Hz. Hüseyin Doğdu
doğruhaber / tarihte bugün / 11 Ocak
GÜNÜN AYETİ
“Gündüzü ise geçim vakti kıldık.” (Nebe suresi 11. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
“Günahlardan bir kısım vardır ki, onlara ancak kazanç yolunda çekilen üzüntü ve yorgunluklar kefaret olur. Dürüst tüccar kıyamet gününde sıddık ve şehidlerle beraber haşr olunur.” (Tirmizi, Hakim)
GÜNÜN SÖZÜ
“Ey oğlum! Fakirlikten helâl kazanç ile korun. Zira fakir olan bir kimseye üç felâket isabet eder:
a)Dini zayıflar.
b)Aklında za'fiyet belirir.
c)Mürüvveti gider.
Bu üç felâketten daha şiddetlisi ise, halkın kendisiyle alay etmesidir” (Lokman Hekim)
TARİHTE BUGÜN
11 OCAK
626: Doğumuyla Resulullah`ın yüzünü aydınlatan Cennet Gençlerinin Efendisi Huseyn bin Ali doğdu (1)
1859: 1898-1905 arasında Hindistan Genel Valiliği ve 1919-1924 arasında Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı yapan, görevde bulunduğu sürelerde Birleşik Krallık dış politikasında belirleyici bir rol oynayan politikacı Lord Curzon doğdu (2)
1922: İnsülin, şeker hastalığının tedavisinde insanlar üzerinde ilk kez kullanıldı
1929: Türkiye'de eski yazılı kitapları yeni harflere çevirmek için Dil Encümeni bünyesinde bir komisyon kuruldu.
1946: Enver Hoca Arnavutluk'ta Halk Cumhuriyeti ilan etti. Kral Zogo tahtan indirildi(3)
1962: Peru'daki Nevado Huascaran volkanı faaliyete geçti. 4,000 kişi öldü.
Huascaran veya Nevado Huascaran, Andlar 'da 6.768 m yükseklikle Peru'nun en yüksek ve Güney Amerika 'nın en yüksek dördüncü dağı.
1962: Aynı gün yine Peru'da toprak kayması sonucu 3 bin insan öldü.
1963: TBMM'de komünizmle mücadele amacıyla komisyon kuruldu.
Bir ülke düşünün ki, iç ve dış tehditlerini kendi halkının menfaatlerine göre ve kendi varlığının ve geleceğinin endişesiyle değil karşısında ezikleştiği unsurlara göre belirlesin. Bir halk için “Özgürdür” diyebilmenin etkenlerinden biri belki de budur. 1950`lerden sonra özellikle hep Amerika`nın iç ve dış tehdit algılarına göre tehdit algılaması yapıldığını söylersek abartmış olmayız inşallah. Amerika için Komünizmin ve Sovyet Blok`un tehdit olduğu zamanlarda Komünizme karşı milli güvenlik refleksleri geliştirildi. Ne zaman ki, Doğu Bloku çöktü, Amerika İslama savaş başlattı. Hemen akabinde iç ve dış tehditlerin başında İslam geldi.
1964: Amerika Birleşik Devletleri sağlık bakanı Luther Terry, sigaranın sağlığa zararlı olabileceğine dair ilk raporu yayınladı.
Bir dönem sigaranın öldürücü zararları daha ispatlanmış değilken gelen bu ihtar, günümüzde cep telefonları başta olmak üzere elektronik eşyaların taşıdığı riskleri hatırlatıyor. Zira bugünlerde de bazı bilim adamları bunlar için “sağlığa zararlı”, kimileri de “değil” demekte. Bunun anlaşılabilmesi için galiba etkilerinin inkar edilemeyeceği onlarca yıl sonrasını beklemek, görmek gerekecek..
1972: Askeri Yargıtay, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki ölüm cezalarını onayladı.
1972: Doğu Pakistan Bangladeş oldu. (4)
1997: Başbakan Necmettin Erbakan, tarikat tartışmalarının yoğunlaştığı bir sırada, Başbakanlık Konutu'nda 51 tarikat ve cemaat liderine iftar yemeği verdi.
1997: Ankara DGM hâkimi, sarık ve cübbelerini çıkarmayan Aczmendileri duruşma salonundan çıkarttı.
1998: TBMM Genel Kurulu Salonu inşaatındaki yolsuzluk olayının açığa çıkmasıyla Meclis, 38 milyon dolarlık ödemeyi 20 milyon dolara indirdi.
1999: Türkiye Cumhuriyeti'nin 56. Hükümeti kuruldu. DSP azınlık hükümetiyle Bülent Ecevit 4. kez başbakan oldu.
2003: Başbakan Abdullah Gül, ABD'nin, liman ve üslerde inceleme yapmasına izin verildiğini bildirdi. Genelkurmay Başkanlığı da ABD silahlı kuvvetlerinden 150 kişilik heyetin Türkiye'ye gelerek 13 Ocak'tan itibaren bazı üs ve limanlarda incelemelerde bulunacağını bildirdi.
2011: Yaygın su baskınları ve toprak kaymaları yaşanan Rio de Janeiro bölgesinde Brezilya tarihindeki en kötü doğal felaket yaşandı. Bölgede 900'den fazla can kaybı oldu. En çok etkilenen şehirlerde ölü sayısı Nova Friburgo`da 424, Teresópolis'de ise 378'e ulaştı.
2011: 26 ilde yapılan “En büyük tehdit kim?” anketinin sonuçları açıklandı. Bin kişiyle yapılan ankete göre ABD Türkiye için en büyük tehdit. Kadir Has Üniversitesi tarafından yapılan ankete katılanlardan yüzde 67,8'i baş tehdit olarak ABD'yi gördüğünü belirtti. ABD'yi yüzde 51 ile İsrail izliyor. Üçüncü sırada ise yüzde 9,6 ile İran var.
2012 : Diyarbakır'da Bir Dönem Jitem Tarafından Karargâh Olarak Kullanılan Ve 12 Eylül Darbesi Döneminde Bazı Siyasilerin Yattığı İçkaledeki Cezaevi Duvarının Altından 6 Ceset'e Ait Kemikler Çıktı.
İlerleyen Günlerde Onlarca Kafatası Ve Kemiklere Rastlandı…Adli Tıp Kurumunda Gönderilen Kemikler Üzerinde Yapılan İncelemede Bulunan Kemiklerin 100 Yıl Öncesine Ait Olduğu Belirtildi…Ve Kazı Çalışmaları Sonlandırıldı..
2012 : İran`ın Nükleer Alanda Çalışmalar Yapan Bilim Adamlarından Biri Daha, Aracına Yerleştirilen Bombanın Patlaması Sonucu Hayatını Kaybetti.
Katledilen Profesör Ahmedi Ruşen`in Daha Önce Natanz Nükleer Santrali`nde Üst Düzey Yöneticilik Yaptığı Bildirildi.
İran Medyası Olaydan İsrail Ve Abd`yi Sorumlu Tuttu…
11 OCAK / MERCEK
(1)
11 Ocak 626: Doğumuyla Resulullah`ın yüzünü aydınlatan Cennet Gençlerinin Efendisi Huseyn bin Ali doğdu.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın ikinci oğlu Hz. Hasan Hicri olarak Şaban ayının altısında Hicretin dördüncü yılında, Miladi olarak 11 Ocak 626`da dünyaya geldi. Yıl olarak “Miladi 625`de doğdu” diyenler de vardır. Bu ihtilaf Hicri 3. Yılda doğduğunu kabul edenlere dayanır.
Rivayetlere göre Hz. Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail (a.s) gelip "Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun ismini koy diyor" dedi.
Peygamber Efendimiz "Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu.
Cebrail (a.s) "Şebir" dedi.
Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.
Cebrail (a.s) "Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi
Yine bir rivayete göre Hz. Ali, daha önce, Hz. Hasan´a, Hamza; Hz. Hüseyin´e de Cafer ismini koymuştu.
Hz. Hüseyin (r.a.)`in doğumu ile ilgili Hz. Abbas (r.a.)`ın hanımı Ümmü Fadl bir gece rüya gördü. Sabahleyin doğruca Peygamberimizin yanına gidip rüyasından bahsetti.
Efendimiz (s.a.v): “Ne gördün?” diye sorunca
Ümmü Fadl: “Ya Resulallah! Sizin vücudunuzdan bir parçanın kesilip evime konulduğunu gördüm” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.): “Hayır olsun İnşallah! Fatıma`nın bir oğlu olacak, sen de ona sütünü emzireceksin,” buyurdular.
Hz. Hüseyin dünyaya gelince Ümmü Fadl onu alıp eve götürdü ve doyasıya sütünü emzirdi. Ümmü Fadl bir gün çocuğu alıp Resulullah (s.a.v)`e götürdü. Efendimiz torununu aldı ve kucağına oturttu. Onu öptü, başını okşadı ve sevdi. Çocuk kucakta otururken Efendimizin üzerini ıslattı. Ümmü Fadl buna üzüldü ve çocuğu biraz sertçe tutup Efendimizin kucağından aldı. Çocuk ağlamaya başladı. Rahmet Peygamberi Efendimiz buna dayanamadı ve: “Ey Ümmü Fadl! Allah iyiliğini versin. Sen onu ağlatmakla beni üzdün,” buyurdu.
Yine Resulullah bir gün ashabıyla bir yere giderken Hüseyin`in sokakta çocuklarla oynadığını gördü. Biraz hızlıca yürüyerek torununu yakalamak istedi. O da oraya buraya koşuyordu. Efendimiz de hem gülüyor hem de peşinden koşuyor, onu tutmaya çalışıyordu. Sonunda Hüseyin`i tuttu. Onun yüzünü mübarek iki eliyle sevdi ve yanaklarından öptü. Ashabına döndü ve: “Hüseyin bendendir. Ben de Hüseyin`denim! Allah`ı seven Hüseyin`i sever! Hüseyin torunlardan bir torundur,” buyurdu.
Bir gün Habib-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz, Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin evinde iken Cebrail Aleyhisselam geldi. Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Ümmü Seleme annemize kapıda bekleyip kimseyi içeri sokmamasını tembihledi. O sırada Efendimizin reyhanı Hüseyin geldi ve birden içeri daldı. Resulullah (s.a.v)`in boynuna atıldı. Efendimiz onu kucağına aldı, öptü, sevdi.
Cebrail Aleyhisselam: “Onu çok mu seviyorsun?” dedi.
Efendimiz de: “Evet!” dedi.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.): “İyi ama ümmetin onu öldürecektir!” dedi. Efendimiz hayretle: “Demek onu öldürecek olanlar ümmetim!..” dedi. Cebrail (a.s.): “Evet! İstersen onun öldürüleceği yeri sana göstereyim,” dedi ve gösterdi. Oradan bir avuç kızıl toprak alıp getirdi. Efendimiz o toprağı aldı ve kokladı: “Bu toprak gam ve belâ kokuyor” buyurdu. Daha sonra toprağı Ümmü Seleme (r.anha) annemize verdi ve: “Bu, torunum Hüseyin`in öldürüleceği yerin toprağıdır. Ne zaman kan haline gelirse o vakit bil ki Hüseyin öldürülmüştür” buyurdu.
Bir seferinde Hz. Ali (r.a.) “Siffîn”e giderken bu mıntıkadan geçmişti. Fırat kenarında bir köy olan Ninova`ya gelince durdu ve burasının adını sordu. Kerbelâ cevabini alınca Hz. Ali (r.a.) gözyaşlarını tutamadı. Sonra şunları söyledi:
“Bir defasında Resulullah (s.a.v)`in huzuruna gitmiştim. Vardığımda ağlıyordu.
– Ya Resulallah! Seni ağlatan nedir?” diye sorduğumda bana: “Az önce Cebrail yanımdaydı. Bana oğlum Hüseyin`in Fırat kenarında Kerbelâ denen yerde öldürüleceğini haber verdi ve o topraktan bir avuç alıp bana koklattı. Gözyaşlarım akıyorsa bu benim elimde değil ne yapayım kendimi tutamadım” buyurdu.
Muaviye Hicri 60. Yılda Şam`da ölünce oğlu Yezid`e biat etmedi. Yezid her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin ve arkadaşlarından biat almasını Medine valisinden istedi.
Bu haberler üzerine Hz. Hüseyin (r.a.) Hicri 28 Recep 60`da, Miladi 4 Mayıs 680`de gecesi bütün aile fertleriyle birlikte Mekke-i Mükerreme`ye gitmek üzere yola çıktı.
Küfeliler Hz. Hüseyin`e biat etmek için Mekke`ye haber gönderdiler. O da amcasının oğlu Müslim bin Akil`i incelemelerde bulunmak üzere Küfe`ye gönderdi. Müslim bir mektup yazarak Küfelilerin Hz. Hüseyin`e biat edeceklerini hatta on beş yirmi bin kişinin biatini onun adına kabul ettiğini bildirdi. Fakat Yezid bu faaliyetleri öğrenince Müslim`i öldürttü. Halk korkudan biatlerini geri aldı. Hz. Hüseyin bu arada geçen hadiselerden haberdar olamadı.
Küfelilerin ihanetini yarı yolda öğrenen Hz. Huseyn için dönüş yolu da kalmamıştı. Ve bir avuç yareniyle tarihe geçen direnişi tüm müslümanlara kıyam dersi, Huseyni yiğitlik ise cennet gençlerine Kerbela`da mektep olmuştu.
Nihayet Peygamber evinde başlayan ilk nefesler 10 Muharrem 61`de, Miladi 10 Ekim 680`de tükenmişti.
Hz. Hüseyin efendimizin şehid edildiği gün Ümmü Seleme (r.anha) annemize verilen kızıl toprak kan haline gelmişti. Annemiz onu kan şeklinde görünce: “Eyvah Hüseyin`im!.. Eyvah Resulullah`ın reyhanı!..” diyerek ağlamaya başladı ve etrafa haber verdi. Bu acı haberi duyan başta Medine halkı, tüm müslümanlar feryatlara boğuldu.
Hz. Hüseyin efendimizin soyu Ali Zeynelabidin vasıtasıyla devam etmiş, Onun neslinden gelenler “Seyyid” unvanıyla anılmıştır.
«Allah`ım! Ben, Hasan ve Huseyni, seviyorum. Sen de sev bunları!»
«Hasan ve Hüseyin ki, onlar benim, dünyada kokladığım iki Reyhanımdır!»
«Hasan ve Hüseyin´i seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da, bana kin (tutmuş olur!»
«Hasan ve Hüseyin, Cennetlik gençlerin iki Seyyididir!» buyurmuştur
(2)
11 Ocak 1859: 1898-1905 arasında Hindistan Genel Valiliği ve 1919-1924 arasında Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığı yapan, görevde bulunduğu sürelerde Birleşik Krallık dış politikasında belirleyici bir rol oynayan politikacı Lord Curzon doğdu.
Hepimiz Lord George CURZON`u İngiltere Meclisinde elindeki Kur`an`ı kaldırarak “Gerçek şu ki; Bu kitap, doğu ülkelerinde var oldukça, bizim oralarda tutunmamız imkânsızdır” sözlerinin sahibi olarak tanıyor, biliyoruz..
Bu sözleri, Onun Kur`an`ı iyice tanıdığını gösteriyor. Yine Said Nursi`nin Van`da bu sözleri gazeteden okuyunca beyninden vurulmuşa dönüp “Kur`an`ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu” ispat etmeye oracıkta ahd ettiğini ve bu ahdin Risale-i Nur`lara tohum olduğu da duymuşuzdur..
İngiliz Kibrinin ve tarihe geçmiş İngiliz hilelerinin tipik bir örneği olan Lord George CURZON, 1859`da doğdu. Curzon, 1878 yılında Oxford'a girdi. 1883 yılında da öğretim üyesi oldu. Üst makamlarda bulunan kişilerle yakın ilişki kurmadaki başarısı sayesinde, kısa zamanda önemli bir çevre edindi. 1885 yılında Muhafazakâr Parti'den milletvekili seçildi. 1891-1892 yıllarında Hindistan bakanlığı müsteşarlığı, 1895-1898 yıllarında dışişleri bakan yardımcılığı ve 1898-1905 yılları arasında Hindistan Genel Valiliğinde bulundu. Asya üzerindeki siyasi tecrübeleri Hindistan Genel Valiliğine atanmasını sağlamıştı. O dönemlerde sömürgeci ülkeler, işgal ettikleri bir ülkeyi vali göndererek yönetirdi. Örneğin Libya işgal edilince Libya Genel Valisi, Irak işgal edilince Irak Genel Valisi şeklinde koskoca bir ülke vali düzeyinde idare edilirdi. “Lord Curzon da Hindistan Valiliğine atandı” derken bunu atlamamak lazım. Hele ki o dönemde Hindistan`ın, Hindistan, Pakistan ve Bangladeş olarak 3 ayrı devlete bölünmemiş olduğunu da düşünürsek Lord Curzon için bu, önemli bir yetkiydi. Genel Valiliği döneminde İngiltere'nin yalnız Hindistan'daki çıkarlarını değil, İran, Afganistan ve Tibet'teki çıkarlarını da korudu. Basra Körfezi'nde İngiltere'nin etkinliğini artırdı.
Tarihçilerin belirttiğine göre, Birinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Ortadoğu'nun yeniden şekillenmesinde ve İngiltere'nin menfaatleri doğrultusunda, devlet ve milletlere şekil verilmesinde önemli rol oynayanlardan biri olmuştur.
Curzon`un Hindistan görevi için; “Görevine başladıktan sonra, yerli halka kötü davranan İngilizlerin cezalandırılmasını istedi…” denilmiştir. Bu, onun şahsında İngilizlerin sömürgelerine uyguladıkları insanlık dışı uygulamaları gözden kaçırmaktan başka bir şey değildir. Nitekim İngilizler işgal edip sömürdükleri toprakları baskı, cinayet ve her türlü mezalimle ellerinde tutuyorlardı. Hakkında “Yerli halka kötü davrananların cezalandırılmasını istiyordu” denen aynı Curzon, Hindistan Ordusu Başkomutanlığına atadığı Lord Kitchener'in tüm zulümlerine ve cinayetlerine göz yumdu. Bu şahsın acımasız olduğu yöndeki uyarılara kulak tıkadı. Çünkü Lord Kitchener ünlü ve adından çokça bahsedilen bir kişiydi. Curzon da böyle birisini yanında bulundurmanın kendisine şöhret kazandıracağına inanıyordu.
I. Dünya Savaşı sırasında oluşturulan “Savaş Kabinesinde” yer aldı. 1919 yılında Dışişleri Bakanlığına atandı. Bu bakanlığı sırasında savaş sonrası siyasi oluşumlar ve siyasi faaliyetler içinde aktif rol aldı.
Onun İngiltere “Savaş Kabinesinde” olmasını ve Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin tüm Ortadoğu`yu ve bugün Türkiye sınırları içinde bulunan birçok şehri işgal ettiği gerçeğini beraberce düşünürsek Müslüman millete reva görülenlerde onun nasıl da payı olduğunu tahmin edebiliriz. Biz biliyoruz ki, fiiller varsa failleri de vardır. Tarih sayfalarında okuduğumuz zulümlerin mimarlarını da göz ardı etmemek gerek. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin payına düşen korkunç uygulamaların mimarlarından biri de Lord Curzon`dur. Onun gibileri tanıyacak olursak onların yerini alan ve bugün müslümanlar üzerinde hesap yapanları da tanımış olacağız.
Lord Curzon,1922'de Andrew Bonar Law başbakan seçilince onun kabinesinde Dışişleri bakanı olarak daha serbest hareket edebilme imkânı buldu. 1922-1923 Lozan görüşmelerinde İngiliz heyetine başkanlık etti.
Kadir Mısıroğlu “Lozan Zafer mi, Hezimet mi” adlı eserinde şöyle der; “Curzon, müzakerelerde anlaşma olmaması durumunda savaş açma tehdidinde bulundu. Görüşmelerin sona erdirileceği ve üç büyük devletin savaş açacaklarına dair bir şayia yaymaları üzerine Türk heyetinin başkanlığını yapan İsmet İnönü'nün, barış anlaşması yapmayacakları düşüncesine kapılıp endişelendiği görüldü”
Kurnazlığa çalışan kafasıyla İnönü`yü bu şekilde panikletmeyi ve korkutmayı başaran Curzon, Büyük Doğu dergisinin 29. Sayısında belirtildiğine göre “Türkiye'nin, İslamı temsil rolünden vazgeçip İslamla alakasını kestiği takdirde kendileriyle gaye birliği etmiş olacağını, Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanacağını ve kendilerinin de onlara istediklerini vereceklerini” söylediği belirtilmektedir.
Yine Kadir Mısıroğlu “Lozan Zafer mi, Hezimet mi” adlı eserinde; “İnönü'nün, Türkiye'nin İslamla tüm bağlarını koparma hususunda teminat verdiğini, bu konudaki taahhüdün gizli görüşmeler sırasında verildiğini, İsmet İnönü'nün gizli görüşmelerle ilgili olarak heyetin diğer üyelerine hiç bilgi vermediğini, bu konuda sadece Atatürk`e bilgi verip görüştüğünü ve bunun da rahatsızlıklara sebep olduğunu, Türk heyetinin önemli isimlerinden Rıza Nur`un bu konu ile ilgili olarak duyduğu rahatsızlığı” dile getirmiştir.
Lozan Kahramanı olarak anlatıla gelen İsmet İnönü`ye yapılan tek blöf, “Dediklerimizi yapmazsanız size savaş açacağız” şeklinde değildir. Batılı kaynaklarda dahi geçen şu sözler yine Curzon tarafından Lozan görüşmeleri sırasında İnönü`ye söylenmiştir; “…Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün Dünyada bir bende var, bir de yanımdaki ABD temsilcisinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimizdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı? Para kimsede yok, ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden para alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz."
Lozan Anlaşmasında yeni rejimin tanınması karşılığında Batılıların aldığı tavizlerden biri az önce de vurguladığımız gibi Türkiye`nin İslamla bağlarını koparması olmuştur. “Size özgürlüğünüzü verelim ama karşılığında siz de İslam`dan vazgeçin” şartında ısrar eden, bunu tehdit ve şantajlarla kabul ettiren kişi “Kur`an müslümanların elinde oldukça onlara hâkim olamayız” sözlerinin sahibidir. Yani Lord Curzon`dur.
"Lozan Anlaşması" hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş belgesidir. Ancak bir büyük imparatorluğun yani Osmanlı`nın tasfiyesinin tescil edildiği bir belge olduğunu da unutmamalıyız. Zira aynı zamanda İslam da tasfiye edilmiş ve ardı ardına gelen inkilablarlarla (burada inkılab denmeyecek inkilab “i” ile okunacak.) Batının Lozan`da Curzon`un diliyle istediği şekillenme gerçekleşmiştir.
Büyük Doğu Dergisinde yayımlanan “Lozan`ın İçyüzü” adlı makalede Curzon hakkında yine şu bilgi geçer; “Lord Curzon, Lozan Antlaşmasının imzalanması ve Türklere özgürlüklerinin verilmesinin eleştirilmesi üzerine, İngiltere Avam Kamarasında yaptığı konuşmada, ‘İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz…”
Curzon`un ömrünün sonuna kadar ihtirasları bitmedi. Başbakan olmayı çok arzuladığı halde bu amacına ulaşamadı. Son yıllarına kadar da köşesine çekilmedi. 1925 yılında geçirdiği bir ameliyattan kısa süre sonra Londra'da öldü.
(3)
11 Ocak 1946: Enver Hoca Arnavutluk'ta Halk Cumhuriyeti ilan etti. Kral Zogo tahtan indirildi
1908'de günümüzde Arnavutluk sınırları içinde kalan Osmanlı İmparatorluğu'nun Ergir kentinde doğan Enver Hoca, 1930'da üniversite öğrenimi için gittiği Fransa'da Fransız Komünist Partisi'nin yayın organı Humanité'de yazmaya başladı. 1936 yılında döndüğü ülkesinde bir süre Fransızca öğretmenliği yaptı. Nisan 1939'da İtalya'nın Arnavutluk'u işgalinden sonra öğretmenlikten çıkarıldı. Bunun üzerine Tiran'a döndü ve açtığı tütüncü dükkânı kısa sürede, İtalyanlara karşı direniş hazırlıkları yapan komünist militanların toplantı yerine dönüştü.
Ülkede var olan çeşitli komünist gruplar 8 Kasım 1941'de Arnavutluk Emek Partisi'ni kurdular. Mart 1943'de yapılan ilk parti kongresinde Enver Hoca partinin Genel Sekreterlik görevine getirildi. Ulusal Kurtuluş Konseyi adına seçilen yürütme organının yöneticiliğini de yapan Enver Hoca, 11 Ocak 1946 yılında kurulan Arnavutluk Halk Cumhuriyeti'nin başkanlığına getirildi. Enver Hoca yönetimindeki Arnavutluk, Stalin döneminde SSCB ile iyi ilişkiler içinde ve dışa açıktı. Ancak Kruşçev döneminden itibaren Enver Hoca'nın 1960'ta Sovyet yöneticileriyle arası açıldı. Mayıs 1970'te, Mareşal Tito rejimiyle yakınlaşmanın yollarını aradı. Çin Halk Cumhuriyeti ile yakın ilişkiler kurdu; Çin'den "kültür devrimi" düşüncesini alarak 1966'dan itibaren Arnavutluk'ta uygulamaya girişti. 1978'de Çin Komünist Partisi'nin Mao'nun "üç dünya teorisini reddetmesi üzerine, Çin Halk Cumhuriyeti yöneticileriyle de çelişkiye düştü, "üç dünya teorisinin ve Stalin'in görüşlerinin savunucusu olarak tanındı.
Arnavutluk Emek Partisi'nin 8. Kongresi'nde yeniden parti merkez komitesi genel sekreterliğine seçilerek, dünyanın en kıdemli komünist parti yöneticisi oldu.
17 Aralık 1981 gecesi, Arnavutluk Başbakanı Mehmet Şehu, intihar etti. Bu olayı izleyen aylarda, Enver Hoca, devlet görevlerinde tasfiyeler yaptı. 1982 yazına kadar Şehu'nun intiharı üzerine bir açıklama yapılmadı. Daha sonra Enver Hoca, Şehu'nun bir darbe planladığını ve bunun ortaya çıkarılması üzerine intihar ettiğini açıkladı. 1982 Kasım ayında da, Mehmet Şehu'nun uzun yıllardan beri CİA ajanı olduğu iddia edildi.
Ülkesini 41 yıl aralıksız yöneten Enver Hoca, takipçisi olduğu Stalin gibi gaddar ve merhametsizdir. Nitekim Arnavut Müslümanlardan bazıları onun bütün dinlerin düşmanı olduğunu, okullarda erkek çocukları sünnet kontrolüne tutturduğunu, sünnetli erkek çocukların ebeveynlerini cezalandırdığını söylemişlerdir. Diğer Sosyalist ülkelerle kıyaslanınca, Arnavutlukta ki ibadethaneleri kapatarak koca bir nüfusu ateist yapma yolunda başarılı olan liderlerdendir. Nitekim ülkedeki bütün camileri ve kiliseleri kapatıp kültür sanat gençlik merkezi ve spor salonları haline getirmiştir.
Enver Hoca 11 Nisan 1985'te geçirdiği bir kalp krizi sonucu Arnavutluğun başkenti Tiran`da öldü.
(4)
11 Ocak 1972: Doğu Pakistan Bangladeş oldu.
Bangladeş`in kuruluş yıldönümü vesilesiyle bu Müslüman ülkeyi biraz tanıyalım:
Resmi adı: Bangladeş Halk Cumhuriyeti
Başkenti: Dakka
Nüfusu: 1993 tahminlerine göre 115 milyon 100 bin
Etnik yapı: Bangladeş'te nüfusun % 95'ini Bengaliler de denen Bangladeşliler oluşturmaktadır. Diğer etnik unsurların başta gelenleri şunlardır: Çakmalar: % 1, Urduca konuşanlar: % 1, Ayrıca Marmalar, Garolar, Hasiler ve Tripuriler de vardır. Bunlar genellikle Hindistan ve Uzakdoğu kökenlidirler ve çoğu Müslüman değildir. Bengaller bütün Güney Asya ülkelerine yayılmış kalabalık bir etnik unsurdur. Bangladeş de Bengal Yurdu anlamına gelmektedir. Sankristçeye yakın olan Bengalce, Hint - Avrupa dil grubuna girmektedir. Bengalce'nin yazısı Sanskritçe yazısından biraz farklıdır. Bengallerin % 86'sı Müslümandır.
Resmi dili Bengalce, Resmi dini İslâm'dır. Halkın % 86,5`i Müslümandır. Müslümanların büyük bir çoğunluğu sünnidir. Müslümanlardan sonra en kalabalık kitle nüfusun % 12,2`sini oluşturan Hindulardır. % 0.6 oranında da Budist vardır. Ayrıca çoğunluğu Katolik olan % 0,4 oranında Hıristiyan mevcuttur. Hıristiyanların çoğu Bangladeş'e misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak için geldiğinden sistemli bir çalışma yürütmektedirler. Bu yüzden sayılarının azlığına rağmen ülkede varlıklarını ciddi bir şekilde hissettirmektedirler. Bangladeş'te çok az sayıda animistler yani tabiata tapanlar de mevcuttur.
Güney Asya ülkelerinden olan Bangladeş, batı, kuzey ve doğudan Hindistan'la, güneydoğudan Burmayla, güneyden de Bengal körfeziyle çevrilidir.
Bugünkü Bangladeş topraklarına İslâm, Türk kumandanı Muhammed Bahtiyar Halaci'nin 1203'te Bengal'i ele geçirmesiyle girdi. 1203 - 1340 yılları arasında Bengal yönetimi Delhi Sultanlığı'na bağlı kalmıştır. 1340'ta bağımsız sultanlık olan Bengal, 1576'da Babürlüler tarafından işgal edildi. Bundan sonra 1757'ye kadar Bâbürlülerin hâkimiyetinde kaldı. Bu tarihte Bengal sultanı Sirâcuddevle'nin İngilizlere yenilmesi İngilizlerin ülkede sistematik bir baskı uygulaması başlatmalarına imkân sağladı. Bu durum Müslümanların ülke yönetimindeki etkinliklerinin zayıflaması sonucunu doğurdu. İngilizler 1836'da resmi dili de değiştirerek İngilizce'yi resmi dil yaptılar. Müslümanların zaman zaman İngiliz işgalcilere başkaldırmaları İngilizlerin baskı uygulamalarını daha da şiddetlendirmelerine yol açtı. Bu dönemde İngilizler sadece bugünkü Bangladeş topraklarını değil bütün Hint yarımadasını ellerinde tutuyorlardı. İngilizler Hindistan yarımadasında yaşayan Müslümanlar üzerindeki hâkimiyetlerini devam ettirebilmek için her yola başvuruyorlardı. Bu amaçla Müslümanlar arasında daha önce çıkmış ihtilafları ve Hindu - Müslüman ihtilaflarını sonuna kadar kullanıyorlardı. 1885'te İngiliz himayesinde kurulan Hindistan Milli Kongresi daha çok Hindu liderlerin istekleri doğrultusunda hareket etmeye başladı. Bu durumu aleyhlerine gören Müslümanlar da 1906'da Tüm Hindistan Müslümanları Birliği adlı bir örgüt kurdular. Bu örgüt ilk toplantısını bugünkü Bangladeş'in başkenti olan Dakka'da yaptı.
1947'de Hindistan'dan bağımsız Pakistan devletinin kuruluşu ilan edildi. Bangladeş de, Doğu Pakistan adıyla bu devlete bağlandı. Hindistan'ın elinde kalan topraklar bu iki Pakistan'ı birbirinden ayırıyor ve bağlantıyı kesiyordu. Ayrıca Doğu Pakistan'ın elinde kalan toprakların İngiliz işgalcilerin özellikle ihmal ettiği topraklar olması zaman içinde çeşitli problemlere yol açtı. Devletin resmi dili konusunda da bir anlaşmazlık çıktı. Çünkü Doğu Pakistan halkı çoğunlukla Bengalce, Batı Pakistan halkı ise Urduca konuşuyordu. Bu ve benzeri problemler 1971'de iki Pakistan'ı bir iç savaşa götürdü. Savaşa, çok sayıda Hindu`nun kendi topraklarına geçmesini bahane eden Hindistan da müdahale etti. Hindistan, ayrılmanın gerçekleşmesi ve Pakistan'ın zor durumda kalması için savaşta Bangladeş'in yanında yer aldı. Hatta bazı Hinduların ülkesine sığınmasını bahane ederek doğrudan müdahalede bulundu ve Bangladeş tarafına askeri yardım yaptı. Ancak daha önce Hindistan'dan ayrılarak bağımsız olması sebebiyle Pakistan'a karşı izlediği düşmanca politikayı ayrılma sonrasında aynen Bangladeş'e karşı da izlemeye başladı. Hindistan bu düşmanca tavrını çeşitli şekillerde açığa vurmaktan da çekinmedi. Hindistan müdahalesi Pakistan yönetimini zor durumda bıraktı. Dolayısıyla Pakistan kuvvetleri daha fazla direnemedi ve 16 Kasım 1971'de Doğu Pakistan'ı kendi haline bıraktı. Bu tarihten sonra iki Pakistan arasındaki savaşa müdahale etmiş olan Hindistan kuvvetleri Batı Pakistan'dan ayrılan Bangladeş'i Mart 1973'e kadar işgal altında tuttular. Hindistan işgal kuvvetlerinin çekilmesinden sonra yeni kurulan Bangladeş'in cumhurbaşkanlığına Muciburrahman getirildi.
Muciburrahman, Pakistan'ın İslâmi kimliğinin aksine Bangladeş'te sosyalist ve laik bir yönetim kurdu. Bunun yanı sıra Hindistan, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleriyle dostluk anlaşmaları imzaladı. Muciburrahman'ın ülkede tam bir diktatörlük kurmaya çalışması üzerine 20 Ocak 1975'te ona karşı bir darbe gerçekleştirildi ve öldürüldü. Yerine darbe lideri General Saim geçti. Ancak onun gelmesiyle bir karışıklık daha ortaya çıktı. 21 Nisan 1977'de Muciburrahman taraftarlarının yeniden ülke yönetimini ele geçirmek için giriştikleri harekete karşı durmak üzere halk desteğini arkasına alan Ziyaurrahman yönetimi ele aldı. Ancak Ziyaurrahman da eski sosyalist rejimi bazı küçük rötuşlarla ve Bengal milliyetçiliğinin yerine Bangladeş milliyetçiliğini koymak suretiyle devam ettirdi. Ziyaurrahman'ın 31 Mayıs 1981'de bir subay tarafından öldürülmesi ülkede kargaşaya yol açtı. Bu cinayetten altı ay sonra gerçekleştirilen seçimlerde Ziyaurrahman'ın yardımcısı Abdussettar cumhurbaşkanlığına seçildi.
Abdussettar dönemi genelkurmay başkanı General Hüseyin Muhammed Erşad'ın 24 Mart 1982'de gerçekleştirdiği darbeyle sona erdi.
Bangladeş denince aklımıza özellikle iki şey gelir.
Birincisi; Myanmar yani Burma`daki zalim Budist yönetiminin katliamlarından kaçan ve Bangladeş`teki mülteci kamplarında çok zor şartlarda yaşamaya çalışan Burmalı Müslümanlar.
İkincisi; Bangladeş`teki büyük sel felaketleridir. Herkes bu sel felaketlerini doğal olaylara bağlarken felaketlerin asıl kaynağı Hindistan`dır. Müslüman Dış Politika uzmanları Hindistan için “Asya`nın İsraili” benzetmesini yapar. İşte dediğimiz gibi Bangladeş'te son yıllarda meydana gelen su baskınlarında maddi ve beşeri zararın yüksek olmasının sebebi de Hindistan'dır. Çünkü Hindistan, Ganj nehri üzerine Farikka barajı adlı bir baraj inşa etti. Bu yüzden nehrin sularının yarısının bir başka kanala aktarılması, Bangladeş içinde kalan havzasının üst kısımlarında kuraklığa sebep oldu ve bu bölgedeki bitkilerin ve ağaçların çoğu kurudu. Hatta nehir havzasındaki kuraklaşma üst bölgeleri de etkiledi ve kuraklaşma geniş bir alanı kapsadı. Eskiden şiddetli yağmur yağdığında kuzey bölgedeki ağaçlar ve bitkiler suların önemli bir kısmını emiyor, böylece büyük bir sel felaketinin meydana gelmesini önlüyordu. Ama şimdi bu bölgede toprak kuruyup, adeta kil yığını haline geldiğinden yağmur sularını emmeksizin ırmağa gönderiyor, ırmak yatağında ağaç ve bitki bulunmadığından toplanan sular olduğu gibi aşağı havzaya gidiyor. O bölgede de nehrin yatağı suları kaldırmıyor ve hep etrafa taşıyor. Bu da büyük felakete yol açıyor. Ayrıca yağmurlu dönemlerde Farikka barajında su çok biriktiğinden Hindistan baraj kapaklarını açıyor, bu da felaketin daha çok büyümesine sebep oluyor. Bangladeş yoksul olduğundan, Ganj ırmağının yatağı boyunca sel baskınlarını önleyecek derecede güçlü bir set de yapamıyor. Farikka barajı, inşa kararının verildiği tarihten buyana Bangladeş'le Hindistan arasında ciddi bir sorundur. Ama Hindistan çağdaş emperyalizm tarafından korunduğundan, Bangladeş ise çağdaş dünyanın ezilmişleri arasında yer aldığından sözünü kimseye anlatamıyor, hakkını alamıyor. Sınır aşan ırmaklar anlaşmaları burada işletilmiyor.
Bangladeş'teki İslâmi cemaatlerin başta geleni Pakistan'daki Cemaati İslâmi'nin bir kolu olan Cemaati İslâmi'dir. Bu cemaat Bangladeş'in Pakistan'dan ayrılması için 1951'de çıkarılan savaşta birliği destekleyerek Pakistan'ın yanında yer aldı. Zira Doğu Pakistan`ın Pakistan`dan ayrılıp müstakil bir devlet olması Hinduların ve Batılıların bir projesiydi. Cemaati İslami ise Doğu Pakistan`ın Pakistan ayrılmaması gerektiğini savunup birlik olmayı savundu. Bu yüzden 1972`de ayrılmadan sonra Bangladeş cumhurbaşkanlığına getirilen Muciburrahman, Cemaati İslâmi'nin bütün faaliyetlerini yasakladı ve bu yasak 1980'e kadar devam etti. Ancak bu cemaat bugün bütün ülkeye yayılmış durumdadır. Bütün illerde ve ilçelerde şubeleri var. Ayrıca öğrenci dernekleri, meslek kuruluşları, yardım kuruluşları, davet grupları vasıtasıyla bütün ülke genelinde sesini duyuruyor. Kitaplar ve periyodik yayınlar yayınlıyor. Konferanslar, sempozyumlar, açıkoturumlar düzenliyor. Değişik zamanlarda yaşayan tabii felaketlerde de sistemli yardım çalışmaları yürüttü ve felaketlerden zarar görenlerin çoğuna yardımlarını ulaştırdı. Siyasi faaliyetlere de girerek en son genel seçimlerde üyelerinden bazılarını. Hükümet ve parlamentoda üyesi olan solcu ve kavmiyetçi partiler Cemaati İslâmi'nin çalışmalarının engellenmesi için kanun çıkarma girişiminde bulundular. Ancak cemaatin toplumdaki gücü ve arkasındaki kitle desteği onların bu amaçlarını gerçekleştirmelerine engel teşkil etti. Bununla birlikte hükümet cemaatin çalışmalarını değişik yollarla engellemeye çalışıyor. Ayrıca solcu militanların zaman zaman cemaat üyelerine ve kuruluşlarına yönelik saldırıları oluyor. Bangladeş'te Tebliğ cemaatinin de çalışmaları var. Ancak bu cemaat siyasi faaliyetlere girmiyor. Bangladeş'te tasavvufi tarikatlar de yaygındır.