Harf değişikliği değil, HARF YASAĞI, KURAN YASAĞI
1 Kasım 1928de yapılan harf değişikliği değildi. Harf yasağıydı. Harf yasağı da değil, Kuran eğitiminin yasaklanmasıydı.
ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
1 Kasım 1928’de tek kararla harflerimiz yasaklandı. İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee’nin ifadesiyle Türkiye’de kütüphaneleri yakmaya gerek kalmadı. Çünkü Cemil Meriç’in veciz ifadesiyle kütüphanelerde kitaplar tuğla yığını oldu. Mahir İz’in ifadesiyle roller ters döndü. Hasbelkader daha önce Fransız alfabesini öğrenen cahiller, kurslarda hocaların hocalarına öğretmen oldu.
1923’ten itibaren Türkiye’de baş döndürücü bir değişim yaşanıyordu. Öyle bir değişim ki ondan elli altmış yıl önce değişim uğruna sürgün yiyenlerin, can verenlerin bile hayallerini aşıyordu.
Namık Kemal, 1878’de bir mektubunda “Yazının ıslahı için Latin harflerini bizim dilimize almak, Frenk elbisesi giymenin, ülkenin ıslahına vesile olmasına benzer” diyordu.
Ona göre ülkenin ıslahı adına Batılı giysileri giymek ne kadar anlamsızsa yazının ıslahı adına harfleri değiştirmeye kalkmak da o kadar garipti.
Oysa tam da onun sözünü ettiği abesin büyüğü Frenk elbisesi, hem de gelişme adına 1925’te kabul edildi, bize ait başlıklar yasaklandı, onun yerine Batı’nın şapkası, fötrü, kasketi getirildi. Üç yıl sonra ise harfler de yazının ıslahı adına değiştirildi.
KAVRAM HİLELERİ
1 Kasım 1928’de Mustafa Kemal ve arkadaşları toplandılar ve 1353 sayılı bir yasa çıkardılar. Yasa bizim alfabemizin yerine Latin alfabesinin Fransız imlasıyla kabulünü öngörüyordu.
Modernleşme tarihi boyunca olduğu gibi burada da garip bir kavram oyunu oynanıyordu. Öncelikle her şey İslamî duyarlılığı olan herkesin daima önem verdiği “memleketin imarı ve toplumun ıslahı” adına yapılıyor, “iyi niyet” gösterisiyle, zaten zayıf olan kitle tepkisi yok ediliyor, ardından diğer “makul” gerekçeler sayılıyordu.
Yasaklanan alfabe Kur’an-ı Kerim alfabesiydi, İslam alfabesiydi ama ona “Arap alfabesi” deniyordu. Bununla millileştiriliyor, Türklere ait olmaktan çıkarılıyor, ötekileştiriliyor ve terki için meşruiyet sağlanıyordu.
Getirilen alfabe, Latin alfabesinin Fransız imlası versiyonu idi. Ama alınan resmi bir kararla bu ithal alfabeye “Türk alfabesi” adı verildi.
Garipliğe bakın, bütün Müslümanların kullandığı alfabe, Arap alfabesi oldu. Fransız alfabesi ise Türk alfabesine dönüştü.
İnandırıcı mıydı? Elbette hayır! Zaten o günlerde “inanma” zorunluluğu yoktu, “kendini inandırma” zorunluluğu vardı.
İnanmasanız da inanmış gibi olmak ve inanmış gibi davranmak zorundaydınız.
Alfabe değişikliğini resmiyette şu gerekçelere dayandırıyorlardı:
1. Milleti cehaletten kurtarmak için kısa sürede tümüne okuma yazmayı öğretmek
2. Türkçeyi yabancı etkilerden (Arapça ve Farsçadan) kurtararak kendi benliğine kavuşturmak
3. Çağdaş milletlerle iletişimi sağlayarak Batılılaşmayı hızlandırmak.
Sonuçta tüm millet bir anda okuma yazma öğrenecek, devlet gerçek anlamda Türk’ün olacak ve hızla kalkınarak Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden birisi olacak.
“BİZİM HARFLERİMİZ DÜNYANIN EN GÜZEL HARFLERİDİR”
Bu resmi gerekçeye çok itiraz vardı. Biri harf değişikliğinden yıllar önce yapılan bir itiraz, diğeri de değişiklikten kısa bir süre önce… Biri, Cumhuriyet’e giden yolda yararlanılan düşünürlerden birinden, diğeri Cumhuriyet’e giden yolu askeri olarak açan paşalardan… Biri ölmüş, diğeri ise hayattaydı: Namık Kemal ve Kazım Karabekir.
“Hürriyet Kasidesi” ve diğer eserleri ile Cumhuriyet kadrolarını derinden etkileyen Namık Kemal, 1878’de sürgünde iken Menemenlizade Rıfat Bey’e ve Binbaşı Ömer Bey’e gönderdiği mektuplarda harf değişliğine alabildiğine makul gerekçelerle karşı çıkıyordu. Namık Kemal özetle,
-Yazının ıslahı için Latin harflerini bizim dilimize almak, Frenk elbisesi giymenin, ülkenin ıslahına vesile olmasına benzer.
- Alfabemizdeki (Arapçada olduğu gibi) sağdan sola doğru yazmak daha pratiktir. Batılılar gibi soldan sağ yazma, ancak diz bükülemeyecek kadar dar pantolon giymeye benzer.
-Latin harflerini kullanan milletlerin gramerleri, bizimkinden daha zordur ve yazı yazabilmeleri için yıllarca uğraşmaları gerekir.
-Milletlerin ilerleyebilmesi için, yazı değişiminden önce eğitimin iyileştirilmesi gereklidir. Eğitimde en ileri milletlerin üstünlüklerinin nedeni yazı ve dil değil, eğitimdir.
-Dilimizdeki yabancı sözcükler, Latin harfleri ile ifade edilemez. Latincede, hecelerden başka yalnız 19 harf vardır. Bizim dilimizin ise, harekeden başka 32 harfe daha ihtiyacı vardır. Böyle olunca dilimiz, Latin harfleri ile yazılamaz.
-Özel isimlerin büyük harfle başlaması bahanesini def için bir ek harekelendirme yapmak yeterli iken, tümüyle harflerin değiştirilmesi nasıl düşünülebilir?
-Fransızların da gramerleri çok zor olduğu halde Fransızca umumi lisan haline gelmiştir.
-Eğitim, okumak –yazmaktan ibaret değildir. Amerika, Almanya gibi yerlerde bir köylü bile, bizde Harbiye’de okutulan bilgilerin 8/10’una sahiptir. Ayrıca birkaç dil de bilir. Eğitim budur. Sadece okuma yazma bilmek, ufacık bir sözlük, kısacık bir kalem satın almaya benzer.
- Amerika gibi, dünyanın en ileri seviyede eğitimine sahip olan bir ülke o gramer, o dil ile nasıl bunu yapabilmişti? Bunun cevabı uzun süreli eğitimdir.
-Amaç, genel eğitim ise çocuklara yedi yıllık okullar yapmalıyız. Eğer istersek yaparız. Eğer, yapamazsak, ilerlemeden ümidimizi kesmeliyiz.
Namık Kemal ve onun gibi düşünenlerin gerekçeleri Batıcıların harf değişikliği umudunu kesmişti. Abdullah Cevdet ve Celal İleri gibi “sicili kirli” Batı hayranları dışında kimse harf değişikliğinden söz etmiyordu. Ama her nasılsa Şubat-Mart aylarındaki 1923 İzmir Kongresi’ne bir harf değişikliği önerisi veriliyordu. Kongre Başkanı Kazım Karabekir Paşa öfke içinde, önerinin gündeme alınmasını dahi reddetti.
YABANCILAR DAYATIYORLARDI
Kazım Karabekir, önerinin görüşülmesini ret gerekçesini Namık Kemal’e benzer ama ondan çok daha pratik açıklıyordu.
Karabekir Paşa, öncelikle harf değişikliğini kimin istediğini teşhir ediyordu: “Arkadaşlar, bugün hangi ecnebi (yabancı) ile görüşseniz, ilk işi ve diyeceği söz, `Türkçe gayet güzel bir lisandır, kolaydır, fakat harfleri fenadır.´ Bunlar bütün ecnebilerin ağzında ve sizinle ilk görüşen bir ecnebinin size ilk telkin edeceği şeylerdir ve bu fikir ekseriyetle Müslüman olmayan insanlardan ibaret olan birtakım tercümanlar vasıtasıyla her tarafta ve özellikle İstanbul’da ecnebilerce telkin edilmektedir.”
Harf değişikliği, bir ihtiyaç değil, dışarıdan gelen bir telkin ve baskının neticesiydi. Yıllarca cephede dış güçlere karşı savaşan Karabekir Paşa, bu baskıya boyun eğilmemesi gerektiğini düşünüyor ve tutumunu açık bir dille ifade ediyordu.
Paşa, özetle;
-Kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt eserimizle bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük bir felâkete uğramış oluruz.
-Müslümanlara karşı Avrupalıların eline bir koz vermiş olacağız. Onlar İslam ülkelerine gidip “Bunlar Âlem-i İslam’a karşıdır; Türkler, ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır” diyecekler.
-Arnavutluk ve Azerbaycan, harf değişliği yaparak kendilerini perişan ettiler.
-Latin alfabesinin daha kolay olduğu iddiası ise saçmadır. Bizim harflerimiz okunmaz değil, dünyanın en güzel harfleridir. Bir nokta daha var ki, ben I. Dünya Savaşı’nda ecnebilerle beraber çalıştım, onlarla karşı karşıya aynı şeyi not ediyorduk, ecnebiler bir sahife yazıncaya kadar ben on sahife yazar, işimi bitirirdim. Anadolu’dan gelen çocuklara da bir iki ay gibi kısa bir sürede okuma yazmayı öğretirdim.
Bu meseleyi kapatalım. Aksi halde ebkem (dilsiz) kalırız, Âlem-i İslam’ı da üzerimize hücum ettiririz ve kendi aramızda birbirimizi yeriz. Başkaları bunu bize aşılıyor, kendimizi onlardan koruyalım.
İNÖNÜ AÇIK SÖYLEDİ
Karabekir Paşa hangi mahsurları söylüyorsa değişiklik onun için yapılmıştı. Hedef, okuma yazma öğrenmek değil, Batılılara uyup ümmetten kopmaktı.
Bunu da İsmet İnönü söylüyordu. İnönü hatıralarında açık bir dille, “Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi, alfabenin öğrenilmesinin zor olması değildi. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” diyordu.
Daha ne desin? İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, yapılanları “Bundan sonra Türk kütüphanelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzumunu hissedecektir” sözleriyle özetliyordu.
İSTANBUL İÇİN ENTELEKTÜEL TARTIŞMA DOĞU İÇİN ACI…
Aslında buraya kadar anlatılanlar vakanın İstanbul ayağıydı. İstanbul için entelektüel bir tartışmadan ibaret olan çok şey Doğu için acıdır.
Biz, “Doğu” kavramına hep de etnik bir anlam yükleyerek hata yapıyoruz. Bu kavramın yerine göre etnik anlamı elbette vardır. Ama 1923’ten sonra ise Ankara, Batı’da idi. İstanbul, o Batı’nın entelektüel tartışmalarını yapan şehir… Geriye kalan tüm ülke ise baştanbaşa Doğu idi. Trakya Doğu’daydı, Rize Doğu’daydı, Burdur Doğu’daydı, İzmir Doğu’daydı. Ankara’nın yanı başındaki Türk kasaba ve şehirleri bile Doğu’ydu…
Ankara kanun çıkarır, İstanbul bu kanunların entelektüel tartışmalarını yalılarda yaparken bu geniş coğrafyaya yayılmış Doğu kan ağlıyordu.
Ankara’da kanun harf değişikliği diyordu, oysa Doğu’da yapılan harf yasağıydı. Öyle de değil, bizzat Kur’an yasağıydı.
Ankara’da kanunlar çıkarılırken makulden yana tevil edilir, Doğu’da tevile ihtiyaç yoktur, çünkü “zor” vardır, zorun kolaylığı, keyfi vardır.
İstanbul, kütüphanelerimiz ne olacak, gazetelerimizi nasıl çıkaracağız, diye tartışıyordu. Doğu’da çocuklarımıza Kur’an’ı nasıl öğreteceğiz, Kur’an’ı öğrenmeyen dinsiz kalır, biz dinsiz bir nesle ne yapacağız, deniyordu.
Müslüman halk, kendi öz yurdunda, daha birkaç yıl düşmana karşı savunduğu yurdunda, Kur’an dersi için, dağlara çıkıp mağaralarda yer aramak zorunda kalıyor. Köylerin girişine Jandarmanın gelişini haber versin diye bekçiler yerleştiriyordu.
Kur’an, bir iki fıkıh kitabı, mevlit gibi birkaç kitap bir yana acil ihtiyaç duyulmayan ne kadar eser varsa dağlarda toprağın altına gömülüyor, yeri unutuluyor, korkudan çıkarılamıyor ve oralarda çürüyüp gidiyordu.
Bugün yaşlılara yönelik iyi bir hafıza yoklamasıyla o eserler aransa yer altından kim bilir ne kalıntılar çıkacak?
Ve oradaki sivil direniş, bugün o tarih olduğu gibi duruyor. Araştırılsa ortaya nasıl da ilim destanları çıkacak?
Evindeki kitapları atmadığı için karakollara götürülenler, yollarda dövüle dövüle ya da soğuk nezarethanelerde can verenler… Medresesini kapatmamak için Fransız sömürgesi Suriye’yi daha emin toprak bulup oraya göç edenler… Medrese eğitimi almak için Fransız hâkimiyeti altındaki Suriye ya da İngiliz hâkimiyeti altındaki Irak’a geçmek zorunda kalanlar…
Ne garip bir durum: Birkaç yıl önce Fransızlardan, İngilizlerden kurtarılan topraklarda Kur’an yasak, İslamî ilimler yasak…İngiliz ve Fransızlara teslim topraklarda Kur’an serbest, İslamî ilimler serbest, harf değişikliği yok…
İçeride bizim hafızamız siliniyordu. Dış güçler ise açık bir mesaj veriyordu: Sömürge olmak, sömürge olmamaktan daha iyidir. Biz, sizi sizden daha iyi yönetiriz. Bize karşı direnirseniz bu hale düşersiniz, diyorlardı.
1950’lerde bir rahatlama yaşandı, saklı nice eser çıkarıldı ama 1960 ihtilalinden sonra her şey başa döndü. Tekrar nice eser toprağa gömüldü.
O eserler, o büyük hafıza, o geniş hazine kendisine uzanacak elleri bekliyor. Belki eserler bulunmayacak ama eserlerin sahiplerinden, sahiplerinin mirasçılarından çok şey öğrenilecek.