Batı`nın İslam`a Karşı Propaganda Savaşı - 3
Şarkiyatçılık, emperyalizmin bir yüzüdür. Bu yüz, eğitim ve basın üzerinden İslam dünyasının inancına, kültürüne karşı bir tür atom bombası işlevi gördü
Ahmet Yılmaz / doğruhaber
Şarkıyatçılıktan Pentagon’a Batı`nın İslam`aKarşı Propaganda Savaşı - 3
İslam dünyasına yönelik “istenirlik” çabalarını geçen hafta kısmen anlatmıştık. Bu hafta, yer yer bunu işlemeye devam edeceğiz. Ama daha çok Batı’da İslam dünyasını yönetme istenirliği (hevesi, tutkusu) oluşturmak için gösterilen çabalar üzerinde duracağız.
Modern Çağ Propagandasına geçiş
Avrupa’da bilimsel gelişmelerden öte kanlı mezhep çatışmaları laikleşme eğilimini arttırdı. Bireyi kralların ve onların arkasındaki kilisenin hakimiyetinden kurtarmayı amaçlayan bu hareket, yüzünü Hıristiyanlık öncesi Avrupa çağına çevirdiğinden milliyetçilikle paralel büyüdü ve 1789’daki Fransız İhtilali ile neticelendi.
İhtilalciler, Batı toplumlarını daha müreffeh bir çağa taşıma iddiasındaydılar. Bu, tabii olarak onların Batı düşmanlarına karşı savaşmayı bir ideal haline getirmelerini ve bunu Hıristiyanlık (Kilise) çağından daha ileri bir aşamaya götürmelerini gerektiriyordu. Kilise çağı sömürgesi Hindistan’ın bir bölümü, Malezya ve Endonezya gibi kimi yerler dışında İslam’ın sınırlarında durmuştu.
İslam, bilimsel anlamda miladi 16. Yüzyılda katı bir durgunluğa sürüklemişse de “küfre karşı Allah yolunda mücadele öğretisiyle Batı’nın karşısında durmuş, onun İslam dünyası içinde ilerlemesini engellemiş, Batı’ya karşı imandan bir duvar örmüştü.
İhtilalciler için başarı sayılabilecek bir girişim bu duvarın yıkılmasıyla mümkündü, İslam dünyası aradan çıkarılırsa İngiltere ve Fransa’nın kolları Doğu yönünde Avrupa’dan Hindistan ve Çin’e uzanacak; Hıristiyanlık öncesi Batı çağının idolü Büyük İskender’in dünya fatihliği bir kez daha canlandırılacaktı.
Napolyon, böyle bir idealle Fransa’dan Mısır’a yöneldi. O tek başına dünya fatihi olmak istiyordu. Bunun için İngiliz ortaklığından kurtulmalı ve İslam dünyasını Mısır’dan başlayarak işgal etmeliydi.
Mısır Seferi ve sonrasında yaşananlar, Napolyon çağıyla günümüz arasında inanılmaz benzerlikte bir propaganda süreci başlattı. Mehmet Akif, ders alınsa tekerrür mü eder tarih, der. O günlerden ders alınmadığı için tarih bugün tekerrür ediyor.
Deliksiz Propaganda
Kiliseden dünyevileşme çağına geçen Batı, dünyanın her noktasını işgal için akıl almaz bir iş bölümüne dayalı, bir vücudun organları kadar örgütlü, yeni sömürgelerin heyecanıyla tutuşup disipline olan ve bu disiplini bozmaya kalkışanı her an vurmaya hazır bir ordu mantığıyla İslam’a karşı propaganda çağını başlattı. Bu propagandanın esası aynıydı: “Yalan” çünkü İslam’a karşı ondan daha etkileyici bir silah bulunmuş değildi. Ama kapsamı çok daha genişti. Çünkü Batı’nın eline “Medya” ve “Eğitim” diye karşıt fikirleri imha eden iki atom bombası geçmişti. Batı, hiç bir gücün bu iki atom bombası karşısında duramayacağını düşündü, bu iki bombanın üretimi için yatırım yapmaya başladı.
Modern Çağ propagandası iki hedef üzerinde odaklandı:
1-Batı’yı İslam’a karşı kızıştırmak ve İslam dünyasını işgal etmeye isteklendirmek.
2-İslam dünyasını uyuşturmak, işgale karşı direnişe isteksizlendirmek, hatta işgal olmaya isteklendirmek.
Daha 1709’da Simon Ockley, “Sarazenlerin Tarihi” adlı eserde “Avrupalılar, İslam sayesinde felsefeyle tanıştılar” deyince İslam’a fütursuzca saldırmasına rağmen Cambridge Üniversitesi’nden kovulmuştu. Bu karşı tarafı “hiç” sayan, “Deliksiz propagandacı” tavrını sürdüren modern çağ propagandası, İslam dünyasında elit kesimini, Batı’da ise sınıfı ve inancı ne olursa olsun bütün kesimleri kapsıyor.
Modern Çağ propagandası genel anlamda şu cephelerden oluşuyordu:
1-İslam dünyasını uyuşturma ve direnişe isteksizlendirme cephesi: Kur’an-ı Kerim kaynaklı direniş karakterini yok etmeden İslam dünyasını işgal edemeyeceklerine inanan Batılılar için bu en önemli cephe olacak ki komutanlığını Napolyon’un kendisi yapıyordu. Kendisinden sonra da Almanlar da bizzat Başbakan Bismark ve ondan sonra da Kudüs’ü ziyaret eden Alman İmparatoru bu komutanlığı sürdürecekti.
Yanında çok sayıda Şarkıyatçı götürerek Mısır seferine çıkan Fransız İmparatoru Napolyon Mısır halkına “Ben, size İslam’ın adaletini uygulamak için geldim” diyordu. Kendisini Şark’a (İslam alemine) yararlı bir Avrupalı olarak tanıtıyor. Propagandacıları “O yerli halk mükemmelleşmiş bir medeniyetin (modern Avrupa uygarlığının) nimetlerini kazandırmak ve Mısır halkının yaşayışını daha tatlı kılmak istiyor, bunun da yolu sanatla bilimden geçiyor” diyorlardı.
Bu sözleri lütfen bugünün işgalcilerinin sözleriyle kıyaslayın. Arada bir fark var mı? Bunlar da “Biz, sizi müreffeh dünyayla buluşturmak istiyoruz” demiyorlar mı? Obama, 2008’de Kahire Üniversitesi’nde farklı mı konuşuyordu?
İyi de Napolyon, halkı kendi iyi niyetine nasıl ikna edecekti? O günlerde İslam dünyasında medya yoktu. Amacını halka nasıl duyuracaktı?
Yol bulundu: El-Ezher’den 60 alim (?) onun karargahına davet edildi. Onlara “Grande Armee” olarak bilinen Fransız ordusunun büyük madalyası verildi. El-Ezher şeyhleri memnun olmuşlardı. Bir Batılı onların halini şöyle tasvir ediyordu: “Kocamış şeyhler, genç ve akıllı emirin önünde gözleri kamaşmış olarak eğilirlerdi. (Napolyon onlara) Garplı bir Muhammed gibi görünmüştü.
Rezalet! Ne var ki taktik işe yaramış, Kahire halkının güvensizliği sona ermişti. Napolyon Kahire’den ayrılırken vekili Klebere’e “Mısır’ı yanına çekebildiğin alimlerin eliyle yönet!” diyordu.
İngilizler, Mısır’ı Fransızlara yedirmediler. Ama Tunus, Cezayir Fransız sömürgesi oldu. Onların hali ortada. Ya Orta Afrika İslam ülkeleri, onlar bugün dünyanın en geri ülkeleri arasında ve yanı başımızda Suriye... Durumu gözler önünde...
Hani Fransızlar, “Yararlı Avrupalılar”dı. Bize uygarlığın nimetlerini getireceklerdi. Onların işgaliyle dünya bizim için daha “tatlı” olacaktı. Ama ta Kilise çağı günlerinden onların propagandası ne üzerine kuruluydu? “Yalan” üzerine ... Orta Çağdan modern çağa geçilmiş ama o sihirli silah hiç eskimemişti, her seferinde cilalanıyor ve cilalandıkça parlıyor, gözlerimizi kamaştırıyor.
Bugünün Amerika tarafından temsil edilen Batı dünyası hala eski Batı’dır. Ne yazık ki Doğu da eski Doğu’dur. Yoksa “The East is east the West is West (Doğu, Doğu’dur. Batı, Batı’dır. İkisi de hep aynı kalacak) diyen Batılı doğru mu söylüyordu. Onlar hep yalan söyleyecek biz de hep kanacak mıyız? Onlar hep efendi biz hep sömürülen mi olacağız?
Neden mi soruyoruz?
Çünkü,
Batı, kârına bakıp eski yolları bir daha kullanıyor.
Biz ise zararımıza bakıp “Bu delikten ısırılmıştık” diyemiyor, onların yalanlarını yutmaya devam ediyoruz.
Şarkiyatçılıktan Pentagona
İslam dünyasını sömürgeleştirmek için savaşın kültür propaganda cephesini teşkil eden Şarkiyatçılar (Müsteşrikler) 19. Yüzyılda tek hedef için organize oldular: İslam dünyasında ve Batı’da İslam dünyasının işgalini, sömürgeleştirilmesini “istenir” yapmak.
Şarkiyatçılar, 19. Yüzyılda öyle bir çaba gösterdiler ki, yalandan öyle bir manzara oluşturdular ki sanki her Müslüman “Ey Batı neredesin, gel, bizi kurtar!” diye her gün inliyor, haşa bir putperestin kendi sahte ilahına yalvardığı gibi yalvarıyordu. Onlar Batılıları öyle heveslendirdiler ki her Müslüman Batılının gözünde evden kaçmış, güçlü kuvvetli bir köle, İslam aleminin her karışı Yahudi’nin yitik hazinesi gibi oldu. Köle tüccarı evden kaçmış güçlü kuvvetli kölesi için ne kadar huzursuz olur ve onu yakalamak için kendi rahatına ne kadar kıyıyorsa Batılı, Müslümanların onların yönetiminde olmayışından öylesine rahatsız oldular. Bir Yahudi, “yitik hazinesi” ni bulmak için ne ölçüde gayrete geliyorsa Batılı İslam dünyasının her karışını işgal için o kadar gayrete geldi. Batı’da “son düşmanı” ama aynı zamanda en güçlü ve en korkulu olduğu için “en sona bırakılmış düşmanı” yenmek, “hasta” düştüğü için direnemeyen o aslanın postunu paylaşmak için avcı sarhoşluğunu andıran bir çılgınlığa kapıldı. Gelin bu çılgınlığın serüvenine birlikte bakalım.
Hedef sömürgeciliği istemeyen tek kişi bırakmamaktı
2. Sıradan Hıristiyanlara yönelik cephe: Fransız İhtilali’nden sonra Fransa, Katolikler ve laikler olmak üzere ikiye bölünmüştü. Bunlar, “Kilise yanlıları” ve “Kilise düşmanları” olarak biliniyordu.
Şarkiyatçılar, iki cepheyi de ihmal etmediler. Şarkiyatçılık, Hıristiyanlara yönelik oluşmuş ve o güne kadar Hıristiyanlar için İslam’ı kötüleyen bir birikime ulaşmıştı; ihtilal sonrasında bu birikim olduğu gibi korundu, açık tutulan kiliselerde sıradan Hıristiyana aktarılmaya devam edildi. Ama onunla yetinilmedi. Avrupa’da başlayan milliyetçilik akımının etkisiyle Avrupa tarihini araştırma merakı gönden göne yayılıyor; siyasi otoritenin de etkisiyle Haçlı Seferleri, Kudüs’e sahip olma hevesi yeniden işleniyor, Kudüs ziyaretleri günden güne artıyor, ya da kasıtlı olarak (dindarlık unsurunun etkisi olmadan) Şarkıyatçılar bu ziyaretlere katılıyor ve sıradan Hıristiyanı kışkırtacak, onu Napolyon benzeri işgal meraklılarının destekçisi yapacak malzeme hazırlıyorlardı.
Eskiden “İslam, Hıristiyanlığın sapmış bir mezhebidir” diyen Şarkiyatçılar, Hıristiyanların siyasi idareye yönelen nefretini İslam’a yöneltmek için “İslam, bir din değil, o da siyasi bir sözleşmedir” diyorlar. Laikleşerek, kiliseden uzaklaşarak ahlaki problemler yaşayan kesimlere yönelen nefreti İslam’a yöneltmek için eski Arap şiirinden müstehcen bölümler aktarıyor, kapalı bir yaşam tarzına sahip Katolik’e “İşte Müslümanın yaşam tarzı. Sen din denince orada ahlak var sandın, İslam bir din değildir, bir siyasettir, dinden (Katoliklikten) uzak siyasetçide ahlak olmadığı gibi Müslüman’da da ahlak yoktur. O hayvanlar gibi yaşıyor” diyorlardı.
1825’te “Tılsım” adlı bir roman yazan Scotto, sıradan Hıristiyanın zihninde “Arap, ata binen Yahudidir, Şarklı (Müslüman) şark zorbalığı içinde, şark şehveti, şark kaderciliği içinde yaşayıp gider” tasvirini inşa ediyordu.
Mısır seferine çıkan ünlü romancı Flaubert, Mısır, makineleşmiş, sadece erkeği eğlendirmek için ayarlanmış, hiç konuşmayan her denileni yapan fahişelerle doludur, diyor; sözde o fahişelerle yaşadığı maceraları bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu. (Edward Said’e göre onun maceraları ayarlanmış bir hayaldi ve simgeseldi; onun fahişe dediği, elleri kolları bağlanmış Şark’tı (İslam alemiydi). O, propaganda hedefine koyduğu Avrupalılara, Şark sizi zevkten sarhoş edecek bir fahişe gibi bekliyor diyerek (Onlarda tecavüz düşkününün iğrenç coşkusunu oluşturuyordu.)
Hızını alamayan Flaubert Mısır’da hâşâ seyirlik dükkanların bulunduğunu, fuhşun açıktan işlendiği bu dükkanları seyretmeye gelen kadın ve erkeklerden ücret alındığını söyleyecek kadar alçalıyordu.
Sıradan bir Katolik’in bundan iğrenmemesi ve zevk düşkünü diğer Batılıların “Haydi zevk için Şark’a” diyerek naralar atmaması için hiçbir sebep kalmıyordu.
1811’de Kudüs ziyaretine çıkan Chateaubriand “Paris-Kudüs ve Kudüs-Paris yolculuğu” adlı sözde izlenim kitabında “Özgürlük hakkında hiçbir şey bilmiyorlar, keza edepten yoksunlar. Tanrıları güçtür (kaba kuvvettir, şiddettir, zorbalıktır, istibdattır.) İlahi adaleti getirecek fatihlerden uzun süre yoksun kalırlarsa komutanı olmayan askerlere, yasasız kalmış yurttaşlara, babasız ailelere dönüyorlar” diyordu. Ona göre o “İlahi adaleti getirecek fatihler”in tarihte kalmışları Haçlılardı ve Napolyon çağdaş bir Haçlı idi.
Devam edecek...