• DOLAR 34.698
  • EURO 36.757
  • ALTIN 2961.872
  • ...
TRT Bazı Kelimelere Yasak Getirdi
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

 


doğruhaber / tarihte bugün / 10 Ocak

GÜNÜN AYETİ
“Ey Resulüm! Kullarım sana Benden sorarlarsa, şüphesiz Ben (onlara) çok yakınımdır. Bana dua edenin duasını kabul ederim…” (Bakara suresi 186. ayetin meali)

GÜNÜN HADİSİ
“Allah nezdinde duadan daha şerefli hiçbir ibadet yoktur.” (Tirmizi, İbni Mace)

GÜNÜN SÖZÜ
“Bela dua ile uzaklaşır.” (İmam Ali)

TARİHTE BUGÜN

1861: Amerikan İç Savaşı: Florida Devletlerden ayrıldı.

1863: Dünyanın ilk metrosu olan Londra metrosunun Metropolitan adı verilen ilk hattı açıldı.
Burada hatıra şöyle bir şey geliyor: Muasır Medeniyetlerin seviyesine çıkma adı ve kılıfı altında Batının hep çıplaklığı, ahlaksızlığı alındı. Hani kurtuluşu, Batıyı taklitte gören idareciler nedense Batının teknolojisini taşımada iddia ettikleri gibi hızlı davranmadılar. Sarığı çıkarıp şapkayı, tekkeyi kapatıp meyhaneyi ihsas etmede şimşek hızıyla davrananlar, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri almada kaplumbağaya yenildiler.

1919: Türk birlikleri Medine'yi teslim etti. (1)

1919: İngilizler Bağdat'ı işgal etti.

1920: Milletler Cemiyeti kuruldu. ABD, Cemiyete katılmadı. (2)

1921: Albay İsmet Bey komutasındaki Türk ordusu, Yunan ordusu ile İnönü'de karşı karşıya geldi. Yunan ordusu yenildi. Zaferin ardından, Albay İsmet, 1 Mart 1921 'de generalliğe terfi ettirildi. Savaşı Türk tarafının kazanması üzerine TBMM Hükümetinin uluslararası itibarı yükseldi.

1926: Heyet-i Fesadiye davası sonuçlandı. Aslında üç ayrı dava söz konusuydu. Çerkez Ethem 'in Kuvayı Seyyaresi 'nin Bolşevik Taburu Komutanı İsmail Hakkı Bey, boşandığı eşini öldürten Miralay Osman ve Kürt isyanıyla birlikte Ankara muhitinde bir isyan hareketine giriştiği gerekçesiyle Kırşehir Milletvekili Rıza Bey idama mahkûm oldu. (3)

1945: Anayasa dilinde yeni Türkçe kelimelerin kullanılması kabul edildi.

1945: Teşri-i evvel, Teşri-i sani, Kânunuevvel ve Kânunusani aylarının adları, Ekim, Kasım, Aralık ve Ocak olarak değiştirildi.

1946: Birleşmiş Milletlerin ilk genel kurulu Londra'da toplandı. Bu kurulda 51 ülke temsil edildi. (4)

1947: Demokrat Parti 1. Kongresi'nde "Hürriyet Misakı" kabul edildi. Raporda Anayasa'ya aykırı yasaların kaldırılması, Anayasa'nın tam olarak uygulanması, yeni seçim yasası hazırlanması ve cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığının birbirinden ayrılması isteniyordu.

1979: İran şah`ı Muhammed Rıza pehlevi ülkesini terk ederek ailesiyle Mısır`ın Assuan kentine gitti.

1984: Kürtaj yasal hale geldi.
Bugün Firavunun İsrailoğullarının çocuklarını öldürttüğünü veya Müşriklerin Resulullah`dan (sav) önce kız çocuklarını diri diri gömdüklerini okuduğumuzda aklımızın almadığı, “Nasıl yapılır bu?” dediğimiz gibi gelecekte de insanlar, Kürtaj Cinayetiyle çocukların daha doğmadan katledilmelerine hayret edecekler. Bununla beraber bizim Cahiliyye Düzeninin kız çocuklarının diri diri gömülmelerini meşru hale getirmesini kanıksayamadığımız gibi gelecekteki insanlar da halihazırdaki dünya düzeninin Kürtaj Cinayetini meşru kabul etmesine namla veremeyeceklerdir.

1984: Amerika Birleşik Devletleri ve Vatikan arasında 100 yılı aşkın bir aradan sonra diplomatik ilişkiler yeniden başladı.

1985: TRT, "anı, devrim, özgürlük" gibi bazı kelimelerin kullanımına yasak getirdi.

1987: Adana`da Cumhurbaşkanı Evren'in de katıldığı Rektörler düzeyindeki toplantıda, türbanın başörtünün kesinlikle yasaklanmasına dair karar alındı.

İnsani temel haklardan biri inançlardır. Kişilerin inançları doğrultusunda hareket etmelerine engel olmak, onları oksijenden, sudan, yemekten alıkoymak kadar zalimane bir davranıştır. “Benim istediğim gibi giyineceksin” anlamına gelen Başörtüsü yasağı Müslüman bayanlar için oksijenden alıkoymak kadar hayati bir durum ve haktır. Ancak acımasızca dayatılan ve uzun yıllar devam bu yasakta getirilen temel mantık “Böyle örtünenler irticacıdır. Bunlara izin verirsek irticayı empoze edeceklerdir.”
Şimdi buna karşı başörtülüler de aynı mantıkla cevap verseler ve “Ortalıkta açık seçik hatta çok müstehcen bir şekilde giyinip daha doğrusu açılıp sokaklara dağılan bayanların amacı toplumu fuhşa sevk etmek, topluma çıplaklığı mı empoze etmektir” deseler bu reva mıdır? Ama bunu başörtüyü yasaklayan zihniyet söylemektedir. Zira Başörtülüye “Sen topluma irticayı empoze ediyorsun” demek başı açık olanları da çıplaklığı empoze etmekle itham altında bırakmaktır.

1995: TBMM televizyonu kuruldu ve oturumlar canlı olarak TRT-3'ten yayımlanmaya başladı.

1996: Cumhurbaşkanı Demirel, Hükümeti kurma görevini RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan`a verdi.

1998: Anayasa Mahkemesi, Refah Partisi'nin kapatılmasına karar verdi.

2006: İran'ın nükleer programı uluslararası krize yol açtı. Tahran atom bombası sahibi olmak istediği iddialarını reddederken, nükleer programının sivil olduğunu ve programını geliştirmeye devam edeceğini açıkladı. 25 Ocak'ta Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya ile ABD, İran'a ekonomik ve ticari yaptırımları kabul ettirmeye çalıştı, ama tasarı başlangıç aşamasında Rusya tarafından reddedildi.

10 OCAK / MERCEK

(1)
10 Ocak 1919: Türk birlikleri Medine'yi teslim etti.

Medine
İlk İslâm devletinin kurulduğu ve yeryüzünde ibadet kasdıyla yolculuk yapılabilecek üç mescidden birinin barındıran Mescid-i Nebi`nin bulunduğu Arabistan'ın Hicaz bölgesinde yer alan şehir.

Şehrin eski adı Yesrib olup Hicretten sonra Resulullah (s.a.s) bu adı değiştirerek buraya Medine demiştir. Medine'nin kelime anlamı "şehir"dir.

Bu şehrin asıl adı Medine olmakla birlikte, yine İslâmî devirde ortaya çıkmış, diğer bir takım isimleri de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Tâbe, Tayyibe, Daru'l-İman, Daru's-Sünne, Azra, Cabire, Mecbûre, Muhabbe, Mahbûbe, Kasime, Kasametul-Cabire, Yendede…

Medine, Mekke'den yaklaşık olarak dört yüz km. kuzeyde, Kızıldeniz`den de yaklaşık iki yüz km. içerdedir.

Eski devirlerde Amalikalılar ve Curhumlular'dan bir grup buraya gelip yerleşmiş ve bedevîlerin aksine evler inşa ederek yerleşik ve tarıma bağlı bir yaşam sürmeye başlamışlardı. Bedevîler, bu durumlarından dolayı onları, "Nabatîler" adını takarak küçümsüyorlardı. Tarıma elverişli Medine ovasında yerleşen bu kimselerin çoğalmaları sonucu evler sıklaşmış ve burası küçük bir şehir halini almıştı.

Daha sonra varlıklarını İslâmî döneme kadar sürdürecek olan Yahudilerin buraya gelip şehir halkından izin alarak şehrin dış taraflarına yerleştikleri görülmektedir. Yahudilerin Medine`ye ne zaman gelip yerleştikleri kesin olarak bilinmemektedir.
Medine'ye sığıntı olarak gelen Yahudiler, bir zaman sonra güçlenerek, Curhumîler ve Amalikalılar'ı buradan çıkartıp şehre hakim oldular. İlk önceleri, Kaynukaoğulları Yahudileri lider konumda iken, daha sonraları Kurayza ve Nadiroğulları şehrin yönetimini ele geçirdiler. Yahudiler, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı bir takım kaleler de inşa etmişlerdi.

Ancak daha sonraları, Yemenli iki kardeş kabile Evs ve Hazrec'lilerin buraya gelip yerleşmeleri Medine tarihinde yeni bir safha açmıştı. Rivayetlere göre, Ma'rib seddinin sel sularıyla yıkılmasından sonra, kuzeye doğru yapılan göçlerden birinde Evs ve Hazrec, münbit arazilerle çevrili Medine'ye yerleşmek istemişlerdi. Şehre hakim olan Yahudiler, onlara dış mahallelerde yerleşme izni vermişlerdi. Evs ve Hazrec Yemenli Harise b. Sa'lebe'nin oğulları olup, anneleri Kayle'ye nisbetle onlara Kayleoğulları da denilmekteydi. Zamanla güçlenen Evs ve Hazrec kabileleri Yahudilerin hâkimiyetine son vererek şehrin idaresini ele geçirdiler. Bu tarihten sonra Yahudiler, kendilerine oturma izni verilen Medine'nin dış mahallelerinde varlıklarını devam ettirebildiler.

Evs ve Hazrecliler iki kardeş kabile olmakla birlikte, Resulullah (s.a.s)'ın hicretine kadar devam eden büyük bir çatışma içerisinde idiler. Yahudi kabilelerin kimisi Evs ile kimisi de Hazrec ile ittifak kurmuş ve bu çatışmayı kızıştırarak uzun müddet sürmesine sebep olmuşlardı.

Bu savaşlar, Evs ve Hazrec'in gücünü tüketirken, Yahudilerin iktisadi bakımdan güçlenerek, Medine ekonomisine hakim olmalarına sebep oldu. Medine'de bulunan Yahudiler, dinleri hariç tamamen Araplaşmışlardı. Onların kabile taksimatından, şahıs adlarına dek her şeyleri Araplarla aynıydı. Bu durum bazı müsteşriklerin, onların Arap asıllı olup Yahudiliği sonradan kabul etmiş kimseler olduğu fikrini ileri sürmelerine sebep olmuştur ki, bu doğru değildir. Zira Kur'an-ı Kerim'de onlara İsrailoğulları diye hitap edilmektedir.

Evs ve Hazreç arasındaki savaş Resulullah`ın (sav) Medine`ye Hicretiyle son buldu. Hicretle birlikte Medine'de ilk yapılan şey, bir İslâm devleti kurularak, müslim-gayrimüslim herkesin haklarını ve görevlerini tesbit eden bir anayasanın hazırlanması olmuştur. Kurulan bu devletin tabii başkanı Resulullah (s.a.s) olup, bütün işler onun emir ve talimatları doğrultusunda yürütülüyordu. Resulullah (s.a.s), toplumun teşkilatlandırılması ve buraya hicret eden muhacirlerin problemlerinin çözümlenmesi ile uğraşırken diğer taraftan kurulan yeni devleti tehdid eden müşrik güçlere karşı korunabilmesi için tedbirler alıyordu.

Medine Resulullah (s.a.s)'den sonra, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'ın hilafetlerinde İslâm devletinin merkezi olma hüviyetini korumuştur. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına kadar müslümanların fitneden uzak bir hayat yaşadıkları Medine, Hz. Osman (r.a)'ın şehid edilmesiyle çalkantılı günler yaşadı. Hz. Ali (r.a)'ın halife seçilmesiyle İslâm devletinin başkenti Kûfe'ye nakledilmişti. Siyasî çekişmelerden uzak kalan Medine bundan sonra, Resulullah (s.a.s)'ın şehrinin manevî havasını teneffüs etmek ve onun sünnetini bizzat kaynağında öğrenmek isteyen kimseler için bir sığınak olmuştur.

Yezidin haksız bir şekilde hilafet makamına getirilmesiyle başlayan olaylar, ümmet için büyük musibetlere sebep oldu. Yezid'in zalimane davranışlarını tasvip etmeyen Medine halkı, Abdullah b. Hanzala'ya biat ederek Yezid`i tanımadığını bildirdi ve onun valisini şehirden kovdu. Yezid on iki bin kişilik bir çapulcu ordusunu, başına Müslim b. Ukbe'yi geçirerek Medine üzerine gönderdi. Harra mevkiinde yapılan savaşta Medine ordusu bir ihanet neticesinde mağlup olmuş, ancak ordunun her ferdi şehit olana dek çarpışmayı sürdürmüştü. Savaşı Yezid`in ordusu kazanınca ordu komutanı Müslim b. Ukbe, Yezid`in emriyle Medine`yi 3 gün 3 gece talan etti. Ensar ve Muhacir`in çocukları bu olayda katledildi, Medinelilerin namusları çiğnendi, malları talan edildi.
Emevilerin sonuna doğru Medine üzerine yürüyen Hariciler, Medinelileri Kudayd yakınında yapılan savaşta mağlup ettiler.

Medine'yi ele geçiren Harici Ebu Hamza, Mervan`ın gönderdiği orduya karşı Medinelileri yanına almak için adaletin ve Sünneti ihya etmenin savaşını verdiğini bildirmişti. Ancak Vadi'l-Kura'da yapılan savaşı kaybedip ve mağlub olarak Medine'ye dönen Ebu Hamza'nın ordusu, Medinelilerce imha edilmişti.

Bütün bu siyasî çekişmelerde Medineliler, hiç bir zaman dünyevî saltanata sahip olmak için savaşmamışlardı. Onlar, İslâm'ı ellerinden geldiği kadar Resulullah (s.a.s)'ın sünneti çerçevesinde korumaya çalışmışlar, zalim ve sapık sultanlara karşı verdikleri mücadelelerinde seve seve şehadete koşmuşlardı.

Medine, Haçlılarca tehdit edilmiş, Moğol istilası sırasında ise tehlikeli anlar yaşamıştır. Haçlılar, Kızıldeniz sahillerine çıkarma yapıp Medine'ye doğru yürüyüşe geçtikleri zaman, Selahaddin Eyyubî'nin kardeşi tarafından geri püskürtülmüşlerdi.

Medine'nin geçirdiği en büyük tehlikelerden biri, Hicri 654 Miladi 1256'da şehrin yakınlarında bir yanardağın infilak ederek etrafa lavlar saçmaya başlamasıdır. Volkan patlamasından önce ve sonra günlerce süren yer sarsıntılarıyla Medineliler dehşet dolu anlar yaşamıştı. Yanardağdan fışkıran lavlar doğu tarafından bir lav nehri oluşturarak akıp şehrin yakınından kuzeye yönelmişti. Medine halkı Mescid-i Nebi'ye doluşarak Allah Teâlâ'ya sığınmışlardı. Bazı âlimler kıyamet alâmetlerinden biri olarak zikredilen Hicaz'dan bir ateşin çıkması olayını, bu volkan patlamasına hamletmişlerdir. Aynı yıl kandilcinin ihmali yüzünden çıkan yangında Mescid-i Nebi yanmış, Resulullah (s.a.s)'ın hatırasını yaşatan minber ve diğer bir takım önemli eşyalar kül olmuştu.

1072-1092 Melikşah döneminde Selçuklu topraklarına katılmasıyla Türk egemenliğine giren Medine, daha sonra tüm Hicaz bölgesi gibi sırasıyla Eyyubi ve Memluk devletlerinin topraklarına katıldı. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim'in Memluk ordusunu Ridaniye Savaşı'nda mağlup etmesiyle tüm Hicaz bölgesiyle birlikte Medine de Osmanlı Devleti'nin topraklarına katıldı.

1804'de Vahhabîler'in eline geçen Medine'de bir takım tahribatın yapıldığı görülmektedir. Vahhabîler şehirdeki hazineleri ve Mesciddeki kıymetli taş ve mücevheratı talan ettiler. Kabir ziyareti konusundaki aşırılıkları yüzünden Resulullah (s.a.s)'ın kabrinin ziyaret edilmesini yasakladılar. 1814'de Osmanlı Devletinin gönderdiği kuvvetlerle Medine Vahhabîlerden geri alındı. Abdullah b. Suud, Osmanlı hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı.

II. Abdulhamid 1901'de İstanbul'u Medine'ye bağlayacak olan Hicaz demir yolunun yapım çalışmalarını başlattı.

İngilizlerle işbirliği yaparak isyan eden Şerif Hüseyin,1916'da kendini Hicaz kralı ilan ederek Osmanlı kuvvetleriyle savaşmaya başladı.

Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü.

Birinci Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında başlayan Arap Ayaklanması sırasında tüm çevre kentleri Osmanlı`nın elinden çıkarken Medine Kalesi Fahrettin Paşa'nın komutasındaki Osmanlı askerlerinin teslim etmemesinden dolayı Osmanlı`da kaldı. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra da Fahrettin Paşa kenti teslim etmedi. 10 Ocak 1919'da Osmanlı başkentinden gelen talimat sonucunda buradaki birlik teslim oldu ve şehirdeki Türk egemenliği sona erdi. Şerif Hüseyin kendini halife ilân etmek istedi; ancak bunu hiç kimseye kabul ettiremedi.

Bilahare İngilizlerin desteğinin yön değiştirmesi ile Hicaz bölgesi, 1924`de Vahhabîleri idaresi altında toplayan İbn Suud`un eline geçmiş oldu. Hicaz ve dolayısıyla Medine bu tarihten itibaren Suud hanedanının yönetimi altındadır. Vahhabîliği, resmi mezhep kabul eden bu hanedan, iktidarlarını sürdürebilmek için İslamın hizmetinde olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar. Günümüzde A.B.D. yanlısı ve onun çıkarlarının kollayan bir politika izleyen Suudi yönetimi, İslâm prensiplerine göre müslümanların tamamının ortak malı olan kutsal toprakları İslâm düşmanlarının arzu ve istekleri doğrultusunda inananlara yasaklarken, aslında bu topraklara girmesi haram olan müşrik batılıların serbestçe dolaşmalarına ses çıkarmamaktadır.

Buharî`nin Medine`nin Faziletleri babında değindiği üzere Resulullah (s.a.s), Medine'yi çok severdi. Bir seferden döndüğü zaman Medine'yi uzaktan gördüğünde bineğini hızlandırırdı.

(2)

10 Ocak 1920: Milletler Cemiyeti kuruldu. ABD, Cemiyete katılmadı.

Milletlerin temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı'nın ardından İsviçre'de 10 Ocak 1920'de kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı'nın ardından 1946 yılında dağıldı.

Paris Barış Konferansının 25 Ocak 1919'da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verildi. Bu kararı yerine getirmek için bir komisyon kuruldu.

Komisyonun hazırladığı sözleşme Konferans Genel Kurulu'nda kabul edildi ve böylece Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu.

20 yıl varlığını devam ettiren bu cemiyet kuruluş amacı olmasına rağmen II. Dünya Savaşı'nın çıkmasını engelleyemedi. Savaş sonrası 18 Nisan 1946'da Cenevre'de toplanan konferans, 21. Genel Kurul Toplantısıyla cemiyetin dağılmasına karar verdi.

Milletler Cemiyeti'nin müzakere edildiği dönemde Türkiye'nin uluslararası ilişkilerde varlık gösterebilecek bir siyasi durumu yoktu. Cemiyet kurulduğunda Kurtuluş Savaşı devam ediyordu. 14 Kasım 1922'de İsmet Paşa Lozan Konferansı'nda bir açıklama yaparak barış antlaşması sonrasında Türkiye'nin Cemiyet'e üye olmaktan memnun olacağını ifade etmiştir. Ancak Musul sorununun devam etmesi nedeniyle Türkiye üye olmamış, bu sorunla ilgili olarak Cemiyet'in verdiği karar da Cemiyet'e karşı olumsuz düşüncelerin artmasına yol açmıştır. Ancak gene de Türkiye Milletler Cemiyeti'nin konferanslarına ve silahsızlanma komisyonuna katılmış, teknik ve insani etkinliklerine ilgi göstermiştir. Türkiye Milletler Cemiyetine çok sonraları, 18 Temmuz 1932`de üye olmuştur.

(3)

10 Ocak 1926: Heyet-i Fesadiye davası sonuçlandı. Aslında üç ayrı dava söz konusuydu. Çerkez Ethem 'in Kuvayı Seyyaresi 'nin Bolşevik Taburu Komutanı İsmail Hakkı Bey, boşandığı eşini öldürten Miralay Osman ve Kürt isyanıyla birlikte Ankara muhitinde bir isyan hareketine giriştiği gerekçesiyle Kırşehir Milletvekili Rıza Bey idama mahkûm oldu.

Heyet-i Fesadiye damgası Atıf Hoca ve arkadaşlarına da vurulmuş bir damgadır. O Dönem yöneticilerine muhalif olan herkes başta İstiklal Mahkemeleri olmak üzere çeşitli şekillerde tasfiye edilmekteydiler. 10 Ocakta idama mahkûm edilen ve heyet-i Fesadiye ilan edilen Bolşevik Tabur Komutanı İsmail Hakkı Bey, Miralay Osman nam-ı diğer Kasap Osman ve Kırşehir Milletvekili Rıza Bey ayrı ayır incelenecek olursa ortaya çıkan tablo bu idamların muhalif sesleri kıstırmaktan başka bir şey olmadığı, İstiklal Mahkemelerinin de sadece çalınan minareye kılıf diktiği de ayan olacaktır.

Kırşehir Milletvekili Rıza Bey Türk Millî Mücadelesi`nin başından beri birçok devlet adamının gösteremediği fedakârlığı ve vatanseverliği göstermiş, gerek siyasî alanda, gerekse cephede savaşarak, kanını-canını ortaya koymuştur. Ancak gelenekçi, saf ve samimi bir yapıya sahip olan Rıza Bey, I. TBMM`de muhalefet grubu olarak bilinen ve genellikle Mustafa Kemal Paşa`ya karşı kişilerden oluşan II. grupta yer almıştır. Atatürk`ün 2. TBMM`de bu muhalif grubu istemediği tarihçiler tarafından dile getirilen bir durumdur. 2. Grub olarak ünlenen muhalif grubun 2. TBMM`de yer almaması için çevrilen siyasi oyunlar da bilinmektedir. Nihayetinde Rıza Bey de II. TBMM`ne seçilememesi sonucunda hasımları tarafından hilafetçi-saltanatçı ve cumhuriyet karşıtı olarak gösterilmiş, yargılanma sırasında da kendisi hakkında yapılan suçlamaların doğru olmadığını ispatlayamaması sonucunda idam cezasına çarptırılmıştır

Rıza Bey, Ankara İstiklâl Mahkemesince: “Doğuda ortaya çıkan Kürt İsyanını fırsat bilerek Kırşehir ve çevresinde ayaklanma hazırlamak, cumhuriyet idaresini ve devlet yöneticilerini yok etmek için birçok eşkıya ve katil zanlılarını, gerçekle bağdaşmadığı halde kanunî takibattan kurtulmak için, Kuvvâ-yı Millîye`de hizmet etmiş gibi belge vererek hapishaneden çıkartmak, kötü emellerini gerçekleştirmek için kendilerinden söz alarak emrine aldığı belalı kişilerden çete oluşturmak...”suçlaması ile 13 Mayıs 1925`te tutuklanmıştır.

Şimdi; “…birçok eşkıya ve katil zanlılarını, gerçekle bağdaşmadığı halde kanunî takibattan kurtulmak için, Kuvvâ-yı Millîye`de hizmet etmiş gibi belge vererek hapishaneden çıkartmak…" ibaresi sizin de dikkatinizi çekmiştir. Buranın iyice anlaşılması için biraz daha geri gitmek gerekiyor: 4 Mart 1915 tarihinde bir Kanun-u Muvakkat metni oluşturulur. Bu yasa, Harbiye Nezareti`nin yani Savaş Bakanlığının, hapishanelerdeki mahkûm ve mevkuflardan, haklarındaki hükmü ya da koğuşturmayı erteleyerek ve sadıkane hizmet ederlerse af edileceklerini vaad ederek asker almasına olanak tanıyordu. Bugünkü tabirle devlet azılı suçlular dâhil mahpuslarla anlaşma yapıyor, Devletin emrine girerlerse affedileceklerini vaad ediyordu. Bugünkü itirafçılıkla ilgili yasalara nispet edilirse konu daha iyi anlaşılacaktır. Bu şekilde affedilen mahkûmlar, Kuvayı Tedibiye yani Cezalandırma Kuvvetlerinde kullanıldı. Miralay Osman Bey bir belgede, 101 seneye mahkûm katillerin subay, 15 yıllıkların çavuş, 5 yıllıkların da nefer olarak atandıklarını açıklamıştır. Cumhuriyet Döneminde 1. TBMM hükümeti Osmanlı Döneminde kullanılan bu mahkumların tümünü af eden bir yasa çıkarmıştır.
İşte Heyet-i Fesadiye davasında idam cezası alan Rıza Bey, Kuvayı Milliye`de yer almadıkları halde eşkıya ve suçluları hizmet etmişler gibi belge düzenleyerek cezaevinden kurtarmakla ve onlardan çete kurmakla suçlanmıştır. 

2007 ve sonrasında açılan kimi mahkemelerde de bakıyoruz ki; Bir zamanlar devleti yıkmak için uğraş veren örgütlerden koparak devşirilen ve halk arasında itirafçı olarak anılan kişilerden oluşturulan çetelere ait dosyalar görüşülmeye başlandı. Bu mahkemelerde zamanında devletin üst kademelerinde bulunanlar da yargılandılar. Kırşehir Milletvekili Rıza Bey`in pozisyonu bu açıdan net değil. Zira bugün yaşayan akrabaları da onun kendisi aleyhindeki suçlamaları ispatlayamadığını söylerler. Ama gerçek olan şu ki, Rıza Bey sıkı bir Atatürk muhalifidir. Bugün bazı tarihçiler onun “Nizamî ordu fikrine şiddetle karşı olduğunu, Mecliste İkinci Grupta yer aldığını, Terakkiperver muhalefet hareketiyle ilişki kurduğunu belirtmekle beraber, mahkemece yöneltilen komploculuk suçlamalarının mümkün olmadığını, Heyet-i Fesadiye`nin bir balon olduğunu, bu eski kahramanların tehlikeli görüldükleri için öldürülmüş oldukları görüşünü savunmaktadır”

Sonuçta itiraz bile etmenin en büyük suç olduğu dönemde delillerin yeterli bulunduğuna kanaat getiren mahkeme üyeleri, M. Rıza Bey`in Anayasa`yı kısmen veya tamamen güç kullanarak değiştirme girişiminde bulunduğunu, bu nedenle Ceza Kanunun 55. maddesinin I.ve II. Fıkraları ile 56. ve 57. Maddelerine dayanarak 10 Ocak 1926`da idamına karar vermiştir. Karar, Miralay Osman ve İsmail Hakkı ile birlikte 12 Ocak 1926 tarihinde Ankara`da infaz edilmiştir.

Heyet-i Fesadiye Davasında Miralay Osman`ı diğer adıyla Kasap Osman`ı tanıyacak olursak;

Gazeteci Ayhan Hünalp`in ifadesiyle “Atatürk`ün bir hiç yüzünden astırdığı” Miralay Kasap Osman, aslında Atatürk`e muhalif olmayan, Ankara hareketinin başarıya ulaşmasında ciddî katkıları olan bir komutandır. Kasap Osman, Atatürk`ten önce Anadolu`ya geçerek Adapazarı civarında kendi adına mühür kazdırarak padişaha ilk başkaldıran, Karadeniz cephesinin ve Kastamonu bölgesinin ilk kumandanlarından biridir.
Anadolu`da baş gösteren her isyanın bastırılmasında görevlendirilen ve acımasızlığıyla tanınan ve bu sebeple “Kasap” diye maruf olan Miralay Osman`la ilgili yine Ayhan Hünalp şunları yazmaktadır.

“Atatürk`ün Arap harfleriyle yazılmış nutkunda, İnönü`den ‘Konya isyanını bastırmak için kimi vazifelendirelim` dediğinde İnönü`nün önerdiği tek isim Miralay Kasap Osman`dır ve Atatürk`ün verdiği vazife ile Konya Müftüsünü Konya meydanlarında asarak isyanı bir celsede bastıran adam da Kasap Osmandı”

Ne ibret vericidir ki, Miralay Kasap Osman ne ittihatçı olduğu için ne de şeriatçı olduğu için asılmıştır. Adı bir şekilde Atatürk`e suikast iddiasında yer aldığı için, bu olayda masum olduğunun bizzat Atatürk tarafından kabulüne rağmen asılmıştır.

Söylediğimiz gibi İstiklal Mahkemelerinde yargılananların ve idam edilenlerin en önemli suçu, bir dönemin tasfiyesi için münasip şahıslar addedilmeleriydi. Fakat Kasap Osman`ın asılmasına bir sebep de İstiklal Mahkemeleri reisi Ali Çetinkaya ile aralarındaki husumettir. Buna göre; “Miralay Osman Bursa`da kurulan ‘Orduyu Tasfiye ve Cumhuriyet Ordusunu Kurma` Heyetinin Başkanı olarak ödev yaparken, ‘Kel` namıyla maruf Ali Çetinkaya`nın İstiklâl Savaşına katılmayan bacanağını harbe girmiş gösterme talebini reddeder. Cumhuriyetin evlatlarından Kel Ali, savaşa katılmayan bacanağını savaşa katılmış gibi göstererek bazı imtiyazlar almasını istiyor. Kasap Osman reddedince de husumet besliyor. Bu husumet sonucu Kel Ali, Atatürk`e yapılan Hükümeti devirme teşebbüsü mensuplarının içinde Kasap Osman`ın da olduğuna Atatürk`ü ikna ediyor ve İstiklal Mahkemesi tarafından mahkeme edilmesine kadar bu husumeti sürdürüyor. Kasap Osman bu arada tutuklanıyor. Kasap Osman ilk hanımı öldükten sonra iki defa evlenmiştir. Osman`ın hanımları arasındaki rekabetle kavgalar adamcağızı onu hapiste canından bezdiriyor. Hapiste bulunduğu bir sırada Milis kuvvetlerindeki arkadaşlarından birisine ‘Bu kadını susturun` diye yazıyor. Onlar da bunu yanlış yorumlayıp karısını öldürünce, Ali Çetinkaya Miralay`ın arkadaşlarına baskınlar yaptırarak tahkikatı derinleştiriyor ve bir yerde bu mektubu bulunca Atatürk`e ‘Senin çok sevdiğin adam karısını öldürtmüş` diyor. Atatürk de ‘Siz de onu susturun` diyor ve İstiklal Mahkemesi tarafından karısını öldürttü diye idama mahkûm ediliyor.

Ali Çetinkaya`nın tek husumeti bacanağına İstiklal Harbi ve yeni ordu nedeniyle gösterilen tavır değildir. Çetinkaya aynı zamanda başta bahsedilen Konya İsyanı nedeniyle de Kasap Osman`a husumet duymaktadır. “Bu olayda bile büyük bir yanlışlık olmuş, Kasap Osman Konya isyanıyla uğraşırken Atatürk, Çetinkaya`ya ‘Konya`ya gidip bakıver, Osman`dan ses çıkmadı` diyor. Çetinkaya hemen Konya`ya ulaşırken, uzaktan gördüğü hareket halindeki sığır sürülerini, Ankara istikametine yürüyen asiler zannederek derhal geri dönüp Atatürk`ün huzuruna çıkıyor ‘Kasap Osman isyanı bastıramamış, isyancılar üzerimize geliyor` diyor. Görevi tamamlayıp Ankara`ya dönen Miralay Osman bunu öğrenince Çetinkaya`yı gördüğünde ‘Ne aptal adamsın` diye çatıyor. Çetinkaya`nın Miralay Osman`a husumeti bu olayla daha da büyüyor anlattığımız gibi ilk fırsatta da hıncını alıyor”.

Ancak şimdi işin garabet faslı başlıyor. Olaydan üç ay sonra Kasap Osman`ın yakın silah arkadaşlarından Kâzım Özalp mecliste verdiği takrirde “İstiklâl harbinde büyük yararlıklar gösteren Milli Mücadelemize Arabistan`dan getirdiği 1,5 milyon Arap altını ile katkıda bulunan Miralay Osman`ın bugün arkada bıraktığı 4 çocuğu var. Bu çocuklar yarın büyüdüklerinde babamızı niçin astınız derlerse ne cevap vereceğiz?” diyerek Ali Çetinkaya`ya bindirir. Bütün meclis üyeleri de “Şehittir, şehit” diye bağırır ve Kasap Osman`ın Ulviye Toker, Mustafa Erus, Faruk Erus ve Vasfi Birol adındaki çocuklarına şehit maaşı bağlanır.
Kasap Osman`ın çocuklarından Faruk Erus, gün gelir Heybeliada Deniz Okulu`na girmek ister. Hakkında yapılan tahkikatta hem İstiklal Mahkemesi tarafından asılan bir adamın oğlu, hem de şehit oğlu olduğu anlaşılır; polisler Emniyete ve Milli Müdafaa Vekâleti`ne yazdıkları raporla işin içinden çıkamadıklarını söylerler. Durum Mareşal Fevzi Çakmak`a bildirilince o da bizzat telefonla okul müdürü Zeki Işın`a emir verip “Faruk bize Osman`dan emanettir, derhal elbisesini giydirip bana durumu bildirin, onun babası İstiklâl Harbimize büyük yararlıkları olan bir Kumandandı” diyerek meseleyi halleder.

Anlatılır ki;
"Miralay Osman Bey, Mücadele-i Milliye'nin emektarlarındandı. Nev'i şahsına mahsus tiplerden biriydi. Pos bıyıklı, yağız çehreli, oldukça irice, hiç gülmez, sert, hiddetli, haşin bir adamdı. Mücadele-i Milliye'nin başlangıcında memlekette yer yer baş gösteren isyanların bastırılmasında hizmetler görmüş, fakat bu hizmetleri yaparken icraatında çok şedit ve insafsızca hareket etmiş olduğu için kendisi Kasap Osman namıyla anılırdı. Bu lakabından, hizmetlerinden çok gururlanırdı, oldukça da şımarmıştı."

Heyet-i Fesadiye Davasında idam edilen İsmail Hakkı Bey`e gelince;
İsmail Hakkı, Çerkez Ethem`in komutanlarındandır. Çerkez Ethem`in Kuvva-i Seyyaresine bağlı Bolşevik Taburu komutanı olan İsmail Hakkı tam bir Bolşeviktir. Zaten onun Bolşevik olmasından dolayı komuta ettiği tabura da Bolşevik Taburu denmiştir. Zamanında kendi çapında mücadeleye katılan İsmail Hakkı son zamanlarında savaştan bıkmış askerleri hükümet aleyhine kışkırtmaya başladığı ve bunun da onun sonu olduğunu tarihçiler söylerler.

(4)

10 Ocak 1946: Birleşmiş Milletlerin ilk genel kurulu Londra'da toplandı. Bu kurulda 51 ülke temsil edildi.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Milletlerin beş ana organından biridir ve tüm üye milletlerin eşit olarak temsil edildiği tek organdır.
Görevleri arasında, Birleşmiş Milletler bütçesini gözden geçirme, Güvenlik Konseyi geçici üyelerini atama, Milletlerin diğer bölümlerinden raporlar alma ve Genel Kurul Kararları adı altında kararlar çıkarmak vardır. Birçok ek organı vardır.
Genel Kurul, Genel Kurul Başkanı`nın yönetimi altında eylülden aralığa kadar – özel, acil toplantılar dışında- olağan yıllık oturumlarını gerçekleştirir. İlk oturum günü Westminster Central Hall, Londra`da, 51 milletin temsilcisiyle gerçekleştirildi.

Barış ve güvenlikle ilgili konularda öneriler, diğer organların üyelerinin seçilmesi, üyelerin kabulü, askıya alınması ve ihracı, bütçe görüşmeleri, gibi önemli konularla ilgili Genel Kurul oylamaları mevcut üyelerin üçte ikisi çoğunluğuyla kabul edilir. Diğer konulara salt çoğunlukla karar verilir. Her üye ülkenin bir oy hakkı vardır. Bütçenin kabulü dışındaki konular hakkındaki Genel Kurul kararları, üye ülkeleri bağlamaz. Genel Kurul, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni ilgilendiren barış ve güvenlik konuları dışında, BM'yi ilgilendiren her konuda öneriden bulunabilir.

Aldığı bütün kararlarda Güvenlik Konseyi'nin veto hakkı bulunduğu için, bu kararlar birer öneri olmaktan ileri gitmez. Veto hakkına sahip beş ülke, ikinci dünya savaşından galip ayrılan ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin Halk Cumhuriyeti'dir.

Güvenlik Konseyi ise siyasal alanda bir yürütme organıdır. 15 üyesi olan Konseyin 5 daimi üyesi olan ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Rusya'nın veto hakkı bulunmaktadır. 10 geçici üye ise iki yıllık bir süreç için seçilirler. Türkiye 2009 yılı itibariyle iki yıllığına seçilen geçici üyelerden biridir. Seçimlerinde coğrafi denge esas alınır.

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir