü. Çar 4. İvan, 18 Mart 1584'de Bogdan Belsky (OKUNUŞU: Boğdan Belsiki) ile satranç oynarken öldü. 1960'lı yıllarda mezarını açan arkeologlar, zehirlendiğine dair kanıt oluşturabilecek cıva kalıntılarına ulaştı. Bugün Bogdan Belsky ve daha sonra çar olan Boris Godunov tarafından zehirlendiği sanılmaktadır.
1595: 1546 yılında doğan 3. Murat öldü, yerine 3. Mehmet tahta çıktı.
1923: Atatürk; "Bu devletin halife ile alaka ve münasebeti yoktur... Halkı kendi halinde terk edersek bir adım ileri atamayız... İnkilabın kanunu mevcut kanunların fevkindedir" dedi.
1951: Ahmed Hamdi Akseki vefat etti.
1958: İstanbul`da 9 Subay tutuklandı.
Bu olay, '9 Subay Olayı' olarak adlandırılır. Dokuz subayın, ''isyan muharrikliği yani kışkırtıcılığı yapmak ve fesat çıkarmaktan” tutuklandıkları açıklandı.
''Dokuz Subay'' diye anılan olayın sanıklarından Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu 2 yıl hapis ve ''ordudan tart'' cezasına çarptırıldı, öteki sanıklar beraat etti.
1961: ABD Türkiye'ye 43 milyon Dolar yardımda bulundu.
1961`de Türkiye`nin askeri cunta ile yönetildiğini hatırlayaraktan “Bu yardımın niye yapıldığı ve geri ödemesinin nasıl gerçekleştirildi?” gibi sorular tarih sayfalarında hep cevapsız bırakılır. Resmi bir açıklama hiçbir zaman yapılmaz, halk bilgilendirilmez. Tek söylenen “ABD şu kadar borç verdi, şu kadar yardım etti” şeklindeki açıklamalardır.
Bilmeliyiz ki; ABD karşılığını sadece parayla alacağı yere bile borç vermez. Borç verip borcunu faiziyle geri alırken bile arada bazı isteklerini kabul ettirir. Siz bir de yardım ettiği zaman işin varabileceği boyutları düşünün. Şunu da arada vurgulamak gerekiyor! Amerika`nın yardım ettiği filan yoktur. Para vermiştir ama karşılığını illa ki almıştır. Bu ülkeyi yönetenler ise yıllarca Amerika başta olmak üzere Batılı Devletlerden aldıkları paraların karşılığında ne şartların kabul edildiğini hep sakladılar. Onlardan aldıkları paranın karşılığında para vermeyeceklerse buna “Yardım” dediler. Ama alınan paralar karşılığında Türkiye, ya onların istemediği bir ülkeyle ilişkisini kesti, ya topraklarında bir askeri üs açtırdı, veya kendi geleceğine ipotek koyacak şartları kabul etti… Bunun gibi bedeli daha ağır karşılıklarla Batıya, Amerika`ya yıllarca boyun eğdi.
1985: TBMM, Halkçı Parti milletvekili Bahriye Üçok`un vermiş olduğu “Zina yapan erkeklerin de cezalandırılmasını” öngören yasa önerisini reddetti.
1987: 1 Ocak'ta Pekin'de Tiananmen Meydanı'nda öğrencilerin başlattığı gösteriler sonunda Komünist Partisi lideri Hu Yaobang istifa etti. Yerine Zao Ziyang getirildi.
1992: El Salvador hükümeti ile isyancılar Mexico City'de bir antlaşma imzalayarak, en az 75 bin kişinin hayatına mal olan 12 yıllık iç savaşa son verdiler.
1995: Mesut Yılmaz, "Darbe tehlikesine inanmıyorum ama 12 Mart gibi sevimsiz bazı yönlendirmeler gelebilir" dedi.
1996: "Avrasya feribotu" 177 yolcu ve 55 mürettebatıyla Trabzon limanında rehin alındı ve İstanbul'a doğru kaçırıldı. Eylemciler Çeçenistan sorununa dikkat çekmek istediklerini söylediler.
1997: El-Halil Anlaşması imzalandı. Basın yayın organları el-Halil anlaşmasını Filistin halkı açısından önemli bir kazanç, sözde özerk yönetimin lideri Yasir Arafat açısından da büyük bir zafer olarak dünya kamuoyuna yansıttılar. İşin gerçeğinde ise bu anlaşma Madrid görüşmeleriyle başlayan ve 13 Eylül 1993 Oslo İlkeler Anlaşması'yla genel çerçevesi belirlenen ihanetler zincirinin bir halkasıdır.
1998: Refah Partisi'nin Anayasa Mahkemesi'nce kapatılmasıyla Necmettin Erbakan siyasi yasaklı duruma düştü.
1999: Abdullah Öcalan, Kenya'da yakalanıp Türkiye`ye getirildi.
2000: Abdullah Öcalan'ın idamı konusunda, ‘‘Hak edenler asılmalı`` sözleri nedeniyle eleştirilen FP Genel Başkanı Recai Kutan, önemli bir çıkış yaparak, ‘‘Sanki Apo'nun asılmasını isteyen bir tek parti var, o da FP diye takdim ediliyor. Hayır, bizim öyle bir talebimiz yok. İlla asılsın demiyoruz. Her şey kuralına göre oynansın diyoruz`` dedi.
‘‘Hak edenler`` diye nitelendirdiklerinin taammüden adam öldürenler olduğunu yineleyen Kutan, ancak iktidara gelip sorumlu bir konumda bulunmaları halinde bu görüşlerinde de değişiklik olabileceğini söyledi. Kutan, ‘‘AB, idamı olmazsa olmaz şart diye getirirse, gayet tabii şartları değiştirir ve konu tekrar müzakere edilir`` dedi.
2000:Diyarbakır'ın Kocaköy İlçesi'nde bir Petrol Şirketi'ne ait petrol borularını çaldığı gerekçesiyle gözaltına alınan A. Y. çıkarıldığı Kocaköy Sulh Ceza Mahkemesi tarafından 290 bin lira para cezasına çarpıttırıldı. Mahkeme, A. Y.`nin çaldığı boruları taşımakta kullandığı eşeğe de el konulmasına karar verdi. Açık artırmayla satışa çıkarılan eşek, yaşlı olduğu için alıcı bulamadı. İkinci kez düzenlenecek ihaleyle satılmasına karar verilen eşek, bakım için tekrar sahibine verildi. Ancak eşek öldü. Bunun üzerine cumhuriyet savcılığı Ali Yılmaz'dan 6 milyon lira eşek bedeli istedi. A. Y. eşeğinin öldüğüne dair köyden bir şahitle Kocaköy İlçe Mal Müdürlüğü'ne giderek, bildirim yapması gerektiğini anlatarak, ‘‘Savcılık hemen harekete geçerek eşek için 6 milyon lirayı isterken, benim eşeğin öldüğünü de kanıtlamam gerekiyor. Bunun için İlçe Mal Müdürlüğü'ne bir şahitle gidip yazılı beyanda bulunacağız`` dedi.
2000: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, AB ve AGİT üyesi ülkelere, Kafkaslarda güvenlik, barış ve istikrarı uluslararası teminat altına alacak ‘Kafkas İstikrar Paktı` oluşturulması çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı Demirel, isim vermeden Rusya'yı kastederek, kimsenin Kafkaslar üzerinde yeniden bir nüfuz tesis edememesi, Kafkaslardaki bağımsız devletlerin kendi ayakları üzerinde durabilmesi, barış ve istikrarın korunabilmesi bakımından uygar dünyanın AGİT zirvesinde başlattığı hareketi devam ettirmesi gerektiğini söyledi. Demirel'in Türkiye'ye döner dönmez ABD ve batılı ülkelerin liderlerine birer mektup yazarak Kafkas İstikrar Paktı önerisini dile getireceği ve destek isteyeceği öğrenildi.
Demirel Kafkasya`yı Ruslardan alıp Batının kucağına atma projesinde konumunu kendisini ele veriyor. Zira İsim vermeden “Kimse Kafkaslar üzerinde yeniden bir nüfuz tesis etmesin” deyip Rusya aleyhinde Abd ve Batı adına lobi yaptığını “Türkiye'ye döner dönmez ABD ve Batılı ülkelerin liderlerine birer mektup yazarak Kafkas İstikrar Paktı önerisini dile getireceği ve destek isteyeceği” beyanıyla öğreniyoruz.
2003: Irakta çalışmalarını sürdüren Birleşmiş Milletler silah denetçilerinin 11 tanesi iyi durumda 12 boş kimyasal savaş başlığı bulduğu açıklandı. Irak ise söz konusu başlıkların miadının dolduğunu ve bir bardak suda fırtına koparıldığını öne sürdü.
Hatırlanacağı gibi Amerika, Saddam`ın kimyasal silahlara sahip olduğunu ve dünya barışını tehdit ettiğini öne sürerek Irak`ın sözde kimyasal silahlarını bahane ederek Irak`ı işgal etmişti. Saddam rejimi devrildikten sonra Amerika “Yanlış istihbarat almışız, meğer Irak`ta kimyasal silah yokmuş.. Pardon!” demişti
2005 - Adriana Iliescu (OKUNUŞU: Adriyana İliyesku) adlı bir kadın 66 yaşında doğum yapınca dünyanın en yaşlı annesi unvanını aldı. Ama Adriana Iliescu`ya (OKUNUŞU: Adriyana İliyesku) bu unvanı verenlerin Hz. İbrahim`in eşi Sare`den ve Hz. Zekeriya`nın eşi Elisa`dan haberleri yokmuş anlaşılan.
MERCEK
16 ocak 1951: Ahmed Hamdi Akseki vefat etti.
Türkiye Cumhuriyetinin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı olan, yazdığı değerli eserleri ve yaptığı hizmetleriyle 19. yüzyılın alimleri arasına giren Ahmed Hamdi AKSEKİ, 1887 yılında Antalya ili Akseki ilçesi Güzelsu Beldesinde doğdu. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe, 7 yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmut Efendi'den sonra da Mecidiye Medresesinde Müderris Abdurrahman Efendi'den okudu. 14 yaşında babasıyla Ödemiş'e giden Ahmed Hamdi AKSEKİ, ailesinin fakir olması sebebiyle, tahsil parasını temin için pamuk tarlalarında çalıştı.
Karamanlı Süleyman Efendi'nin medresesinde tahsiline devam etti. Burada Arapça, Farsça, akaid, tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslami ilimlerin derslerini almaya başladı.
Daha sonra İstanbul'a geldi ve Dersiâm Bayındırlı Muhammed Şükrü Efendi'den icazet aldı. Medresetul Mütehassisin'de 3 sene okudu, doktora imtihanını vererek birincilikle mezun oldu. Henüz 32 yaşında iken 3 fakülte bitirdi.
Osmanlı Döneminde dini kurumlarda eğitimcilik ve yöneticilikler yaptı. Cumhuriyet döneminde ise 1924 yılında Diyanet işleri Başkanlığı Müşavere Heyeti Âzâlığına getirildi. 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına tayin oldu. Ahmed Hamdi AKSEKİ, Şerafeddin YALTKAYA'dan sonra 1947-1951 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanı oldu.
Ahmet Hamdi AKSEKİ, resmi hizmeti yanında, ilmi çalışmalarını da ihmal etmedi ve 70 kadar eser yazdı.
Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil, Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Batıcılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi.
Akseki, Milli Mücadele boyunca Anadolu'nun muhtelif yerlerini dolaştı. Vaaz ve konferanslarıyla Kuvayı Milliye hareketini destekledi.
Akseki, Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini bilen, son derece zeki, ileri görüşlü ve zamanın gelişmelerini takip eden, kendini yenileyebilen bir din alimidir. Yazarlık hayatına Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başladı. Osmanlı toplumunun geçirmekte olduğu kültürel değişiklikler üzerinde durdu. Yazılarında Batılılaşma ve din konuları üzerinde durdu. Modernleşmeye taraftar olmakla beraber, mutlak Batılılaşmaya karşı çıktı. İslam dininin yeniliklere ve bilime açık olduğunu savundu.
Akseki, üç devri yaşamış olmakla beraber hizmetlerini daha çok Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe ibadet adı altında yapılmak istenen tahribatlara karşı çıktı. Kur'an-ı Kerim'in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki sinsi talepleri reddetti. Müşavere Heyeti azalığı sırasında cereyan eden bu tartışmalar karşısında taviz vermedi. Kendisinden önce Diyanet İşleri Başkanı olan Şerafettin Yaltkaya'nın isteğinin aksine, söz konusu olan arzunun dini ve ilmi hiçbir dayanağının olmadığını hazırladığı raporla ortaya koydu.
Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman'a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir.
Bediüzzaman'ın talebelerinden Mustafa Sungur, 1950 yılında Ankara'da bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman'a selam söylemiştir. Bu görüşmeden sonra Ankara'dan ayrılıp Emirdağ'a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki'ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara'ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra Emirdağ Lahikasında da geçen şu notu göndermiştir:
"... Kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. 'İnşallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle yavaş yavaş neşrine çalışacağız' dedi. ... mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. 'Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını` söyledi”
Akseki'nin Bediüzzaman ile ilgili yaklaşımı ve düşünceleri Tahsin Aydın'ın hatıralarında geçen ilginç bir nakille daha iyi anlaşılmaktadır. Kastamonu'da Bediüzzaman'ın komşusu olduğu halde hiç ziyaretine gitmeyen Şevket isimli tüccar ,Yalova'da bir otelde Akseki ile görüşmelerini aktarmaktadır. Bu görüşmede Akseki Kastamonulu olduğunu öğrenince Bediüzzaman'la görüşüp görüşmediğini sorar ve "hayır" cevabını alınca teessüflerini bildirir. Kendisine birkaç kez tekrarla hata ettiğini belirttikten sonra Bediüzzaman'dan övgü ile söz eder. Akseki'den gereken dersi aldığını belirten Şevket hemen Tahsin Aydın'a giderek kendisini Bediüzzaman'a götürmesini rica eder ve birlikte ziyaretine giderler.
1997: El-Halil Anlaşması imzalandı. Basın yayın organları el-Halil anlaşmasını Filistin halkı açısından önemli bir kazanç, sözde özerk yönetimin lideri Yasir Arafat açısından da büyük bir zafer olarak dünya kamuoyuna yansıttılar. İşin gerçeğinde ise bu anlaşma Madrid görüşmeleriyle başlayan ve 13 Eylül 1993 Oslo İlkeler Anlaşması'yla genel çerçevesi belirlenen ihanetler zincirinin bir halkasıdır.
El-Halil, Filistin'in Batı Şeria olarak da adlandırılan Batı Yaka bölgesinde yer alır. Kudüs'ün güneyinde, Ölü Deniz olarak da adlandırılan Lut Gölü'nün batısındadır. Her ikisine de çok yakındır. Batı Yaka'nın sekiz vilayet merkezinden biridir. Bu sekiz vilayet merkezinden sadece Beytüllahim ve el-Halil, Kudüs'ün güneyinde diğerleri ise Kudüs'ün kuzeyinde veya kuzey doğusunda yer almaktadır. el-Halil adını Hz. İbrahim (a.s.)'den almaktadır. Bilindiği üzere Hz. İbrâhim (a.s.) "Halilurrahman" olarak anılırdı. Hz. İbrâhim (a.s.) bir süre bu şehirde kaldığından ve kendisi için burada bir mabed inşa ettiğinden dolayı şehir de ona nispetle Medinetu'l-Halil, El-Halil'in şehri olarak adlandırıldı. Daha sonra baştaki "Medine" kelimesi unutuldu ve şehrin adı el-Halil olarak kaldı. Hatırlayacak olursak; El Halil`de Hz. İbrahim`in inşa ettirdiği mabed yani El Halil Camii 25 Şubat 1994`da sabah namazı kılan müslümanlardan 67`sinin şehid edildiği, 300`e yakın müslümanın da yaralandığı camidir.
El Halil anlaşmasını anlamak için önce El Halil sorununa değinmek gerekiyor.
El-Halil Sorunu
El-Halil, Kudüs'ten sonra Filistin'in en önemli şehri olarak bilinir. Hz. İbrahim`in yaşadığı ve mabedini yaptığı şehir olması hesabıyla kutsallığı da olan bir şehirdir.
El Halil, Batı Yaka'nın sekiz vilayet merkezinden biridir. Burası Siyonistler tarafından, Doğu Kudüs'le birlikte 1967 Haziran savaşında işgal edildi. Siyonistler Kudüs'te olduğu gibi el-Halil'de de yoğun bir Yahudileştirme çalışmaları yürüttüler.
Siyonistler Batı Yaka'nın diğer şehirlerinin merkezlerine Yahudi yerleşim birimleri kurmazken ve diğer Batı Yaka şehirlerinin merkezlerinde Yahudi yerleşim merkezlerini bir tür uydu kent şeklinde şehir dışına inşa ederken el-Halil'in tam ortasına bir Yahudi mahallesi inşa ettiler. Bundaki amaçları ise Hz. İbrâhim Camisi'ni gasp ederek Yahudi sinagoguna dönüştürmekti.
26 Eylül 1995'te imzalanan Taba Anlaşması'nda siyonist işgal kuvvetlerinin Batı Yaka'daki vilayet merkezlerinden çekilmesi kararlaştırıldı. Ancak bu, siyonist işgal kuvvetlerinin Batı Yaka'yı tamamen terk etmeleri anlamına gelmiyordu. Sadece şehrin dışına çıkarak buralarda oturan Filistinlilerle doğrudan muhatap olmaktan, onların attığı taşlara hedef olmaktan kurtulacak buralardaki bağımsızlık mücadelesiyle uğraşma işini Arafat'ın polislerine devredecek, kendileri ise şehirlerin çevresini kontrol altında tutmaya devam edeceklerdi. Böylece aynı zamanda Filistinlileri kendi literatürleriyle bir tür "getto"lara sıkıştırmış olacaklardı.
Siyonist işgal kuvvetlerinin el-Halil dışındaki yedi vilayetin şehir merkezlerini boşaltmalarında herhangi bir sorun olmadı. Çünkü buralarda Yahudi yerleşim merkezi yoktu. Ancak el-Halil'in tam ortasında 400 Yahudi`nin ikamet ettiği bir Yahudi yerleşim merkezi olduğundan siyonist işgal rejimi burayı Arafat'ın polislerine güvenip emanet edemeyeceğini ifade ederek askerlerini bu şehrin merkezinden tahliye etme işini erteledi. Şehir merkezinde yüz bin Müslüman yaşıyordu. Ancak 400 Yahudi`nin güvenlik ve huzur içinde yaşayabilmesi için o yüz bin Müslümanın huzursuz edilmesi siyonist işgalcilere ve onların arkasında duran sömürgeci güçlere göre doğaldı.
Taba Anlaşması'na göre el-Halil merkezi, siyonist işgal kuvvetlerinin tasfiyesinden müstesna tutulmamış sadece belirtilen sebepten dolayı bu iş ertelenmişti. Ancak işgal rejimi sürekli yeni bahaneler uydurarak bu işi arkaya attı. Başka bir deyimle, imza attığı anlaşmadan kaynaklanan yükümlülüğünü yerine getirme işini savsakladı durdu. Arafat`ın sözde özerk yönetim ise bu konuyu gündeme getirerek halk nezdinde az da olsa bir prestij kazanmaya çalışmaktan başka bir iş yapmadı.
El Halil sorunu bu şekildeydi. Şimdi de sözde El Halil Anlaşmasına göz atalım
El-Halil Anlaşması 16 Ocak 1997 tarihinde imzalandı. Basın yayın organları El-Halil anlaşmasını Filistin halkı açısından önemli bir kazanç, sözde özerk yönetimin lideri Yaser Arafat açısından da büyük bir zafer olarak dünya kamuoyuna yansıttılar. İşin gerçeğinde ise bu anlaşma Madrid görüşmeleriyle başlayan ve 13 Eylül 1993 Oslo İlkeler Anlaşması'yla genel çerçevesi belirlenen ihanetler zincirinin bir halkasıdır.
Bu anlaşmayla El-Halil'in Hz. İbrahim Camisi'nin de bulunduğu yüzde yirmilik kesimi tamamen işgal kuvvetlerinin kontrolüne bırakılmıştır. Ayrıca anlaşma sonrasında işgal kuvvetleri şehirden çekilmemiş sadece yer değiştirmişlerdir.
El-Halil anlaşması yapıldığı dönemde ilk akla gelen şey, işgal kuvvetlerinin bu kutsal şehirden çekildiği olmuştu. Oysa gerçekte bir çekilme değil yer değiştirme işlemi söz konusuydu. Bunu bizzat İsrail işgal rejiminin o dönem başbakanı Netanyahu da dile getirerek, kendilerinin askerlerini el-Halil'den çekmeyeceklerini sadece yeniden konuşlanma yani askerlerin yerlerinin değiştirilmesi işleminin gerçekleştirileceğini ifade etmiştir. Bununla kastedilen ise şehir merkezine yayılmış durumdaki askerlerin daha çok İsrail işgal kuvvetlerinin kontrolüne verilen bölgede yoğunlaştırılması ve kısmen de şehir dışına taşınarak adeta bütün şehri çevreden kuşatma altına alan bir askeri muhasaranın gerçekleştirilmesidir.
İkinci olarak anlaşmaya göre el-Halil şehrinin yüzde yirmisinin kontrolü tamamen siyonist işgal güçlerine bırakılmıştı. Bu, yüz bin Müslümanın yaşadığı şehirde en azından yirmi bin Müslümanın tamamen siyonist işgalcilerin baskı ve zulmüne terk edilmesi anlamını taşımakla beraber aynı zamanda işgal yönetiminin şehrin yüzde yirmilik bölümü üzerindeki varlığının tamamen meşrulaştırılması anlamına da gelmekteydi. Oysa bundan önce BM teşkilatının 242 ve 338 sayılı kararlarına göre Siyonist işgalcilerin el-Halil ve diğer Batı Yaka şehirlerindeki varlığı tamamıyla işgal olarak kabul ediliyor ve buralardaki işgal kuvvetlerinin tümüyle geri çekilmesi isteniyordu. Arafat ise bu anlaşmayı kabul etmekle Batı Yaka şehirlerindeki Siyonistleri BM`nin bile işgalci kabul etmesine rağmen onların El Halil başta olmak üzere Batı Yaka`daki varlıklarını meşrulaştırmıştı. Bu itibarla son anlaşma BM'in öngördüğü şartlardan bile taviz verdiğinden dolayı tamamen işgal yönetiminin lehine bir anlaşma niteliği taşımıştır. Öte yandan şehrin yüzde yirmisinin tümüyle işgalcilerin kontrolüne bırakılması işgalcilere bu kesimde Yahudileştirme politikalarını istedikleri gibi uygulama fırsatı verme anlamı da taşımaktadır. Zaten işgal yönetiminin başbakanı Netanyahu da el-Halil'e yerleştirilen Yahudi sayısını artırma gayesi taşıdıklarını çekinmeden söyleme cesareti gösterebilmiştir.
El-Halil anlaşmasıyla Hz. İbrahim Camisi'nin kontrolü de işgalcilere bırakılmıştı. İşgal yönetiminin geçmişte şehrin merkezine bir Yahudi mahallesi kurmaktaki en önemli amacı bu kutsal mabedin Yahudi kontrolüne geçmesini sağlamak için gereken altyapıyı hazırlamaktı. Bunu hazırladıktan sonra tedrici bir şekilde caminin üçte ikilik kısmını Yahudi sinagoguna dönüştürdü. Ne yazık ki söz konusu anlaşma, hem yerleşimcilerin oldukları yerde kalmalarını kabullenmekle, hem de işgal yönetimine Yahudi mahallesinin ve Hz. İbrahim Camisi'nin bulunduğu bölgeyi de kapsayan yüzde yirmilik kesimi bırakmakla bu mukaddes mabede en büyük ihanetini yapmıştır. Oysa Hz. İbrahim Camisi bu şehri sembolize eden ve Filistin topraklarında Mescidi Aksa'dan sonra gelen ikinci önemli mabed durumundadır. Bugün Müslümanlar bu camide rahat bir şekilde ibadet etme imkânına sahip değildirler. Çünkü işgal yönetimi Müslümanlara bırakılan ve caminin sadece üçte birlik kesimini oluşturan bölümü belli saatlerin dışında kapalı tutmaktadır. Ayrıca buralara girmek için havaalanlarındaki gibi kontrol makinelerinden geçmek gerekmektedir. Bunun yanı sıra işgal yönetimi otuz yaşın altındaki Müslümanları bu camiye sokmamaktadır. Arafat rejimi bütün bu uygulamaları ve cami üzerindeki siyonist tasallutun aynen devam ettirilmesini onaylayan bir anlaşmaya imza atarak ihanetlerine yeni bir halka ekledi.
El-Halil anlaşması işgal rejimine geçmişte imzalanmış anlaşmaları yeniden gözden geçirme hakkı tanımış daha önceki anlaşmalarda kabullendiği bazı şeylerden dönebilme imkanı da vermişti.
Anlaşma ayrıca, Arafat yönetimine İsrail işgal rejimi tarafından istenen bütün Filistinlilerin yakalanıp işgal kuvvetlerine teslim edilmesi sorumluluğu yüklemekteydi. Yani Arafat'ın sorumlu olduğu bölgelerde yaşayan Filistinlilerden herhangi biriyle ilgili olarak işgal yönetimi bir ihbar alırsa kendisi o kişiyi takip etmekle uğraşmayacak. Sadece Arafat yönetimine "filanca kişiyi en kısa zamanda yakalayıp bana getir" diye talimat verecek. Arafat da bunu bir görev sorumluluğu içinde yapmak zorunda olacak ve yapmadığı takdirde işgal yönetimine hesap verecekti. Buna belki inanmak zor olacaktır, ama el-Halil anlaşmasının metninde aynen geçiyor. Bu durum karşısında insan ister istemez: "İşgal rejimi böyle sadık bir saldırganı nerede bulabilirdi? Önüne kadar gelmiş bu imkânı kaçırır mı?" sorusu akla geliyor. Düşünün sözde özerk yönetimin emrindeki bütün güvenlik görevlilerinin maaşı yine bu yönetim tarafından verilecek ama onlar İsrail'in istediği kişileri tutuklayarak ona teslim etmekle yükümlü olacaklar.