İKİ ÜLFET, İKİ MUSİBET
Ülfet; alışma, alışkanlık, ünsiyet etme manalarına gelir. Arapça olan bu kelime ilk mülahazada müspet çağrışımda bulunabilir.
Ülfet; alışma, alışkanlık, ünsiyet etme manalarına gelir. Arapça olan bu kelime ilk mülahazada müspet çağrışımda bulunabilir. Ancak iki ülfet, yani iki alışkanlık durumu vardır ki, bunları büyük bir hasaret ve büyük bir musibet olarak değerlendirirsek, mübalağa etmiş sayılmayız. Zira bu iki çeşit ülfet, iki türlü gaflet, iki türlü cehalet gibidir. Hakikat güneşini örten, hakikat nurlarının parıltısını engelleyen kapkara ve kalınca iki perdedir.
Bahsini ettiğimiz bu iki nevi ülfet;
1-) Kevni mucizeler ve nimetler karşısındaki ülfet
2-) Günah ve haramlar hususunda peyda olan ülfettir.
1-) KEVNİ MUCİZELER VE NİMETLER KARŞISINDAKİ ÜLFET: Kâinatta mükemmel ve muhteşem bir işleyiş söz konusudur. Her tarafta ilahi sanatın harikalarını, ilahi rahmetin parıltılarını müşahede etmekteyiz. Yerde ve gökte farklı mucizeler vuku bulmakta, gece-gündüz, yaz-kış, ilkbahar ve sonbahar, slâyt gösterimi şeklinde mucizevî kareler, hakeza rengârenk nimet sofralarını insanoğlunun nazar-ı dikkatine ve istifadesine sunmaktadır. Hiçbir şeyde basitlik, hiçbir şeyde düzensizlik, hiçbir şeyde eksiklik veya fazlalık bulunmamaktadır. Her olay ve gelişmede sınırsız bir iradenin, güçlü bir iktidarın, kusursuz bir cemalin, sonsuz bir ilmin, nihayetsiz bir rahmetin cilveleri görülmektedir.
Yerde ve gökte her bir unsur ve her bir sistem kendi içinde ve işleyişinde belki de yüzlerce mucize gerçekleştirmekte, akıl ve basiret sahiplerini hayretler içerisinde bırakmaktadır. Dağların duruşu ve heybeti, yeryüzü için denge unsuru oluşları, sırtlarında sayısız ağaçlar ve gür ormanlar bitirmeleri mucize değil de nedir?
Güneş, ay ve yıldızların, muazzam bir sistem dâhilinde doğup batmaları, yeryüzü canlılarına ısı ve ışık saçmaları, beşer, hayvanat ve nebatat için alternatifsiz hayat kaynağı olmaları mucize değil de nedir? Bitki ve hayvanlardaki çeşitlilik, bunlardan her birinin kendi gizemli dünyasında göstermiş olduğu özellikler, hakeza insanoğlunun yapısı ve faaliyeti dâhilinde göstermiş olduğu harikalar ve bilinmezlikler… Karşımızda ve gözlerimizin önünde günbegün, anbean vuku bulan mucizeler değil de nedir?
Ama gel gör ki, tüm bu olaylar mükemmel ve mucizevî olmakla birlikte süreklilik arz ettiğinden, her zaman gözler önünde vuku bulduğundan, alışkanlık ve ülfet doğurmakta, âdiyattan sayılmakta, olağan, sıradan, basit ameliyeler olarak telakki edilmektedir. Bunların mucizevî boyutu ise ancak bir aksilik durumunda fark edilmektedir. Örneğin; suskun ve sakin olan bir dağ, ancak öfkelenip lavlar püskürttüğünde, nice asi ve günahkârı sırtında taşıyan, bin bir melânet ve zulme şahitlik eden yer, suskunluğunu bozup harekete geçtiğinde ve sarsıldığında, doğuş ve batışlarında bir milim dahi sapmayan ay ve güneş, kısa bir süreliğine saklanıp yüzlerini örtüklerinde, bir ahenk ile akıp giden sular, galeyana gelip taştıklarında veya çekilip kuruduklarında... Ülfet perdesi yırtılmakta, ezber bozulmakta, akıl ve düşünce harekete geçmektedir.
Aynı durum nimetler için de geçerlidir. İnsanoğlu çoğu zaman ülfet perdesinin gözlerine çekilmesinden ötürü, her an karşı karşıya bulunduğu ve adeta içerisinde yüzdüğü nimetlerin kadru kıymetini bilmez. Ancak günün birinde baki gibi tevehhüm edilen nimetler elinden çıkmaya başladığında, söz gelimi; zengin ve varlıklı iken, dara düştüğünde, genç ve dinamik iken, yaşlılık ve güçsüzlük emareleri belirdiğinde, sağlıklı ve sıhhatli iken, aniden bir hastalık gelip çattığında, hoşluk ve selametlik içinde geçinip giderken, beklenmedik bir musibet ile sarsıldığında, her zaman birlikte olduğu, ünsiyet ettiği dost ve sevenlerinden birini kaybettiğinde… Ülfet perdesi geçici olarak gözler önünden çekiliverir, sahip olduğu imkân ve nimetlerin değerini anlamaya başlar. Tıpkı bir balık gibi. Sürekli suda olduğundan suyun varlığını unutan balık, şiddetli bir dalganın karaya vurmasıyla ve sırtında güneşin yakıcılığını hissetmekle daha önce içerisinde bulunduğu deryanın kıymetini anlar. Tabi o zaman deryaya geri dönmek de mümkün olmayabilir.
Kur’an-ı Kerim ayetleri necm-i sakıb (karanlığı yaran yıldız) gibi ülfet perdesini yırtar. İnsanoğlunun dikkatini âdiyat gibi görünen mucizata yöneltir: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlamak için denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden bir su indirip, onunla ölmüş iken, yeryüzünü tekrar diriltmesinde, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında müsahhar olan bulutlarda, şüphesiz bütün bunlarda akleden bir topluluk için birçok ibret vardır.” (Bakara–164) Hakeza yerde ve gökte camid veya başıboş zannedilen varlıkların işlev ve fonksiyonları doğrultusunda sabah akşam Allah’ı zikrettiklerini Kur’an-ı Mubin’den öğrenmekteyiz: “Sebbehe lillahi ma fi-s’semawati wel erd. Gökte ve yerde olanlar, Allah’ı tesbih ederler. (Saf–1)” Ülfet karanlığından ve uyuşukluğundan kurtulmanın en etkin yollarından biri de hiç kuşkusuz tefekkürdür. Kur’an-ı Hakim’in birçok ayetinde; “efela ye’qilune”, “efela yetezekkerune”, “ewelem yetefekkeru”… Uyarılarıyla kevni deliller üzerinde tefekkür edilmesi istenmektedir.
2-GÜNAHLAR HUSUSUNDA HÂSIL OLAN ÜLFET: Ülfet ve alışkanlığın (Allah muhafaza) en tehlikeli ve en ölümcül boyutlarından biri de, işlene gelen günahlar ve içerisinde bulunulan günah ortamlarına alışmaktır. Bu durum adeta pisliğe, necasete, kötü kokuya alışmak, sağlıksız ve mikroplu ortamlara karşı bağışıklık kazanmak, bunlardan rahatsız olmamak gibi bir şeydir. Hakeza, günah, haram ve isyanlar hususunda ruhun tepkiselliğini kaybetmesi, takva dediğimiz manevi savunma sisteminin işlevini yitirmesi, şeytan ve dostlarına karşı teslimiyet bayrağını çekmek, günahkârlığını, asiliğini kanıksama gibi tehlikeli bir illettir. Bu durum aleniyet kazanırsa, fısk ve fasıklık olur.
Mazide iman ve İslam’dan nasibini almış, takva, ihlâs ve benzeri kavramlarla iştiğal etmiş kimi Müslümanlara, sonradan içerisine düştükleri günah ve çirkeflik hali hatırlatıldığında; “ne yapalım alıştık artık veya bu işin rajonu böyle…” gibi anlamsız cevaplarla geçiştirdiklerine şahit olmaktayız. Aynı durum namaz gibi terk edilen farizalar ile davet, infak ve hizmet gibi terk edilen sorumluluklar için de geçerlidir. Vakti zamanında İslami mücadeleyi ve iman hizmetini meslek edinmiş olanların, kendilerince değişen temayüller gereği yüz altmış derecelik bir dönüş ile çark etmeleri, geçmiş yaşantı ve birikimlerini adeta inkâr etmeleri, ödenmiş bedelleri unutmaları, yukarıda zikrettiğimiz iman, ihlâs, takva, davet, tebliğ, cihad, hizmet gibi kavramları hayatlarından kapı dışı etmeleri, kendilerince çağın ve zamanın gereği yeni bir Müslüman imajı sergilemeleri, şeytanın aldatması, öldürücü ülfet zehrini aşılatmasından başka bir şey değildir.
Oysaki mü’min ruhlar her daim uyanık olur. Günah ve günah ortamlarına karşı, mümin ruhların tepkisi şiddetli olur. İman ve takva ehli Müslümanların değil günah ve çirkeflere alışması, bu tür ortamlarla barışık olmasının aksine, bilakis bunların izalesi ve toplumdan sökülüp atılması için yoğun bir çaba ve gayret içerisinde olması gerekir. Mü’min ruhların hassasiyeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle vurgulanır: “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın ismi anıldığında yürekleri ürperir. Kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda, bu onların imanını artırır. Onlar Rablerine dayanıp güvenenlerdir.” (Enfal–2)
Efendimiz Aleyhisselatu vesselam da münafığın işlemiş olduğu günahı, burnu üzerindeki bir sinek gibi hafif ve zararsız gördüğünü, mü’minin ise işlemiş olduğu günahı, üzerine yıkılmak üzere duran kocaman bir dağ gibi büyük ve tehlikeli gördüğünü ifade etmişlerdir.
Ey Allah’ım;
Dalalet bataklığından kurtulabilmeyi,
Cehalet karanlığından sıyrılabilmeyi,
Gaflet uykusundan uyanabilmeyi,
Atalet koltuğundan doğrulabilmeyi,
Esaret zincirlerini kırabilmeyi,
Zillet libasını atabilmeyi,
Ülfet perdesini yırtabilmeyi,
……………………..Bizlere nasip eyle.
Cihan BOZABA / İnzar Dergisi / Ekim 2011