Babil Hükümdarı Kudüs`ü Kuşattı
doğruhaber / tarihte bugün / 15 OCAK
GÜNÜN AYETİ
“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
(Âli İmran suresi 104. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
“Yemin ederim! Ya siz iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız veya Allah Teâlâ, sizin kötülerinizi size musallat eder. Böyle olduktan sonra sizin hayırlılarınız dua ederler, fakat duaları kabul edilmez.”
(Ahmed, Beyhakî)
GÜNÜN SÖZÜ
“Dirilerin ölüsü, eliyle, diliyle ve kalbiyle münkeri kötülemeyen kimsedir'
(Hz. Huzeyfe)
TARİHTE BUGÜN
M.Ö. 588: Babil hükümdarı II. Nebukadnezar Kudüs'ü kuşattı. Kuşatma 18 Temmuz M.Ö. 586'ya dek sürdü. II. Nebukadnezar, İslami kaynaklarda ismi Buhtunnasr olarak geçen kişidir.
69: Othon, Roma İmparatoru ilan edildi. Othon Milattan Sonra 32`de doğmuştu. 15 Ocak`ta Roma İmparatorluk tahtına oturduysa da bu tahtta çok kalamadı. 16 Nisan 69`da iç karışıklardan dolayı intihar etti. Tarihçilerin anlattığına göre bir veda yemeği vererek “Herkesin bir kişi için ölmesi, kişinin herkes için ölmesinden daha uzundur” demiş ve odasına çekilmiş. Sabah erkenden yastığının altındaki kamayla kendini kalbinden hançerlemiş.
1459: Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemseddin vefat etti.
1809. Anarşizmin teorisyenlerinden Fransız sosyalist ve gazeteci Pierre-Joseph Proudhon (OKUNUŞU: Piyer Cosıf Prudon) doğdu
1870: Amerika Birleşik Devletlerinde Demokrat Partiyi eşek sembolü ile tanımlayan ilk politik karikatür yayımlandı.
1889: Daha önce adı Pemberton (OKUNUŞU: Pembırtın) İlaç Şirketi olan Coca-Cola şirketi, Atlanta, Georgia'da (OKUNUŞU: Corcia) resmen kuruldu.
1902: Türkiye`de Komünist bir rejimin inşası için canla başla çalışan şair Nâzım Hikmet Ran doğdu. Aslında doğum tarihi 15 Kasım 1901`dir. Ancak nüfusa kaydı 15 Ocak 1902`de yapılmıştır.
1915: Sarıkamış Harekâtı bitti.
1918: Müslüman Kardeşler Cemaatine zulümleri ve Abdulkadir Udeh, Seyit Kutub gibi güzide alimleri şehid ettirmesiyle tanıdığımız Mısır devlet başkanlarından Cemal Abdunnâsır doğdu. 28 Eylül 1970`de öldüğünde Enver Sedat`ı yerine halef seçti.
1945 - Müttefik Kuvvetler gemilerinin Boğazlardan geçişine izin verildi.
1949 - İmam Hatip Liseleri açıldı. Yeni rejim dine öyle mesafeli durmuş ve halkı dinden alıkoymaya çalışmıştı ki, artık ölen insanların cenazelerini yıkamak ve defin işlerini yapmak için bu işleri bilen birilerini bulmak sorun olmaya başlamıştı. Bunun fark edilmesi üzerine ilk İmam Hatip Okulları cenaze yıkamak, defin işlerini yapmak, namaz kıldırmak gibi eylemleri icra edecek hocalar yetiştirmek üzere açıldı.
1952 - Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye'nin Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı NATO`ya girişini onayladı.
1973 - Amerika Birleşik Devletleri başkanı Richard Nixon, Kuzey Vietnam'daki birliklerinin saldırılarını durdurduklarını ve barış görüşmelerinde ilerleme kaydettiklerini açıkladı.
1975 - Angola, Portekiz'den bağımsızlığını kazandı.
1987 - Başörtüsü yasağı nedeniyle Erzurum İlahiyat Fakültesi öğrencileri, dekanlığı işgal etti. Konya'da 122 öğrenci sınavları boykot etti; Bursa'da öğrenciler protesto telgrafı çekti.
1988 - Yargıtay, “Sanığın güvenlik görevlileri tarafından bir hafta iş ve gücüne engel olacak şekilde dövülmesi işkence kapsamına girmez” yolunda bir karar verdi.
Yani bu kararla güvenlik görevlileri bir vatandaşı bir hafta iş yapamayacak kadar dövse bu işkence sayılmayacak. Güvenlik görevlilerinin 7 gün değil de 8 gün iş yapamayacak kadar dövmesi durumunda Yargıtay bunu işkenceden sayar mıydı bilinmez ama bilinen bir şey var ki; güvenlik görevlisinin düğmesini koparmak 6 ay hapis cezasından başlıyor. Türkiye`nin gelecek nesiller tarafından karanlık olarak anılacağı dönemlerinden biri meclisin işkencecilerin cezalarının artırılması önerisini reddettiği, hukukun işkence kapsamına giren fiilleri daralttığı, güvenlik güçlerinin güvenlik ve emniyet alanı olması gereken merkezleri işkencehanelere çevirdiği günler olacaktır.
1988: İsrail Askerleri Mescid-i Aksa'yı Bastı.
1991: Birleşmiş Milletler'in Irak'a Kuveyt'ten çekilmesi için tanıdığı süre doldu. Hatırlanacağı üzere Saddam Hüseyin 2 Ağustos 1990`da Kuveyt`i önce işgal etmiş ardından kendi topraklarına katarak ilhak etmişti. Birleşmiş Milletler de 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt`i boşaltması için Saddam`a süre tanımıştı. Saddam bu süre doluncaya kadar çekilmeyince 1. Körfez Savaşı denilen savaş patlak vermişti.
1992: Avrupa'nın, Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlığını resmen tanıması üzerine Yugoslavya dağılmış oldu.
“Yug” güney anlamına gelmektedir. Yugoslavya, “Güney Slavları Ülkesi” demektir. 2. Dünya savaşından sonra Balkan Yarımadasında kurulmuştu. Dağılan Yugoslavya Devletinin bulunduğu alanda bugün Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya Cumhuriyeti, Karadağ, Slovenya ve Kosova bulunmaktadır.
1994: Kürt işadamı Behçet Cantürk, Sapanca'da yol kenarında ölü bulundu.
İsmi derin devlet tarafından öldürülecekler listesinin başında olan Behçet Cantürk 14 Ocak`ta evine giderken yol kontrolü yaptığını söyleyen ve polis yelekleri giymiş kişilerce kaçırılarak Sapanca/Kırkpınar kasabasına yakın bir yerde şoförüyle beraber öldürüldü
1996: Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinde 11 köylü bir minibüs içerisinde kurşunlandı ardından minibüs ateşe verilmek suretiyle yakılarak katledildi.
2003: Türkiye idam cezasını kaldıran Avrupa Sözleşmesi'ni imzaladı.
2005 - Teksas'daki askeri bir mahkeme, ABD ordu mensubu Charles Graner Jr. (OKUNUŞU: Çarlıs Gıreynı ceyar) adlı onbaşıyı Iraklı mahkumları fiziksel ve cinsel tacizde bulunduğu gerekçesiyle 10 yıl hapse mahkûm etti.
Charles Graner Jr. (OKUNUŞU: Çarlıs Gıreynı ceyar) adlı bu onbaşı duyulduğu dönemde büyük tepkiler toplayan Ebu Gureyb Cezaevindeki işkencecilerden biriydi. “Hani şu gözlüklü bir ABD askeri vardı. Iraklıların boynuna tasma geçirmiş, çıplak haldeki mahkumları üst üste istifleyif sonra da onların üstüne çıkarak poz vermiş asker vardı ya!” desek eminiz herkes hatırlayacaktır.
Onbaşı Charles Graner Jr. (OKUNUŞU: Çarlıs Gıreynı ceyar) her ne kadar 10 yıl hapse mahkum olduysa da 8 Ağustos 2011`de tahliye edildi. Böylelikle ABD sistemli işkence fiilinden bir onbaşıyı kurban ederek kendini temizlemiş oldu.
2005: Filistin`in sözde lideri Yaser Arafat`ın 11 Kasım 2004'te hayatını kaybetmesinin ardından ülkede 9 Ocak'ta yapılan devlet başkanlığı seçiminde oyların yüzde 62.32'sini alan Mahmud Abbas, yemin ederek göreve başladı. Başbakanlığa Ahmed Kurey'i getiren Abbas, İsrail'e karşılıklı ateşkes ve nihai barış anlaşması çağrısında bulundu. 23 Ocak'ta başlıca Filistinli silahlı gruplar, İsrail ile şartlı geçici ateşkese hazır olduklarını açıkladı.
2007: Saddam Hüseyin'in üvey kardeşi Barzan İbrahim el Tikriti ile eski Irak devrim mahkemesi başkanı Avad Hamid el Bender asılarak idam edildi. İkisi de Tikrit kentinin Avca köyünde Saddam Hüseyin'in yanına gömüldü.
2012 : Hz. Hüseyin`in Şehid Edilişinin Kırkıncı Günü Dolayısıyla Yapılan Erbain Törenlerinin Son Gününde Basra Yakınındaki Zübeyir Kentinde Bir Saldırı Düzenlendi
Saldırıda En Az 53 Kişi Hayatını Kaybetti, 150 Dolayında Kişi De Yaralandı.
Üzerindeki Bombaları Patlatan Kişinin, Saldırıyı Kadın Ve Çocukların Geçtiği Bir Sırada Gerçekleştirdiği Görgü Tanıklarınca İfade Edildi.
Irak`ta Şiddetlenen Saldırılar Erbain Törenlerine Katılıma Engel Olamadı.
MERCEK
15 OCAK MERCEKLER
15 OCAK M.Ö. 588: Babil hükümdarı II. Nebukadnezar Kudüs'ü kuşattı. Kuşatma 18 Temmuz M.Ö. 586'ya dek sürdü. II. Nebukadnezar, İslami kaynaklarda ismi Buhtunnasr olarak geçen kişidir.
Arapçada ve İslamî kaynaklarda Buhtunnasr olarak geçen Nebukadnezar Keldani hanedanından gelen birden fazla Babil kralının adıdır. Babilliler krallarına Nebukadnezar unvanı vermişlerdi. Tıpkı, Padişah, Kral, Firavun… gibi bir idari unvandı bu.
Babil Nebukadnezarları içinde, Eski İsrail'i işgal edip İsrailoğullarını sürgüne yollayan ve yenilgisi olmayan, yenilmez unvanı ile anılan II. Nebukadnezar en meşhurudur.
II. NEBUKADNEZAR
Aslında madem, bu kişiden İslam kaynakları Buhtunnasr olarak bahseder. Biz de ondan İslam geleneğine bağlı kalarak Buhtunnasr olarak bahsedelim.
Tapınaklar, yollar, sulama kanallarının yanı sıra eşinin hatırasına Babil'in Asma Bahçeleri'ni inşa ettirdiği söylenen Buhtunnasr, M.Ö. 630 ile 561 yılları arasında yaşamış, Babil devletinin sınırlarını Suriye'den Mısır'a dek genişletmiştir. M.Ö. 586'da Kudüs'ü ele geçirerek halkını tutsak etmiştir.
Babil'in Asma Bahçeleri
Babil'in Asma Bahçeleri, MÖ 605'den itibaren 43 yıl hüküm süren Babil Kralı Buhtunnasr tarafından yapılmıştır. Daha zayıf bir rivayete göre ise MÖ 810 yılından itibaren 5 yıl hüküm süren Asur Kraliçesi Semiramis tarafından yapılmıştır. Bazı tarihçilere göre Semiramis Buhtunnasr`ın karısıdır.
Bahçeler Buhtunnasr'ın sıla hasreti çeken karısı Amyitis'i neşelendirmek için yapılmıştır. Amyitis, Medes kralının kızıydı ve iki ülkenin müttefik olması amacıyla Buhtunnasr ile evlendirilmişti. Onun geldiği ülke yeşil, engebeli ve dağlıktı. Mezopotamya'nın bu dümdüz ve sıcak ortamı onu depresyona itmişti. Kral, karısının sıla hasretini gidermek için onun memleketinin bir benzerini yapmaya karar verdi. Yapay dağlar ve suların akacağı büyük teraslar yaptırdı.
İstilalar yüzünden sönmeye başlayan şehir özellikle Pers Kralı Keyhüsrev'in Babil'i fethetmesinden sonra sönmeye başlamış, 5. ve 6. yüzyıllarda kumlara gömülmüş ve bir kum dağı haline gelmiştir. Bu şehrin içindeki tapınakların ve asma bahçelerin kalıntıları ancak 20. yüzyılda yapılan kazılarla meydana çıkarılabilmiştir.
BABİL SÜRGÜNÜ
12 kabileden oluşan Yahudiler, Hz. Süleyman Aleyhisselâmın vefatından sonra iki devlete ayrıldılar. On kabile, İsrail devletini, diğer iki kabile de Yehûda devletini kurdular. İsrail devleti Milattan Önce 721`de Asurlular tarafından, Yehûda devleti ise Milattan Önce 586`da Babilliler tarafından yıkıldı. Babil hükümdarı Buhtunnasr, Kudüs`ü işgal edip Yahudilerin çoğunu öldürdü. Kalanları da Babil`e sürdü.
Pers Kralı Keyhüsrev M.Ö. 538`de Babillileri yenerek Yahudilerin yurtlarına dönmelerine izin verdi. Ancak M.S. 70 yılında bu kez Romalı Titus komutasındaki Roma Orduları Kudüs`ü ve diğer Yahudi yerleşim yerlerini yakıp yıkmış ve Yahudilerin büyük kısmı öldürülmüş, hayatta kalanlar ise topluca sürgüne gönderilmişlerdir.
Biz Babil Sürgününe dönecek olursak;
Babil sürgünü, Babil Kralı Buhtunnasr`ın Kudüs'ü ele geçirip Yahuda Krallığı'na son vermesinin ardından, Süleyman Tapınağı'nın ve Kudüs'ün yakılıp yıkılması ve ileri gelen Yahudi ailelerinin Babil'e götürülmesi ve Babil'de sürgünde geçen süreyi ifade eden bir metafordur.
Olay, Kitabı Mukaddesin, Eski ahit kısmının II.Krallar bölümünün 24. ve 25.bablarında geniş bir şekilde anlatılmaktadır
‘`...Onun günlerinde Babil kralı Nebukadnezar geldi, ve Yehoyakin üç yıl ona kul oldu...`` (Eski ahit, II.Krallar, bab 24, ayet1)
‘`O vakit Babil kralı Nebukadnezar`ın kulları Yeruşelime (Kudüs`e) çıktılar ve şehir kuşatıldı. Ve Babil Kralı Nebukadnezar şehre geldi... Ve Yahuda Kralı Yehoyakin, anası ve kulları ve reisleri, ve kızlar ağaları ile beraber Babil kralına çıktı.... V e Babil kralı onu aldı. Ve Rabbin söylemiş olduğu gibi, Rab evinin bütün hazinelerini, ve Kral evinin hazinelerini oradan çıkardı ve İsrail kralı Süleyman`ın Rabbin mabedinde yapmış olduğu bütün altın kapları parça parça etti. Ve bütün Yeruşelimi (Kuduüs`ü) ve on bin sürgün olarak bütün reislerle cesur yiğitlerin hepsini ve bütün dülgerlerle demircileri sürdü. memleket kavminin fakirlerinden başka kimse kalmadı. Ve YEHOYAKİNİ BABİLE SÜRDÜ. (Kitabı Mukaddes, II.Krallar, bab 24, ayet,10-15)
Eski Ahitte Yahuda ve İsrail krallarının ve halklarının sadakatsizlik yüzünden tanrı tarafından bu şekilde cezalandırıldıkları anlatılır.
Kur`an-ı Kerim`de, İsra suresi 4. ayeti kerimeden başlayarak 8. ayeti kerimeye kadar devam eden ve İsrail oğullarının yeryüzünde ‘`fesat çıkarmaları`` ve ‘`cezalandırılmaları`` ile ilgili ayetlerden 4 ve 5. ayetlere bir göz atalım...
‘`Biz İsrail oğullarına Kitapta şu hükmü de takdir ettik: Muhakkak siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz`` (İsra suresi 4. ayetin meali)
‘`Birincisinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı göndereceğiz de onlar evlerin aralarına girip (sizleri) araştıracaklar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaat idi`` (İsra suresi 5. ayetin meali)
Bazı tarihçiler ve tefsirciler; “Kur`an-ı kerimde İsra suresi 5. ayeti kerimede anlatılan o “güçlü kuvvetli kullar” yukarıda Kitab-ı Mukaddeste anlatılan Babil ordusu ve onun güçlü hükümdarı Nebukadnezar diğer adıyla Buhtunnasr`dır” demiştir.
Bu surede anlatılan olaylar M.Ö yaklaşık 586 yılında gerçekleştirilmiş ve İsrail oğulları Babil Hükümdarı Nebukadnezar tarafından, ya da başka bir deyişle Buhtunnasr tarafından cezalandırılmıştır.
Az önce de dediğimiz gibi, On kabileden kurulan İsrail devletini M.Ö. 721`de Asuriler yıktı. İki kabileden kurulan Yahuda devletini ise, M.Ö. 586`da Babil hükümdarı Buhtunnasr yıktı. Buhtunnasr, Nemrud`dan sonra dünya hâkimiyetini eline geçiren ikinci imansız kraldır. Babil`i imar edip ülkesinin merkezi yaptı. Doğu ve Batıda kendisine karşı koyacak kimse bırakmadı. Böylece gurura kapılarak tanrılığını ilan etti. Nihayet aklını zayi ederek kendisinin bir öküz olduğunu zannetmeye başladı. Yedi yıl, ormanlarda dolaştı. Bu arada krallığı, hanımı idare etti.
Buhtunnasr, Kudüs şehrini defalarca yağmaladı. Tevrat ve Zebur`u yakıp ortadan kaldırdı. Böylece zaman geçtikçe Tevrat`ın birçok bölümü unutuldu. Hatırda kalanlar yazılmaya başlandığında ise, Tevrat asli hüviyetini tamamen kaybetti. Birbirini tutmayan çeşitli risaleler ortaya çıktı. Takriben M.Ö. 500. yıllarda yaşamış olan Hz. Uzeyr, yazılan bu Tevrat`ları topladı. Mabedin ikinci kez yapılışında bulundu. Bugünkü Yahudi anlayışına göre o zamana kadar tamamen kaybolmuş olan Tevrat`ı, Rab Yehuda, Ezrâ`ya yani Uzeyr aleyhisselama yeniden vahyederek yazdırmıştır.
Buhtunnasr için bazı tarihçiler Nemrut olduğunu söylerler. Yine bazı tarihçiler Babillilerin Asurlulardan geldiğini ileri söylerler.
**************************************-----------*************************************
15 OCAK 1918: Müslüman Kardeşler Cemaatine zulümleri ve Abdulkadir Udeh, Seyit Kutub gibi güzide âlimleri şehid ettirmesiyle tanıdığımız Mısır devlet başkanlarından Cemal Abdunnâsır doğdu. 28 Eylül 1970`de öldüğünde Enver Sedat`ı yerine halef seçti.
Cemal Abdunnâsır 15 Ocak 1918`de doğdu. Mısır'lı asker ve devlet adamı, milliyetçi, sosyalist lider. 1956 ve 1970 yılları arasında yani Müslüman Kardeşler Cemaatinin özellikle tasfiye edilip yasaklandığı ve liderlerinin şehid edildiği, binlerce cemaat mensubunun zindanlarda ağır işkencelerden geçirildiği yıllarda Mısır`ın ikinci Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.
İskenderiye'de babasının postane görevlisi olduğu yoksul bir mahallede doğdu. Kısa bir süre hukuk okuduktan sonra 1937'de Kraliyet Askeri Akademisi'ne girerek 1939'da mezun oldu. Sudan'daki Mısır ordusunda görev yaparken arkadaşlık kurduğu Zekeriya Mohyeddin, Abdülhakim Amir ve Enver Sedat adlı üç subayla birlikte İngiliz egemenliğine ve krallık yönetimine son vermeyi amaçlayan gizli “Hür Subaylar” örgütünü kurdular. Zira o dönemlerde Mısır sözde bağımsız bir devlet olmasına rağmen Kral 1. Fuad ve ondan sonra yerine geçen Kral Faruk üzerinden Mısır`ı yine İngilizler yönetiyor ve Mısır`da tam bir İngiliz hâkimiyeti vardı.
Nasır, 1951'de yarbaylığa yükseldi. 1948 - 1949`daki Birinci Arap-İsrail Savaşı'nda Filistin'de çarpıştı. Savaşın ardından baş gösteren siyasi bunalım ortamında, Hür Subaylar örgütü 23 Haziran 1952'de kansız bir darbeyle yönetime el koydu. Darbeyi yapan “Hür Subaylar”, Orgeneral Muhammed Necib'i devlet başkanlığına getirdiler lakin gerçek iktidar Nasır'ın denetimindeki Devrimci Komuta Konseyi'ndeydi. Nasır bu şekilde Mısır`ı bir müddet Muhammed Necip`i önde göstererek arkadan yönetti. 1954 ilkbaharında Necib'in görevden alınmasına yol açan iç çekişmelerden sonra perde arkasındaki konumundan çıkarak Mısır yönetimini üstlenen Nasır, en güçlü muhalefet odağı olan Müslüman Kardeşleri sindirerek konumunu pekiştirdi. Ocak 1956'da tek partili siyasi sisteme dayalı yeni anayasayı yürürlüğe koydu. Haziranda da tek aday olarak, oyların yüzde 99.95'ini alarak cumhurbaşkanı seçildi.
Arap milliyetçiliğinin yükseldiği ve Üçüncü Dünya'da radikal arayışların güçlendiği bir dönemde büyük yankı uyandıran Felsefetü's-Savra, Devrimin Felsefesi adlı yapıtı, Nasır'ın Arap Birliği konusundaki düşüncelerini içerir. Cemal Abdunnasır, “Arap Birliği” adı altında modern Arap Irkçılığını ihdas eden kişilerin başında gelir. Bu fikri Arap Dünyasında yankı uyandırmakla kalmadı, hızla tabana da yayıldı. Nasır`ın Arapçılık fikrinin tahribatını anlamak için şunu belirtmek gerek. O yıllar, İsrail karşısında ağır yenilgiler alınan yıllardır. Araplar, coğrafya gereği Yahudilerle muhatap olan ilk müslümanlardır. Yahudilerin açtığı kanlı cephenin ilk mevzisinde Araplar vardır. Dolayısıyla Arapların aldıkları yenilgiler ve bu sayede İsrail`in yıldızının parlaması tüm ümmetini manen yaralamış, Yahudilerin yenilmez ve onulmaz oldukları gibi bir saplantıyı doğurmuş ve ümmet içinde çok uzun yıllar süren bir umutsuzluk doğmasına vesile olmuştur.
Peki Araplar neden 1948`den sonraki savaşların hepsinde Yahudiler karşısında yenilgiye uğramışlardır?
Bu soru, tek cevabı olan bir soru değildir. Ama biz sadece o cevaplar içinden konumuzla bağıntılı olanı nazara verelim.
Araplar en büyük silahlarını terk ederek ve düşman karşısında etkisiz, işe yaramayacak silahlarla Yahudilerin karşısına çıkmışlardır. Nasır gibi dönemin despot ve zalim yöneticileri kendi yönetimleri altındaki müslüman oluşumları yok ederek Yahudilerle yapılan savaşlardan cihad ruhunu çekip almışlardır. Dolayısıyla Yahudiler gibi İslamın ve İslam Peygamberi Hz. Mustafa Sallallahu Aleyhi Wessellem`in azılı düşmanlarına en etkili silah olan Cihad Ruhu olmaksızın Yahudilerin karşısına çıkılmıştır. Nasır ve onun dönemindeki zalim yöneticiler, Yahudilerin karşısına müslüman askerler değil Arap askerler çıkarmışlardır. Kendi yönetimleri için tehlikeli gördükleri Cihad, İman, Tevhid gibi kavramları toplumun damarlarından çekip aldılar. Yahudilere karşı verecekleri savaşlara bunlar olmaksızın girdiler. Bu, bir komutanın askerlerine silah verip mermi vermeksizin cepheye sokmasından farklı bir durum değildir. Cihad ruhundan ve İslam geleneğinden soyutladıkları askerlerini ve Arap Halklarını Milliyetçilik üzerinden şarz etmeye yönelen Nasır ve çağdaşı Firavunlar en büyük ihaneti yaptılar. Zira Müslüman Kardeşler gibi cemaatlerin şahsında tasfiye edilen İslam ve onun yerine ihdas edilen Arap Irkçılığı, Yahudi hançerinin bugünlere kadar bağrımızı deşip durmasına sebep olmuştur. Nasır`ın sancaktarlığını yaptığı Arap Irkçılığının geldiği dehşetli boyutları görmek için Münir Gadvan`ın dikkat çektiği bir hadisin nasıl da çarpıtıldığını bilmek gerekiyor. Bir Arap Hatip vaazında “Resulullah buyurdu ki, ‘Araplarla Yahudiler savaşacak, Araplar Yahudileri öldürecekler. Yahudiler kaçıp ağacın, kayanın arkasına saklanacak, o ağaç ve kaya dile gelip ‘Ey Arap! Arkamda bir Yahudi var` diyecek. Garkad ağacı hariç”
Gördüğünüz gibi Hadis`te zikredilen “müslüman” ibareleri çıkarılıp yerine “Arap” kavramı koyan hatip, o dönemin anlatmak istediğimiz ortamına örnek teşkil ediyor. Zira o dönemde bu çarpıtma söz konusu hadis ve hatiple sınırlı değildi. Nitekim, Nasır ile içi doldurulan çağdaş Arap Milliyetçiliği İslam adına ne varsa dışlıyor, yerini ırki temayüllerle dolduruyordu. Bu da Nasır ve onun tıynetinde olanların İslam Ümmetine olan ihanet ve yaptıkları tahribatın büyüklüğünü anlamak açısından önemlidir. Ya değilse Nasır`ın yaptıkları “Nasır, binlerce müslümanı zindanlara tıktı, işkence yaptırdı, bazı alim ve öncü şahsiyetleri şehid ettirdi…” ile sınırlı değildir.
Gelin görün ki, Müslümanları ezmede, yok etmede oldukça başarılı olan, şahin kesilen Nasır, İsrail`e karşı savaşlarda hep ezik yenilgiler almıştır.
Bazı tarih yorumlayıcıları Nasır gibi liderlerin İsrail ile danışıklı savaşlar çıkardığı tezini ileri sürerler. Bu teze katılır veya katılmazsınız, bu, herkesin kendi yanında karar vereceği bir durum. Ama bu tezi de yeri gelmişken belirtmek lazım.
Yahudi İşgalciler, Filistin topraklarını yavaş ve ağır adımlarla işgal edip devlet ilan etmeleri, gayelerinin nihayeti değil, bilakis başlangıcıydı. Arz-ı Mev`ud yolunda kendilerine vaad edilen topraklara kavuşmak için 1948 yılındaki sınırları ilk basamaktı. Hem bu sınırları artırmak hem askeri açıdan tampon bölgeler oluşturmak ya da Golan Tepelerinde olduğu gibi halkı için gıda kaynağı elde etmek gibi gerekçelerle veya Kudüs şehrinde olduğu gibi dini argümanlarla 1948 yılındaki sınırlarına razı değillerdi. Sınırlarını genişletmeleri gerekiyordu. Ama nasıl? İşte bu sorunun Katil Yahudiler için tek cevabı vardı: SAVAŞ..!
Size tek bir örnek verelim. 5 Haziran 1967`deki 6 Gün Savaşında İsrail, Gazze`yi, Golan Tepelerini, Batı Şeria`yı ve Doğu Kudüs`ü aldı ve topraklarına kattı. İsrail İşgal devletinin Suriye, Mısır, Ürdün gibi Arap Devletlerine gidip “Komşu biraz toprak verir misin? Diyecek hali yoktu. Tek ihtiyaç duyduğu şey savaştı. Bazı tarih yorumlayıcıları burada Arap Liderlerden bazılarını İsrail ile danışıklı olmakla suçlarlar. Bahsettiğimiz bu teze göre Arap Liderler İsrail İşgal Devletiyle danışıklı savaşa girmiş ve Yahudilerin bu şekilde istedikleri toprakları almalarının önü açılmış, işgal altındaki bugünkü topraklar altın tepsi içinde Yahudilere verilmiştir. Tabi bu bir tez olmakla beraber aksi de mümkündür. Karşı tezde “Arap İsrail Savaşları doğal ve anlatıla gelen sebepler üzerine baş göstermiş, İsrail İşgal Devleti galip çıktıkça topraklarını da genişletmiştir. Ortada bir danışıklık yoktur, bu doğal bir süreç içinde vuku bulmuştur” denilebilir.
Biz Nasır`a dönersek
Nasır siyasi ve sosyal projelerini uygulama alanına sokmadan önce tüm diktatörler gibi kendi iktidarını sağlamlaştırma yoluna gider. İlk etapta az önce de dediğimiz üzre, halk tarafından sevilen ve yüksek rütbeli olan General Muhammed Necib'i Hür Subaylar üyesi olmamasına rağmen İhtilal Konseyi Başkanlığına getirir. Buna paralel olarak geniş halk desteğine sahip İhvanla yani Müslüman Kardeşler Teşkilatıyla yalan ilişkiler kurar. Üstelik darbe sonrasında tüm siyasi partileri yasaklamasına rağmen Müslüman Kardeşlere dokunmaz. Tüm bunların tek bir nedeni vardı; kendisinde olmayan ama şiddetle ihtiyaç duyduğu halk desteğini kazanmaktır.
Nasır iktidarını sağlamlaştırdığına inandığı ara dönemin ardından ülke genelindeki tek örgütlü güç ve en büyük potansiyel tehlike olarak gördüğü İhvan'ı 1954'te yılından itibaren kanlı bir şekilde tasfiye eder. O binlerce İhvan mensubu hapishaneye gönderilirken hareketin önde gelen altı ismi idam edilir. Ayrıca iki yıl boyunca konu mankeni gibi vitrinde tutulan General Muhammed Necip de emekliye sevk edilir. Nasır böylece öleceği 1970 yılına kadar Mısır'ın tek adamı haline gelir. “Zerre miskal şerrin de zerre miskal hayrın da karşılığının verileceği” hakikatine binaen Nasır`ın ihanet etmiş olduğu emaneti ondan alınır ve 28 Eylül 1970 tarihinde saat 17:16 sularında bir kalp krizi geçirerek ölür. Ancak ölürken de Mısır da ihdas ettiği Firavuni rejimin bekası için koltuğunu diğer bir Firavun olan Enver Sedat`a bırakır. Nasır`ın ardından Sedat, Nasır`dan devraldığı zulmün kara sancağını hakkıyla taşır.
**************************************-----------*************************************
2. POSTA
15 OCAK 1996: Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinde 11 köylü bir minibüs içerisinde kurşunlandı ardından minibüs ateşe verilmek suretiyle yakılarak katledildi.
Güçlükonak Katliamı, 15 Ocak 1996 tarihinde Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinde 11 köylünün bir minibüs içerisinde kurşunlanıp, yakılmasıyla sonuçlanmış katliam.
Genelkurmay Başkanlığı katliamın PKK tarafından gerçekleştirdiğini duyurmuş, Ancak bazı STK`lar, olayın devlet güçlerince gerçekleştirildiğini iddia etmiş, katliam kurbanlarının yakınlarıyla beraber olayı yargıya taşımışlardır. Fakat açılan davaların hiçbirinden sonuç alınamamıştır. Olaydan 13 yıl sonra dönemin devlet bakanı Adnan Ekmen olayın PKK değil JİTEM tarafından yapıldığını iddia etmiştir.
Katliam
PKK; 1995 genel seçimlerinden yaklaşık bir hafta önce, 15 Aralık 1995 tarihinde her zamanki gibi tek taraflı ateşkes ilan etmişti.
12 Ocak 1996 gününde Şırnak`ın Güçlükonak ilçesine bağlı Çevrimli ve Yatağan köylerine baskın yapan askerler, 6 eski korucuyu PKK`ya yardım ettikleri iddiasıyla gözaltına aldı. Gözaltına alınan köylüler, Taşkonak Jandarma Taburu`na götürüldü.
15 Ocak gününe gelindiğinde Koçyurdu köyü korucularından 4 korucu, "görev var" denilerek Ramazan Nas`a ait olan bir minibüs vasıtasıyla aynı tabura götürüldü. Görev için götürülen korucular ve gözaltına alınmış olan köylüler, Taşkonak Taburu`nda, 56 AH 320 plakalı minibüse bindirilerek yola çıkarıldı. Minibüs tabur ile Koçyurdu köyü arasında gelince silahlı bir grup tarafından durduruldu. 11 köylü kimliği belirlenemeyen bu kişilerce kurşun yağmuruna tutuldu ve ardından yakılarak katledildi.
Olayın hemen ardından Genelkurmay Başkanlığı, gazetecileri özel uçakla Güçlükonak'a taşıdı. Burada Genelkurmay adına açıklama yapan Albay Kalelioğlu olayın bir PKK eylemi olduğunu ilân etti ve PKK'nın ilan ettiği tek taraflı ateşkesi bozduğunu duyurdu. PKK ise bir gün sonra bu katliamla ilgilerinin olmadığını açıkladı. Katliam kurbanlarının aileleri de Şırnak'a gelen basın mensuplarına Kürtçe olarak yakınlarını PKK'nın değil askerin öldürdüğünü söylediler.
Olay için İstanbul'da bazı sol görüşlü STK`larca bir heyet kuruldu. Heyet, önce 12 Şubat 1996'da Diyarbakır Olağanüstü Hâl Bölge Valisi ile görüştü, ardından da Güçlükonak'a gitti. Heyet olay yerinde incelemeler yaptı ölenlerin yakınları ve bölgede yaşayanların bilgisine başvurdu. Katliamdan son anda kurtulan 12. kişi olay ve nasıl işkence gördüğü konusunda bilgi verdi.
Söz konusu heyet yaptığı araştırmalar sonucu 16 Şubat 1996 tarihinde yaptığı basın açıklaması düzenledi. O açıklamaya göre olay şöyle gerçekleşmiştir:
Eskiden köy koruculuğu görevinde bulunan 6 kişi yakınları dağda olduğu iddiası ile gözaltına alınarak Taşkonak'ta bulunan Jandarma Karakoluna götürüldü. 6 kişi burada işkenceyle sorgulanarak öldürüldü. 15 Ocak tarihinde karakoldan Koçyurdu köyüne telefon eden Jandarma gözaltına alınanların serbest bırakılacağını, onları almak için bir minibüs getirilmesini istedi. Bu durumdan şüphelenen 4 köy korucusu şoförü yalnız bırakmamak için onunla birlikte karakola gittiler. Araç hareket edince bir helikopter minibüsü takip etmeye başladı. Şoförle beraber gelen 4 köy korucusu karakoldakiler için beklenmedik bir sürprizdi. Jandarmalar onları da ayrı odalara alıp öldürdüler. Daha sonra öldürülen 10 kişinin cansız bedenleri koltuklara bağlanıp başlarına çuval geçirildi, minibüs 2 jandarmanın kontrolünde yola çıktı. Taşkonak karakoluna posta götüren başka bir minibüs yolda karşılarına çıktı. Bu tuhaf görüntüye şahit olan posta minibüsü durmak istedi ama askerler tarafından engelledi. Bu sırada aynı yolu kullanan araçlar Koçyurdu Karakolunu tarafından durdurulmuş bekletiliyordu. Kısa bir süre sonra makineli tüfek sesleri ve üç patlama duyuldu. Olay yerine 2,5 kilometre uzaklıktaki Koçyurdu köyünün korucuları çatışma olduğu sanarak silahlarıyla gitmek istediler ancak karakol tarafından engellendiler. Minibüsün yakıldığı esnada nehrin diğer yanında yer alan tepedeki gözetleme yerinde bulunan Mardin'e bağlı köy korucuları telsizle olaya müdahale etmek için izin istemiş ama olaya karışmamaları söylenmiştir. Genelkurmay tarafından olay yerine gelen gazetecilere 11 kişinin öldüğü söylenmesine rağmen ortada 10 yanmış ceset vardı. 11. kişinin yolu kesen özel timi fark edip kaçmaya çalışırken kurşunlara hedef olan minibüs şoförüne ait olduğu anlaşıldı. Yöre halkının da gördüğü helikopterde içindeki tim yola inmiş minibüs oraya gelince içinde bulunan jandarmalar inerek uzaklaşmış şoför başına gelecekleri anlayınca kaçmaya çalışsa da vurularak öldürülmüştü. Atılan roketler sonucu minibüsteki 10 ceset kömür hâline gelmişti. Fakat yanmış kişilere ait yanmamış kimliklerin ertesi gün ailelerine teslim edildiği belirlendi. Katliamı incelemek amacıyla Şırnak'a giden gazeteci Celal Başlangıç gördüğü korkunç manzarayı anlatıyor ve şöyle diyordu:
Katliamı askerler gerçekleştirmiştir. Güçlü konaktan ve çevrede ki 5 köyden korucu olmayı kabul etmeyen ikişer kişi alınmış aynı köyden bir vatandaşa ait olan bir minibüse yapıştırılmış bu 12 kişi, çapraz ateşe tutulmuş ardından minibüs ateşe verilmiş ayrıca minibüsün sahibi de kaçarken yakalanıp kurşuna dizilip öldürülmüştür. o dönemde Tsk nın bölgede aşırı etkinliği ve tek taraflı yayıncılığın sonucu olarak olay örtbas edilmiştir. Ardından Güçlükonak köyü boşaltılmış halk çevre illere göçmeye zorlanmıştır. Aynı köy, bu yetmezmiş gibi 3 defa da Pkk tarafından basılmıştır.
Sivil Heyetin bölgeden ayrılmasından 2 gün sonra onlara tanıklık eden iki köylünün gözaltına alınarak işkence gördüğü haberi duyuldu. Bu konuda Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi, Olağanüstü Hâl Bölge Valiliği ve Genelkurmay'a yapılan müracaatlardan netice alınamadı. 7 Mart 1996'da ikinci bir heyet Diyarbakır'a gitti. 8 Mart'ta Koçyurdu köyüne geçtiler ve işkence gördüğü ileri sürülen iki tanığı buldular. İlk olarak önceki konuşmalarını reddeden "Biz sizinle hiç konuşmadık" diyen köylüler daha sonra korktukları için böyle yaptıklarını itiraf ettiler. Askerî yetkililerin yaptığı baskıya karşın, katliam kurbanlarının yakınları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi`nde tanıklık yapmayı kabul ettiler. 4 Nisan'da İstanbul'da yapılan basın toplantısına katılarak başvuru formlarını imzaladılar. Olayın üzerinden iki ay geçtiği halde hiçbir soruşturma yapılmadığın gören sol görüşlü STK`lardan bazıları, 16 Nisan'da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na Genelkurmay Başkanlığı aleyhinde toplu cinayete azmettirme ve haber alma özgürlüğüne müdahale iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Suç duyurusunda "katliamın sinirleri bozulmuş birkaç askerin yapamayacağı kadar büyük bir organizasyonu gerektirdiği ve bölgede görev yapan bütün askerlerin komplonun parçası olarak emir komuta zinciri içinde hareket ettiği" savunuldu. Ancak bu girişimden de bir sonuç çıkmadı.
Birkaç ay sonra dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir orduya hakaret edildiği gerekçesiyle dava açılması talebinde bulundu. 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davada söz konusu STK`ların bazı yöneticileri; “ordunun manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif” suçlamasıyla yargılandı ve onar ay hapis cezasına mahkûm edildi. Ancak Yargıtay, "savcıya dilekçe vermenin aleni bir iş olmadığı" gerekçesiyle kararı bozdu.
12 Temmuz 1996 tarihinde Barış İçin Bir Araya Çalışma Grubu olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşıdı. AİHM'de görülen dava sonucunda Türkiye "etkili soruşturma yürütmediği" için mahkûm edildi. Öldürülenlerin yakınlarının açtığı davada, 10 kişiye 15`er bin avro manevi tazminat verilmesi kararına varıldı.
JİTEM İDDİASI
Dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen olaydan 13 yıl sonra Yeni Aktüel dergisine verdiği bir demeçte; Katliamı PKK'nın değil JİTEM'in gerçekleştirdiğini savunmuştur. Ekmen, vücutları elbiseleri ve üzerlerindeki tüm malzemeler yanarak kül olan bu kişilerin tümünün kimliklerinin sapasağlam ve askerin elinde çıktığını ve görüştüğü bir korucubaşının da katliamı PKK'nın gerçekleştirmediği iddiasını doğruladığını belirtti. Ekmen, Güçlükonak Katliamının yaşanmasından bir gün sonra Avrupa Parlamentosu`nda Yeşiller Partisi ve sosyalistlerin verdiği bir karar tasarısının görüşülecek olmasına da vurgu yaptı. Karar tasarında PKK`nın ateşkesine Türkiye Devleti`nin ne cevap vereceği sorulacaktı. Türkiye; Avrupa Parlamentosu'na PKK'nın Güçlükonak Katliamı ile ateşkesin bozulduğunu öne sürmüştü. Adnan Ekmen, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara çağrıda bulunarak isterlerse bildiklerini anlatacağını da söylemiştir.
2009 Nisan ayında Ergenekon zanlısı Levent Göktaş'ın görev yaptığı dönemdeki bir devre arkadaşının savcılara ilettiği mektupta Güçlükonak Katliamı`nı Levent Göktaş`ın başında bulunduğu ekibin gerçekleştirdiği ve olayın PKK'nın üzerine yıkıldığı iddia edilmiştir. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı dönemin bakanlarından Adnan Ekmen'in açıklamaları, İstanbul Cumhuriyet savcılarına gelen bir ihbar eden mektubu ve 1996 yılında olay üzerine araştırma yapan solcu derneklerin tekrar suç duyurusunda bulunması üzerine 2009 Nisan ayında Güçlükonak Katliamının tekrar soruşturulmasına karar verdi.
Güçlükonak katliamı hakkında bir iddia da Eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tozlu tarafından dile getirilmişti. Tozlu, 1996'da Şırnak'ın Güçlükonak ilçesindeki 11 korucuyu, dönemin Akçay Piyade Tugay Komutanı Albay Selahattin Uğurlu'nun emriyle, Muhabere Arama Kurtarma kısa adıyla MAK timlerinin gözetiminde, 7 korucunun katlettiğini ileri sürmüştü.
Saldırıyı yapan korucu A. Ö. ve ekibinin iş için Akçay Tugay'ından 50 bin dolar aldığını iddia eden Tozlu, sonra olayın PKK'nın üzerine atıldığını kaydetti. Korucu A. Ö. ve ekibinin birçok faili meçhul olayda kullanıldığını, halen de kullanılmakta olduğunu iddia eden Tozlu, bu korucuların bölgede, Tugay'dan kelle başına para alarak infaz yapan tim olarak bilindiğini dile getirdi.
**************************************-----------*************************************
15 OCAK 1932: Samsun`da heykeltıraş Krieppel (OKUNUŞU: Kıripıl) tarafından yapılan Gazi Heykeli açıldı. Heykel, Anadolu'ya ayak bastığı yerde dikilmişti.
Günümüzde Türkiye'nin bütün il ve ilçelerinde bulunan ana meydanlara, resmi dairelere, okullara ve ilgili ilgisiz pek çok yere dikilen Atatürk heykellerinin ve büstlerinin ilki, 1926 yılında Sarayburnu'na dikilmişti. Zamanla bu heykellere yönelik saldırılar artınca, heykeller, kanun korumasına alınmak suretiyle “Heykelleri kanunla koruma altına almak” gibi bir ilke daha imza atılmıştı. İlgili çevrelerce Atatürk heykel ve büstlerinin milyarlarca liralık bir sektör oluşturduğu tahmin ediliyor.
Türkiye'de devlet başkanlarının heykellerini dikme geleneği, ilk olarak Atatürk'le başlamıştır. Osmanlı döneminde II. Mahmut bir ara devlet dairelerine resminin asılmasını emretmiş, ancak bu uygulama kısa bir süre sonra kaldırılmıştı. Abdülaziz'in Fuller tarafından yapılan heykeli Beylerbeyi Sarayı'nın tören salonuna yerleştirilmişti.
Atatürk'ün ilk heykeli 1926'da Sarayburnu'na dikildi. Takrir-i Sükûn Kanunu'nun kabulünden kısa bir süre sonra yapılan bu uygulama, bir anlamda simgesel olarak söz sahibinin kim olduğunu da şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bunu aynı yıl Konya'ya,
1927'de Ankara'nın Ulus Meydanı'na,
1928'de Taksim Meydanı'na,
1930'da Kırklareli'ne,
1932'de İzmir'in Konak Meydanı'na ve Samsun'a dikilen heykeller ve anıtlar izledi.
Heykeller ve anıtların sayısı kısa sürede çığ gibi büyüdü, ancak bunlara yönelik saldırıların artması üzerine az önce de değindiğimiz üzere 31 Temmuz 1951'de 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun yürürlüğe girdi.
Türk Ceza Kanunu'nda bu konuda yeterince madde varken neden ihtiyaç duyulduğu anlaşılmayan beş maddelik kanunun ilk maddesi "Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir, bu suça azmettirenler asli fail gibi yargılanır" diyordu.
Kanun koruması altında bulunan Atatürk heykelleri, günümüzde hayatımızın her alanında yer alıyor. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun hatırasına gereken saygı ve özeni göstermeyen gafillerin (!!!) sayısı küçümsenmeyecek boyutlardadır. Son olarak 2009 yılında Malatya'da sahibinin elinden kaçan adlı bir inek, bir ilköğretim okulunun bahçesine girip Atatürk büstünü devirip kırmıştı. Olay üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü müfettiş görevlendirmişti. Olaydan sonra ineğin yaşadığı köyün tamamının ifadesi alınırken İneğin sahibi, ceza alma korkusuyla ineğini İnekpınarı köyündeki bir yakınına satmak zorunda kaldı. İneği satın alan İnekpınarı Köyü'nden Ömer Aktaş ise, 'İnek, büste süründü diye büst kırılmış. İnek suçlu ama, büstü dayanıksız yapanların hiç mi suçu yok' diye sorarken Kadiruşağı Köyü'ndeki İlköğretim Okulu bahçesindeki Atatürk büstü yeniden yaptırıldı ama olan ineğe oldu...
Malatya'da yaşanan bu trajikomik olay sonrası İstanbul Üniversitesi'nde sol görüşlü öğrenciler 'sürgün' ineğin yeniden köyüne döndürülmesi için bir inisiyatif başlattılar. Kendilerine 'İnek Köyüne Geri Dönsün İnisiyatifi' adını veren grup bir de ineğe destek olunması için afiş hazırlayarak üniversitenin dört bir yanına astı. Afişte şu ifadelere yer verilmişti:
'Eğer sen de bu ineğe destek olmak, onu köyüne döndürmek istiyorsan bimer@basbakanlik.gov.tr adresine mail at! Bu çağrıya destek ver. Daha fazla inek Kemalist zihniyetin kurbanı olmasın!'
Trajikomik tarafları bir yana Türkiye`de ilk dönem heykellerin çoğunu yapan Heinrich Krippel`ı (OKUNUŞU: Henrik Kıripıl) biraz tanıyalım.
Heinrich Krippel (OKUNUŞU: Henrik Kıripıl) 17 Eylül 1883`de doğdu, 5 Nisan 1945`de öldü. Türkiye`de gerçekleştirdiği anıt heykeller ile tanınan Avusturyalı heykeltıraş, ressam, bakır oymacısı ve illüstratördür.
1925 yılında Atatürk anıtları yaptırılmak amacı ile Türk Hükümeti`nin davetlisi olarak Türkiye`ye geldi. 1938`e kadar on üç yıl Türkiye`de kalarak Atatürk heykelleri yaptı.
Atatürk Krippel`ı (Kıripıl) köşkte misafir ederek hazırlayacağı tüm heykeller için kendisine poz vermiştir. Krippel (Kıripıl) bu heykel ve anıtların ön çalışmaları ve taslaklarını Türkiye`de hazırladı. Bu taslaklardan tasarlanarak hazırlanan heykel kalıpları sanatçının Viyana`daki atölyesinde üretildi ve Viyana Birleşik Maden işletmelerinde bronza döküldü. Bu heykeller daha sonra parçalar halinde Türkiye`ye getirildi ve yerlerinde monte edildi.
İlk Atatürk Heykellerinden Bazıları
Sarayburnu Atatürk Heykeli (3 Ekim 1926): Cumhuriyet ideolojisinin görselleştirilmesi yolunda atılan ilk adımdır. İstanbul Belediyesi tarafından diktirilmiştir. . Anıtın açılışını o dönemin belediye başkanı, Muhittin Üstündağ şaşalı bir törenle yapmıştır ve İstanbul halkı, anıtı gecenin geç saatine kadar akın akın seyre gelmiştir.
Konya Atatürk Heykeli (29 Ekim 1926): Atatürk Heykeli yaptırma fikri İlk defa Konya`dan gelmiştir ve Konya iline dikilecek olan heykel için Belediye Reisi Kâzım Bey, Atatürk'ten izin almıştır.
Yeni Gün/Ulus Zafer Anıtı (24 Kasım 1927): O günkü adı ile Hakimiyet-i Milliye olan Ulus Meydanı`nda Yeni Gün Gazetesi sahibi Yunus Nadi Bey`in önderliğinde ve halkın maddi katkıları ile hazineden hiç para almadan yaptırılmıştır. Anıtı yaptırmak için önce bir yarışma açılmış, yarışmaya gönderilen projeler içinde, Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel`ın (OKUNUŞU: Henrik Kıripıl) projesi beğenilerek yapımına başlanmıştır.