Tefekkür ama Kişinin Konumuna Uygun Tefekkür
Tefekkür, düşünmektir. Yüce Allah`ın varlığı ve birliği hakkında düşünmek Kâinat üzerine düşünmek Kendi yaradılışı üzerine düşünmek Toplum üzerine düşünmek
Abdulkadir Turan / İnzar Dergisi
De ki "Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz?" (Mü`minun Suresi 85)
Tefekkür, düşünmektir. Yüce Allah`ın varlığı ve birliği hakkında düşünmek… Kâinat üzerine düşünmek… Kendi yaradılışı üzerine düşünmek… Toplum üzerine düşünmek…
Mü`min akleden insandır, yüce Allah`ın verdiği akıl nimetini hakkıyla değerlendirip düşünen insandır. Düşünmeyen, mümin olamaz; düşünemeyenin mü`min olma sorumluluğu yoktur. İman etmek, aklını kullanabilme şartına bağlıdır. Bu şartı yerine getiremeyenlerden mü`mince bir hayat beklenemez.
Hz. Hatice annemiz, Hz. Ali, Hz. Zeyd, Hz. Ebubekir…( Allah, hepsinden razı olsun) Vahyi duydular, düşündüler ve iman ettiler. Hz. Hatice annemiz, üstün akla sahip bir kadındı. Hz. Ali, bir çocuk, Hz. Zeyd bir genç… Hz. Ebubekir ise olgunluk çağına ulaşmış bir adam… Onlardan sonraki ilk Müslümanlar da bu yoldan geçtiler. Hz. Hamza`yı, Hz. Ömer`i, Hz. Ammar`ı, Hz. Yasir`i, Hz. Sümeyye`yi imana sevk eden onların vahyin üzerine düşünmeleriydi; Resulullah (S. A. V.) üzerine düşünmeleriydi. İlk sahabeler arasında deliler yoktur, ebleh, meczub kimseler de yoktur. İslam toplumuna tabi, delilerin, eblehlerin, meczupların görünmeye başlaması ancak ümmetin oluşmasından sonradır. Çünkü bu tür insanların hükmi şahsiyeti yoktur. Onlar, toplumlarına tabi insanlardır. Ancak tabi olacakları bir toplum oluşunca bu tür kişiler Müslümanlar arasında görülmeye başlandı.
İslam`ın ilk kaydında deliler yok, eblehler yok, meczuplar yok… Çünkü onların düşünme yeteneği yok. Tefekkür, İslam`la bu ölçüde beraber bulunmuş, İslam`la bu ölçüde kaynaşmış.
Yüce Allah buyuruyor:
“Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl 11)
“Böylece Biz onu, Arapça bir Kur`an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur(ibret olur).” (Taha 113)
Müslümanlar, daha nice yerde tekrarlanan bu mesajı hakkıyla almışlar. Ümmetin hiçbir zaman genel anlamda bir “tefekkür” problemi olmamıştır. Bu ümmet, düşünen bir ümmettir, tefekkür eden bir ümmettir. Zakir olmak (zikirde bulunmak) bu ümmetin önemli özelliklerindendir ve ümmet Mü`minun Suresi 85`te bu manada kullanıldığı üzere çoğu zaman zikir ile tefekkürü özdeşleştirmiş, tefekkürü öylesine benimsemiş ki tefekkür ona zikir olmuş.
Dua, bu yönüyle hem tefekkür hem zikirdir. Mü`min dua ederken kendi acizliği ve yüce Allah`ın yüceliği, kendi imkânlarının kıtlığı, yüce Allah`ın imkânlarının sınırsızlığı üzerine tefekkür eder.
Kendisi için dua ederken kendi hâlini tahlil eder. Kardeşleri için dua ederken ümmetin hâlini tahlil eder. Ümmetin iyiliklerini düşünür, artırmayı diler; ümmetin eksiklerini düşünür, gidermeyi diler.
Kimi zaman da mü`min duaya başlamadan önce gözlerini kapatır, kendi hâlini, kardeşlerinin hâlini, ümmetin hâlini gözü önüne götürür, sonra o hâlin sahiplerinden biri olarak Allah`a yalvarır.
O hâlde her mü`min aslında bir mütefekkirdir, bugünkü ifade ile bir düşünce adamıdır, bir düşünürdür.
Ancak tefekkür iki türlüdür: Amme tefekkürü ve has tefekkürü.
Amme tefekkürü, sıradan mü`minin yukarıda ifade edilen tefekkürüdür. Mü`min o tefekkürle yörüngesini bulur. O tefekkürle yörüngesinde kalır.
Bu, durgun bir tefekkürdür. Ondan gaye hâli düzeltmek ve korumaktır. O, bir üretim değil, olanı değerlendirmektir. Bu tefekkürde bulunmak her mü`mine farzdır. Yüce Allah`ın varlığı ve birliği üzerine tefekkür… Kâinattaki ayetler üzerine tefekkür… Kendi hâli üzerine tefekkür… Hiçbir mü`min bu tefekkürden uzak kalmaz, kalamaz, kalmıyor da…
Ama has tefekküre gelince durum değişiyor. Has tefekkür... Ki aslında havasa ait tefekkür, ilimde derinleşenlere ait tefekkür demek gerekiyor. Ümmetin problemi burada başlıyor.
Has tefekkür, durgun tefekkür değil, hareket tefekkürüdür. Bu tefekkürden gaye, sadece yörüngede kalmak değil, yörüngede olanların istikamet üzerinde kalmalarını ve istikamette zaferler elde etmelerini sağlamaktır.
Bu, üretken bir tefekkürdür. Allah`ın ahkâmı kesindir. Bu tefekkür ahkâm üretmez. Ümmetin günlük durumunu ve ilişkilerini o ahkâm doğrultusunda düzenler.
Ahkâm sabittir. Neyin küfür olduğu bellidir. Ancak çağın küfrüne karşı mücadele nasıl sürdürülecek? Bunun şu an vaziyeti ne olacak? Yüce Allah, kendi ahkâmından ayrılmamak koşuluyla bunu belirlemeyi Müslümanlara bırakmış. Hz. Ebubekir (ra), mürtetler vakası ve zekât vermeyenler için “hemen savaş” demiştir. Bu, onun Kur`an ve Sünnet doğrultusunda yaptığı tefekkürün neticesinde vardığı bir karardır; istişare, bu kararını pekiştirmiş, kararının doğruluğundan emin olunca içtihadında ısrar etmiş, uygulamaya geçmiş, ümmet de ona tabi olmuştur.
Hz. Ebubekir (ra) bu uygulamasıyla sadece yörüngede kalmıyor, yörüngede olanlara aynı zamanda yol gösteriyor.
İmam Şafii Hazretleri, bulunduğu çağda zekâtın Abbasî yönetimine verilmesinden rahatsız oluyor. Düşünüyor, tahlil ediyor ve mü`minlerin zekâtının o yönetimin kurumları tarafından çarçur edileceğine ya da İslam`ın aleyhine kullanılacağına kanaat getiriyor; karşılaşacağı tepkiyi de göze alarak “Zekâtınızı kurumlara vermeyiniz” diyor.
İşte bu tefekkür sistemi diri oldukça ümmet, diri olmuş; o sistem çöktüğü an ümmet zarar görmeye başlamıştır.
İlk dönemde Müslümanlar, fıkıhlarıyla ilgili itirazları çözdüler, fıkıh mezheplerinin imamları günlük yaşamın fizikî kısmını sisteme bağladılar; Müslümanların hayatını şekil bakımından Kur`an ve Sünnet üzerinde tutacak yolları belirlediler.
Sonra dışarıya açılma ve saray çevrelerindeki entelektüel girişimler artınca akide ile ilgili problemler doğdu; akaid imamları bu sorunlar üzerine tefekkür edip istikameti tuttular.
Sonra ahlaki problemlere yönelik çözümlerle ilgili sapmalar yaşandı. Tirmizî, Kuşeyrî, Hucviri, Kelâbâzî, İmam Gazalî gibi zahidler tefekkür ettiler ve bu sapmalara karşı tedbirler aldılar.
Hadis âlimleri, bir uydurma hadis problemi yaşandığını gördüler, tefekkür ettiler, harekete geçtiler, hadis tedvini yaptılar.
Sonraki asırlarda İmam Nevevî gibi âlimler ilimde bir dağınıklık tespit ettiler; bütün ilimleri tedvine yönelik tedbirler aldılar.
Ama sonraki asırlarda toplumsal sorunlarla ilgili problemler görüldü, fakat bunu tefekkür edecek ve çözüm bulacak yeteri kadar insan yetişmedi.
Müslümanlar, sorunlar yaşadı, bu sorunlar üzerine tefekkür etti, o sorunlar yüzünden kahroldu ama o sorunları çözecek birini bulamadı.
Tefekkür konusunda Müslümanların âlimleri avamlarına...
Tefekkür, düşünmektir. Yüce Allah`ın varlığı ve birliği hakkında düşünmek… Kâinat üzerine düşünmek… Kendi yaradılışı üzerine düşünmek… Toplum üzerine düşünmek…
Mü`min akleden insandır, yüce Allah`ın verdiği akıl nimetini hakkıyla değerlendirip düşünen insandır. Düşünmeyen, mümin olamaz; düşünemeyenin mü`min olma sorumluluğu yoktur. İman etmek, aklını kullanabilme şartına bağlıdır. Bu şartı yerine getiremeyenlerden mü`mince bir hayat beklenemez.
Hz. Hatice annemiz, Hz. Ali, Hz. Zeyd, Hz. Ebubekir…( Allah, hepsinden razı olsun) Vahyi duydular, düşündüler ve iman ettiler. Hz. Hatice annemiz, üstün akla sahip bir kadındı. Hz. Ali, bir çocuk, Hz. Zeyd bir genç… Hz. Ebubekir ise olgunluk çağına ulaşmış bir adam… Onlardan sonraki ilk Müslümanlar da bu yoldan geçtiler. Hz. Hamza`yı, Hz. Ömer`i, Hz. Ammar`ı, Hz. Yasir`i, Hz. Sümeyye`yi imana sevk eden onların vahyin üzerine düşünmeleriydi; Resulullah (S. A. V.) üzerine düşünmeleriydi. İlk sahabeler arasında deliler yoktur, ebleh, meczub kimseler de yoktur. İslam toplumuna tabi, delilerin, eblehlerin, meczupların görünmeye başlaması ancak ümmetin oluşmasından sonradır. Çünkü bu tür insanların hükmi şahsiyeti yoktur. Onlar, toplumlarına tabi insanlardır. Ancak tabi olacakları bir toplum oluşunca bu tür kişiler Müslümanlar arasında görülmeye başlandı.
İslam`ın ilk kaydında deliler yok, eblehler yok, meczuplar yok… Çünkü onların düşünme yeteneği yok. Tefekkür, İslam`la bu ölçüde beraber bulunmuş, İslam`la bu ölçüde kaynaşmış.
Yüce Allah buyuruyor:
“Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.” (Nahl 11)
“Böylece Biz onu, Arapça bir Kur`an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur(ibret olur).” (Taha 113)
Müslümanlar, daha nice yerde tekrarlanan bu mesajı hakkıyla almışlar. Ümmetin hiçbir zaman genel anlamda bir “tefekkür” problemi olmamıştır. Bu ümmet, düşünen bir ümmettir, tefekkür eden bir ümmettir. Zakir olmak (zikirde bulunmak) bu ümmetin önemli özelliklerindendir ve ümmet Mü`minun Suresi 85`te bu manada kullanıldığı üzere çoğu zaman zikir ile tefekkürü özdeşleştirmiş, tefekkürü öylesine benimsemiş ki tefekkür ona zikir olmuş.
Dua, bu yönüyle hem tefekkür hem zikirdir. Mü`min dua ederken kendi acizliği ve yüce Allah`ın yüceliği, kendi imkânlarının kıtlığı, yüce Allah`ın imkânlarının sınırsızlığı üzerine tefekkür eder.
Kendisi için dua ederken kendi hâlini tahlil eder. Kardeşleri için dua ederken ümmetin hâlini tahlil eder. Ümmetin iyiliklerini düşünür, artırmayı diler; ümmetin eksiklerini düşünür, gidermeyi diler.
Kimi zaman da mü`min duaya başlamadan önce gözlerini kapatır, kendi hâlini, kardeşlerinin hâlini, ümmetin hâlini gözü önüne götürür, sonra o hâlin sahiplerinden biri olarak Allah`a yalvarır.
O hâlde her mü`min aslında bir mütefekkirdir, bugünkü ifade ile bir düşünce adamıdır, bir düşünürdür.
Ancak tefekkür iki türlüdür: Amme tefekkürü ve has tefekkürü.
Amme tefekkürü, sıradan mü`minin yukarıda ifade edilen tefekkürüdür. Mü`min o tefekkürle yörüngesini bulur. O tefekkürle yörüngesinde kalır.
Bu, durgun bir tefekkürdür. Ondan gaye hâli düzeltmek ve korumaktır. O, bir üretim değil, olanı değerlendirmektir. Bu tefekkürde bulunmak her mü`mine farzdır. Yüce Allah`ın varlığı ve birliği üzerine tefekkür… Kâinattaki ayetler üzerine tefekkür… Kendi hâli üzerine tefekkür… Hiçbir mü`min bu tefekkürden uzak kalmaz, kalamaz, kalmıyor da…
Ama has tefekküre gelince durum değişiyor. Has tefekkür... Ki aslında havasa ait tefekkür, ilimde derinleşenlere ait tefekkür demek gerekiyor. Ümmetin problemi burada başlıyor.
Has tefekkür, durgun tefekkür değil, hareket tefekkürüdür. Bu tefekkürden gaye, sadece yörüngede kalmak değil, yörüngede olanların istikamet üzerinde kalmalarını ve istikamette zaferler elde etmelerini sağlamaktır.
Bu, üretken bir tefekkürdür. Allah`ın ahkâmı kesindir. Bu tefekkür ahkâm üretmez. Ümmetin günlük durumunu ve ilişkilerini o ahkâm doğrultusunda düzenler.
Ahkâm sabittir. Neyin küfür olduğu bellidir. Ancak çağın küfrüne karşı mücadele nasıl sürdürülecek? Bunun şu an vaziyeti ne olacak? Yüce Allah, kendi ahkâmından ayrılmamak koşuluyla bunu belirlemeyi Müslümanlara bırakmış. Hz. Ebubekir (ra), mürtetler vakası ve zekât vermeyenler için “hemen savaş” demiştir. Bu, onun Kur`an ve Sünnet doğrultusunda yaptığı tefekkürün neticesinde vardığı bir karardır; istişare, bu kararını pekiştirmiş, kararının doğruluğundan emin olunca içtihadında ısrar etmiş, uygulamaya geçmiş, ümmet de ona tabi olmuştur.
Hz. Ebubekir (ra) bu uygulamasıyla sadece yörüngede kalmıyor, yörüngede olanlara aynı zamanda yol gösteriyor.
İmam Şafii Hazretleri, bulunduğu çağda zekâtın Abbasî yönetimine verilmesinden rahatsız oluyor. Düşünüyor, tahlil ediyor ve mü`minlerin zekâtının o yönetimin kurumları tarafından çarçur edileceğine ya da İslam`ın aleyhine kullanılacağına kanaat getiriyor; karşılaşacağı tepkiyi de göze alarak “Zekâtınızı kurumlara vermeyiniz” diyor.
İşte bu tefekkür sistemi diri oldukça ümmet, diri olmuş; o sistem çöktüğü an ümmet zarar görmeye başlamıştır.
İlk dönemde Müslümanlar, fıkıhlarıyla ilgili itirazları çözdüler, fıkıh mezheplerinin imamları günlük yaşamın fizikî kısmını sisteme bağladılar; Müslümanların hayatını şekil bakımından Kur`an ve Sünnet üzerinde tutacak yolları belirlediler.
Sonra dışarıya açılma ve saray çevrelerindeki entelektüel girişimler artınca akide ile ilgili problemler doğdu; akaid imamları bu sorunlar üzerine tefekkür edip istikameti tuttular.
Sonra ahlaki problemlere yönelik çözümlerle ilgili sapmalar yaşandı. Tirmizî, Kuşeyrî, Hucviri, Kelâbâzî, İmam Gazalî gibi zahidler tefekkür ettiler ve bu sapmalara karşı tedbirler aldılar.
Hadis âlimleri, bir uydurma hadis problemi yaşandığını gördüler, tefekkür ettiler, harekete geçtiler, hadis tedvini yaptılar.
Sonraki asırlarda İmam Nevevî gibi âlimler ilimde bir dağınıklık tespit ettiler; bütün ilimleri tedvine yönelik tedbirler aldılar.
Ama sonraki asırlarda toplumsal sorunlarla ilgili problemler görüldü, fakat bunu tefekkür edecek ve çözüm bulacak yeteri kadar insan yetişmedi.
Müslümanlar, sorunlar yaşadı, bu sorunlar üzerine tefekkür etti, o sorunlar yüzünden kahroldu ama o sorunları çözecek birini bulamadı.
Tefekkür konusunda Müslümanların âlimleri avamlarına...