İslamdan niye korkuyorlar?
Batı, dini hep güçle ilişkilendirmiş, İslamın yayılmasını hep ya kılıç ya da menfaatle açıklamaya çalışmış. Ama şimdi Batı bu kadar güçlü ve zengin; İslam ise bu kadar silahsız ve yoksul iken İslam davetinin etkili olmaya devam etmesi tabiri caizse Batının ödünü kopardı
ABDULKADİR TURAN / DOĞRUHABER/ANALİZ
Sıradan bir Müslüman’a İslam dünyasının durumunu sorsanız “En kötü asrımızdayız” cevabını alma ihtimaliniz yüzde doksanın da üzerinde…
Siyasi açıdan bakıldığında İslam’ın durumu hiç de iç açıcı değil. İslam’ın en büyük gücü ümmet dayanışmasıdır. Oysa Gazze, Myanmar, Orta Afrika veya Diyarbakır… Fark etmiyor Müslümanlara kim, nasıl zulmederse etsin Türkiye’den başka bir yerden tek ses çıkmıyor. O sesin de kısılması yönünde yapılanlar artık gözler önünde. Türkiye, adeta kuşatılmış ve kuşatılmaya devam ediliyor. Birkaç yıl öncesine kadar gücünü komşularıyla sıfır sorundan alırken bugün her tarafı büyük bir titizlikle sorunlarla örülüyor, ona Batı dışında bir güçle ittifak kurabilmesinin bütün kapıları bir bir kapatılıyor.
Açık bir ifadeyle, etkili veya etkisiz, sözde kalan veya az da olsa iş gören bu “kısık ses” dahi dünya Müslümanları için çok görülüyor. Bu kısık ses bile, “diklenme” olarak görülüyor; bin bir oyunla boyun eğdirilmeye, uluslararası koroya katılması için te’dip edilmeye çalışılıyor.
Yirmi otuz yıl önce, dünyanın herhangi bir yerinde bir İslam toplumuna yönelik bir saldırı olduğunda belki dünyanın otuz ayrı yerinden protesto sesleri yükselirdi. Bugün o seslerin hiçbiri duyulmuyor. Müslümanlar, kendi yaralarını sarmak bir yana, acılarına ağlayamıyor bile…
O hâlde Batı, neden bu kadar panikte? İslam’dan neden bu kadar korkuyor? Batı ayakta kalmak için düşmana muhtaç, herkesin emperyalizme boyun eğdiği bir dünyada bulabileceği en iş görür düşman da İslam’dır, denebilir. Bu, kesinlikle doğruluk payı yüksek bir tespittir. Batı’nın ayakta kalma karakterini bilip de bu tespite hemen “Yanlış” diyecek tek kişi yoktur herhâlde.
Ama Türkçe’ye “İslam korkusu” olarak çevrilen İslamofobi bu kadar tek yönlü de değildir. Daha yerinde bir ifadeyle sorunun tek sebebi yoktur. Hatta belki tek sebebe indirmek başlı başına bir oyundur.
İslam’ın siyasi anlamda en büyük güç kaynağı ümmet dayanışması ise bir din olarak en büyük güç kaynağı da davetine karşılık bulma başarısıdır.
1435’i gösteren Hicri takvimle on dört asrı çoktan aşan, Hira’daki ilk Kadir Gecesi başlangıcıyla 1448 yaşını dolduran İslam davetini bugüne kadar hiçbir güç durduramadı. Müslümanlar, siyasi olarak güçlü olduklarında İslam orduları ülkeler fethetti. İslam siyasi hareket olarak zayıf olduğunda ise bayrağı tek başına İslam davetçileri taşıdı. Hatta İslam fatihlerinin çetin savaşlara rağmen giremediği topraklara İslam davetçileri bir şekilde ulaştı ve kılıçsız, oraların İslam’ını sağladı. Afrika’nın kuzey şeridi ve Sudan hariç tamamı, İslam’la böyle şereflendi. Endonezya, Malezya ve diğer Asya adaları…
Bugün İslam, siyasi olarak zayıf ama İslam davetçileri yine iş başında, “Ortadoğu” dedikleri coğrafyada Müslümanların kafası ezilirken Avrupa kentlerinde, Amerika’da hatta Çin ve Japonya’da kafalar İslam’a dönüyor. Her gün değişik milliyet, yaş ve mesleklerden nice kişi “Ben İslam’ı seçtim” diye haykırıyor. Avrupa’da, Afrika’da adeta altından yapılma kiliseler boş kalırken büyük şehirlerde bodrum katlardaki mescitler, Afrika’nın çöllerinde kerpiçten hatta çitlerden yapılma mescitler dolup taşıyor.
BATI’YI TESKİN EDEN KATOLİK YAYILMASI
İslam ordularının daha ilk yüzyılında bir koldan İstanbul önlerine, diğer koldan Endülüs’e dayandığı günden bu yana Batı’da İslamofobi vardır. Her Batılı, İslam orduları korkusunu işleyen hikâyelerle büyümüş. Bu hikâyelerin tamamına yakını yalan da olsa Batı, kendi sosyolojisine İslam karşıtlığını yerleştirmeyi başarmış. Dünyanın dört bir yanına yayılan İslam’ın bir gün kendi kapılarına da dayanacağına dair her zihinde bir dehşet meydana getirmiş.
Bu korku, son üç yüzyılda kısmen dinmiş; Batı kısmen sükûnet bulmuştu. Bu sükûnetin tek sebebi Batı’nın sömürgeler, bilinçlenme ve sanayi ile elde ettiği güce dayanan özgüven değildir.
İslam, üç yüzyıl önce nüfus açısından muhtemelen dünyanın en büyük gücüydü; din olarak dünyanın en geniş coğrafyasını kontrol ediyordu. Çin seddinden Fas’a uzanan muazzam topraklar üzerinde mutlak söz sahibiydi.
En başta İspanya ve Portekiz, sömürgelerinde kalıcı olmak için Katolikliği bir ideoloji olarak kullandılar. Keskin bir laik olan Fransa da onlarla aynı yolu denedi, girdiği topraklarda Katolik Kilisesi’ni yedeğine aldı; sömürgelerine insan kaynağı sağlamak için Katolik papazların ikna gücünden yararlandı. İtalya da Habeşistan gibi topraklarda aynı izde yürüdü.
Katoliklik, kılıç ve para gücüyle Orta ve Güney Amerika, Doğu, Batı ve Orta Afrika geniş alanlarının yanında Filipin adaları gibi coğrafyalara da kimi zaman en fanatik biçimiyle yayıldı. Katolik nüfus, dünyadaki İslam nüfusuna yaklaştı ve diğer Hıristiyan mezhepleri ile birlikte Müslüman nüfusu geride bıraktı.
Sonradan sosyalizme karşı da set oluşturacak olan bu Katolik yayılma, Batı’yı İslam’a karşı tam anlamıyla rahatlattı, din konusunda Batı’ya özgüven sağladı. Batı, belki tarihinde ilk kez İslam’ın yayılma gücünü aştığını düşündü. Siyasi olarak zayıf olan İslam’dan bir din olarak da korkmasının yersiz olabileceği kanaatini neredeyse kabul etti.
Bu süreçte, II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yıkım ve Batı’nın işçi gücünün iş ihtiyacını karşılayamaması, Batı’yı İslam dünyasından işçi almaya zorladı.
Bu işçi alımı ve bu alımın tetiklediği mülteci akınıyla birlikte Batı, küçük istisnalar dışında, İslam orduları tarafından fethedilen topraklarının dışında ilk kez coğrafyasında mescit açılmasına razı oldu.
Batı, işçi göçü ve mülteci akını karşısında asimilasyon (erime) için gerekli ortamı bütün unsurları ile hazırlamıştı. İşçilerin önemli bir kısmı Pakistan, Cezayir gibi eski sömürgelerden alınıyordu. Bunlar Batı kültürüne çok yabancı değildi. Buna İslam dünyasındaki Batı yanlısı yönetimlerin verdiği Batılı eğitim ve işçiler arasında etkin olan sosyalizmin halkları Batı lehine asimile etme yeteneği de eklenince bu işçilerin en çok iki kuşak sonra önce çağdaşlaşması, sonra belki din olarak da Batı’ya adapte olması bekleniyordu. Öyle olmadı. Öyle olmamakla da kalmadı. Batı’yı şoke edecek bir şekilde tam aksi yönde yol aldı. Katolik Hıristiyanlık Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da yoksul mensuplar kazanırken Avrupa’nın ortasında İslam, zengin Müslümanlar kazanıyordu. Bilim adamları, siyasetçiler, sanatçılar Müslüman oluyor; işçiler, ev hanımları, Müslüman gençlere âşık olan genç kızlar “İslam’ı seçtik” diye haykırıyorlar, bir kısmı çok geçmeden anne babasını da Müslüman olmaya ikna ediyordu.
Bu süreçte Protestanlık; Katoliklik üzerindeki baskısına son vermekle kalmadı, adeta onun yardımına koştu. Daha önce Şii veya Vahhabi Müslümanlar misali bütün enerjilerini Katolik ve Ortodoks mezhebinden Hıristiyanları Protestanlık mezhebine döndürmek için tüketen, bütün misyonerlik faaliyetlerini bu mezhepler arası iktidar savaşına seferber eden Protestanlar da Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırma seferberliğine katıldılar. Amerika’nın dünya genelindeki siyasi imkânlarından yararlanmanın yanında çok büyük bir ekonomik güce sahip olan özellikle Evanjelist Protestanlar Kore gibi ülkelerde büyük başarılar da sağladılar. Hıristiyanlığın nüfusuna milyonları kattılar ancak İslam dünyasına yönelik faaliyetlerinde bir adım yol almadılar. Kimi başkentlerde özellikle maneviyattan uzak kalmış solcu-liberal ailelerin çocuklarını etkilemeye başladılarsa da hiçbir zaman masraflarına bedel olacak, umutlarını kırmayı engelleyecek neticeler almadılar.* Hatta misyonerlerinin bir kısmı Müslümanları Hıristiyanlaştırmak bir yana İslam dünyası serüveninde İslam’ı seçip ülkesine döndü, Hıristiyanları Müslümanlaştıran bir İslam davetçisi olarak hizmet etti.
Batı, dini hep güçle ilişkilendirmiş, İslam’ın yayılmasını hep ya kılıç ya da menfaatle açıklamaya çalışmış. Ama şimdi Batı bu kadar güçlü ve zengin; İslam ise bu kadar silahsız ve yoksul iken İslam davetinin etkili olmaya devam etmesi tabiri caizse Batı’nın ödünü kopardı.
Özellikle İslam’a yenilen Evanjelist çevre, her dönemin siyasi kargaşasında pay sahibi Yahudi düşünürlerin de katkısıyla Batı’da İslamofobiyi yeniden depreştirdi, üniversitelerin tarih ve sosyoloji bölümlerinden aldığı destekle bu korkuyu düşünsel temellere oturttu, siyasetçilere kabul ettirdi ve operasyon safhasına geçti. **
İSLAM DÜNYASINDA YAŞANANLAR
İslam dünyasında yaşananların kaynağında Batı’nın İslam’a karşı korkusu ve savaşı var. Bununla birlikte sonradan Müslüman olan bazı Batılı gençler İslam dünyasında yaşanan savaşın içindeler.
Bu gençlerin İslam’ından kuşku duymak doğru değil. Sahtekârlar, her zaman bulunur ama bu gençlerin çoğu, İslam konusunda gerçekten samimi ve bu samimiyetini de ispatlamıştır.
Ama Avrupa’yı içten fethedebilme kapasitesine sahip kimi mühendis, kimi doktor, kimi sanatkâr bu gençleri kadim İslam coğrafyasına yönlendirmek; boşlukta kalan Batı gençliği için bir ışık olacak iken insan (personel-kişi) ihtiyacının en uzak ihtiyaç olduğu İslam dünyasındaki savaşlarda onları cephelere sürmek… Buradaki konumları yerel güçlerle doldurulabilirken Batı’daki yerlerini boş bırakmak…
Bunu sorgulamayı “komplo” ile açıklamak, en azından Batı’yı ilahlaştırmaya götürecek kadar her şeyi Batı’yla izah etmek kadar tehlikelidir, yanlıştır.
Dünya Müslümanları, en azından bir kuşkunun yol açtığı kararsızlıktan kurtulmak için “O gençler, neden orada değil, burada” sorusuna cevap bulmak zorundalar.
Çılgın Batı gençliği içinde Batılıların bir kesiminin her zaman ilgi duyduğu manevi (mistik) bir hayata yönelerek kadim Batı’yı güç durumda bırakan o gençler, bugün İslam korkusunu Batı’da daha etkin hale getirmek için “korkunçlaştırılıyorsa” bunun arkasına bakmamak için nasıl bir neden olabilir?
*Bu gençlerin tamamına yakını kısa bir süre içinde onlarla bağını kesti. Ama Protestan misyonerliğin sadece sol liberal ailelerin çocukları üzerinde etkili olmasının siyasi izler bırakmış olması mümkündür. Evanjelistler, bugün kendilerini İslam dünyasında İslamî hizmetlere karşı sol-liberal kesimle müttefik görüyorlar. Dinsel açıdan da Amerika’daki politik ayrışım açısından da bu büyük çelişki denecek bir durumsa da İslam dünyası açısından artık saklanamaz bir gerçektir. Evanjelistler Mısır’da Sisi iktidarına verdikleri destek (önde gelenlerinden Tony Blair’in Sisi’ye danışman olacak kadar ileri gitmesi), Hafız Esed’den bir türlü vazgeçmemeleri, Türkiye’de en uç solcu gruplarla dirsek temasında bulunmaları… Akla ister istemez şu soruyu getiriyor:
Acaba Evanjelistler İslam dünyası tecrübesinden “Müslümanlar solculaşmadan-liberalleşmeden Hıristiyanlaşmaz” sonucuna mı vardılar?
**Evanjelistler, İslam dünyası tecrübesinde öylesine bir umutsuzluğa kapıldılar ki babası Müslüman olan birinin asla Hıristiyan olmayacağını dahi işlemeye başladılar. Onlar için en çarpıcı örnek ise Başkan Obama idi: Evanjelistlerin önde gelen isimlerinden Franklin Graham’ın Ağustos 2010’da CNN’e verdiği mülakatta Obama ile ilgili anlattıkları onların derin umutsuzluğunu en açık şekilde ifade ediyordu. “Bence Başkan Obama’nın problemi bir Müslüman olarak doğmasıdır. Onun babası bir Müslümandı.
Yahudilik anne soyundan geçtiği gibi İslam da baba soyundan geçiyor. O bir Müslüman olarak doğdu. Babası ona bir İslam ismi verdi.” diyen F. Graham, ardından tepkilerden korkarak “Başkan, ben İslam’dan vazgeçtim, Hıristiyanım” diyorsa ona güvenirim dese de ilk söylediklerindeki vurgu sonradan söylediklerini anlamsızlaştırıyordu.
(http://politicalticker.blogs.cnn.com/2010/08/19/graham-obama-born-a-muslim-now-a-christian/)
NOTLAR:
BATI’DAKİ İSLAMLAŞMA İLE İLGİLİ BAZI KAYNAKLAR: 1. http://www.onislam.net/english/reading-islam/my-journey-to-islam/456232-british-gentleman-journey-to-islam.html 2. http://wechooseislam.wordpress.com/ 3. http://www.muslimconverts.com/