Kibir Büyük Bir Afettir!
Kibir: Sözlükte büyüklük demektir. Istılahta ise tekebbür den gelip hadis-i şerifte geçtiği gibi büyüklenip hakkı kabul etmemek ve insanları hor ve küçük görmektir. Kibir, Allah Teâlânın hiç sevmediği, hatta en fazla gazap buyurduğu mânevî hastalıkların en fenasıdır ve şeytanın işlediği ilk cürüm olup kalbi hastalıkların başında gelir.
Abdulkuddus Yalçın / İnzar Dergisi
Abdullah bin Mes’ûd radiyallahu anh’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:“Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez.” Sahabenin biri: "İnsan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını arzu eder", deyince şunları söyledi: “Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Kibir: Sözlükte büyüklük demektir. Istılahta ise “tekebbür ”den gelip hadis-i şerifte geçtiği gibi büyüklenip hakkı kabul etmemek ve insanları hor ve küçük görmektir.
Kibir, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği, hatta en fazla gazap buyurduğu mânevî hastalıkların en fenasıdır ve şeytanın işlediği ilk cürüm olup kalbi hastalıkların başında gelir.
Bu hastalığın mikrobunu alan bir kimse kendini büyük görmeye, insanlardan üstün olduğunu düşünmeye başlar. Kalbindeki bu hastalık ilerledikçe, kendisine insanlardan farklı imkânlar ve özellikler verildiğine inanır. Sonunda kibir ve gurur bütün davranışlarına hâkim olur. İşte o zaman melekler bu haddini aşmış kimseyi kibirliler ve zalimler defterine yazarlar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zalimler grubuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî)
Oysa büyüklük Allah’a mahsustur. İnsanın kibirlenmesi, sadece Allah’a ait bir özelliğin kendinde de bulunduğunu iddia etmesi demek olur ki, işte bu haddini bilmemektir.
Asıl, kula yakışan tevazudur. Haddini bilmektir. Kusur ve noksanlarının farkında olmak, güçsüzlüğünü anlamak, bilgisizliğini kabul etmektir. Allah’ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunu itiraf etmektir.
Bir kulun, aczini ve yetersizliğini unutarak çalım satması, kurumlu yürümesi, insanlara değer vermemesi Cenâb-ı Hakk’ın affetmeyeceği bir küstahlıktır. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” sözü, kibir hastalığına yakalanan kimselere güzel bir öğüttür.
Şayet Allah Teâlâ bize güzel nimetlerinden bol bol vermişse, kendi bileceği bir sebep ve hikmete binaen bize daha fazla lütufta bulunmuşsa, bu bizim kibirlenmemizi değil, O’na daha fazla şükretmemizi gerekli kılar. Bizden daha az lütfa ermiş insanları hor ve önemsiz görmek, Cenâb-ı Hakk’a saygısızlık olur. Efendimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki: "Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi kötülük olarak yeter." (Müslim, Tirmizî)
Malın, makamın, servetin, güzelliğin ve insanların hayran kalıp alkışladığı her varlığın bir emanet olduğunu düşünemeyen insan, büyük bir yanılgı içine girerek bu cazip imkânları kendi gayretiyle kazandığını zanneder. Bunları verenin dilediği zaman çekip alabileceğini hesaba katmadığı için de hep aynı durumda kalacak hayaliyle kendini üstün görmeye başlar. Sadece kendisi gibi olanlarla düşüp kalkar. Kendisi gibi olmayanları küçük, seviyesiz ve önemsiz bulur.
Bu tip insanlar kendilerini diğer insanlardan farklı gören, halkı aşağılayan, onlara sevgiyi, ilgiyi ve sahip oldukları maddî ve mânevî şeyleri lâyık görmeyen kimselerdir. Büyüklük ve ayrıcalık hastalığı onları toplumdan koparmıştır.
İşte bu tavır, yegâne kudret ve kuvvet sahibi, kâinattaki her şeyin tek maliki olan Allah Teâlâ’yı gazaplandırır.
Zira kullarını çok seven Yüce Mevlâ, kimsenin onlara sert davranmasına, onları incitmesine razı olmaz. Verdiği maldan onlara da verilmesini, gönüllere koyduğu sevginin onlara da gösterilmesini ister.
Hârise bin Vehb radiyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, diyor: “Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.”(Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Hazinesinin sadece anahtarlarını, güçlü kuvvetli kimselerden meydana gelen bir ekibin taşıyabildiği Kârûn, servetine güvendiği, böbürlenip gururlandığı, çeşitli kötülükler ve bozgunculuklar yaptığı için Allah Teâlâ onu servetiyle birlikte yerin dibine geçirmiştir.
Evet, tarih; kibir ve zulmün bayraktarı olarak bilinen Nemrut, Firavun, Hâmân ve onların izinden giden; kendini beğenmiş, kulluğunu unutmuş, hakkı ve hakikati ayaklar altına almış daha nice zalimleri de kaydetmiştir.
Bu sebeple insan her zaman kendini kontrol etmeli, hakka boyun eğip halka değer vermeli, her zaman başı yerde olmalı, duygularının nizam ve intizamdan çıkmamasını sağlamalıdır. Böyle bir nefis muhasebesi yapılmadığı zaman, insanın tabiatında bulunan kendini beğenme ve başkalarını küçümseme hastalığı, müsait şartlarda depreşip gün yüzüne çıkabilir. İşte o zaman ayaklar yerden kesilmeye, insan kendini başkalarından üstün görmeye, mertebece kendinden aşağıda olanları ezmeye başlar. Bu halin sonu, Allah korusun, o hayalî yükseklikten cehennem çukuruna tepe taklak düşmektir.
O halde insan Cenâb-ı Hakk karşısındaki aczini, onun yanında boynunun kıldan ince olduğunu asla unutmamalıdır.
Zira kulun vazifesi, Allah’ın buyruklarına uymak, O’nun istediği şekilde davranmak, sahip olduğu imkânlara aldanıp böbürlenmemektir. Sonunda kazançlı çıkacak ve Allah’ın cennetine ve cemâline nâil olacaklar işte bunlardır.
Hadis-i şeriften güzel elbise ve ayakkabı giymenin kibirle ilgili olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısı ile varlıklı olan kimsenin güzel ve pahalı elbiseler giymesinde bir beis yoktur. Dinimiz güzel giyime karşı değildir. Hatta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şeriflerinde: “Allah Teâlâ’nın, kuluna verdiği nimeti onun üstünde görmekten memnun olacağını” ifade buyurmuştur (Tirmizî).
Ancak giyilen güzel şeyler kulluğu unutmaya, kibirlenmeye, gururlanmaya ve aynı şeyleri giyinip kuşanamayanların küçümsenmesine yol açarsa, hedeften sapılmış olur. İnsan kibirlenmek, farklı olduğunu hissettirmek, çalımlı yürümek için değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına şükretmek için güzel giyinecektir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ kıyamet gününde böbürlenerek elbisesini yerde sürüyen kimsenin suratına bakmaz.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Arap erkekleri, öteden beri evlerinde olduğu gibi dışarıda da entari giyerler. Bu onların tabii ve milli kıyafetidir. Zengin ve kibirli olanları ise bu giysileri özellikle gösteriş ve çalım satmak için topuklardan aşağı inecek kadar uzun yaptırıyorlardı. İşte bu, hadis-i şerifin kesin ifadesi ile haram kılınmıştır. Kibir düşüncesi olmadan topuklardan inmesi ise, Resûlullah’ın yasağına ters düşeceği için mekruh sayılmıştır. Demek haram olan, kibir niyeti ile elbise giymek ve giyilen elbise ile kibirlenmektir.
Buradan anlaşılıyor ki kibrin, gururun, kendini beğenmenin her türlüsü çirkindir. Zira Allah Teâlâ’nın lütfettiği nimetler, bu nimetleri verene karşı daha mütevâzi davranılmasını gerekli kılar. Hem bu nimetlerden faydalanıp hem de Allah’ın kullarına çalım satmak, doğrudan doğruya o nimeti verene saygısızlık etmek anlamına gelir. (R. Salihin`in tercüme ve açıklaması: Heyet)
Kibrin afetleri
Aslında kibir başlı başına bir afettir, bir bela, bir musibet ve bir felakettir. Bununla birlikte kibrin birçok afet ve kötü neticeleri vardır: Başta Allah`ın rahmet nazarından, cennetten mahrum kalıp sevgisini kaybetmek “Hiç şüphesiz Allah büyüklük taslayanları sevmez” (Nahl: 23); cehenneme, Allah Azze ve Celle`nin azabına ve gazabına müstahak olmak kibrin en büyük afetlerindendir.
Kibrin bir musibeti de Allah Teâlâ`nın ayetlerine hidayet olmamaktır. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım." (A`raf: 146).
Bir diğer afeti de...
Kibir: Sözlükte büyüklük demektir. Istılahta ise “tekebbür ”den gelip hadis-i şerifte geçtiği gibi büyüklenip hakkı kabul etmemek ve insanları hor ve küçük görmektir.
Kibir, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği, hatta en fazla gazap buyurduğu mânevî hastalıkların en fenasıdır ve şeytanın işlediği ilk cürüm olup kalbi hastalıkların başında gelir.
Bu hastalığın mikrobunu alan bir kimse kendini büyük görmeye, insanlardan üstün olduğunu düşünmeye başlar. Kalbindeki bu hastalık ilerledikçe, kendisine insanlardan farklı imkânlar ve özellikler verildiğine inanır. Sonunda kibir ve gurur bütün davranışlarına hâkim olur. İşte o zaman melekler bu haddini aşmış kimseyi kibirliler ve zalimler defterine yazarlar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zalimler grubuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî)
Oysa büyüklük Allah’a mahsustur. İnsanın kibirlenmesi, sadece Allah’a ait bir özelliğin kendinde de bulunduğunu iddia etmesi demek olur ki, işte bu haddini bilmemektir.
Asıl, kula yakışan tevazudur. Haddini bilmektir. Kusur ve noksanlarının farkında olmak, güçsüzlüğünü anlamak, bilgisizliğini kabul etmektir. Allah’ın sonsuz kudreti karşısında bir hiç olduğunu itiraf etmektir.
Bir kulun, aczini ve yetersizliğini unutarak çalım satması, kurumlu yürümesi, insanlara değer vermemesi Cenâb-ı Hakk’ın affetmeyeceği bir küstahlıktır. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz” sözü, kibir hastalığına yakalanan kimselere güzel bir öğüttür.
Şayet Allah Teâlâ bize güzel nimetlerinden bol bol vermişse, kendi bileceği bir sebep ve hikmete binaen bize daha fazla lütufta bulunmuşsa, bu bizim kibirlenmemizi değil, O’na daha fazla şükretmemizi gerekli kılar. Bizden daha az lütfa ermiş insanları hor ve önemsiz görmek, Cenâb-ı Hakk’a saygısızlık olur. Efendimiz aleyhissalatu vesselam buyuruyor ki: "Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi kötülük olarak yeter." (Müslim, Tirmizî)
Malın, makamın, servetin, güzelliğin ve insanların hayran kalıp alkışladığı her varlığın bir emanet olduğunu düşünemeyen insan, büyük bir yanılgı içine girerek bu cazip imkânları kendi gayretiyle kazandığını zanneder. Bunları verenin dilediği zaman çekip alabileceğini hesaba katmadığı için de hep aynı durumda kalacak hayaliyle kendini üstün görmeye başlar. Sadece kendisi gibi olanlarla düşüp kalkar. Kendisi gibi olmayanları küçük, seviyesiz ve önemsiz bulur.
Bu tip insanlar kendilerini diğer insanlardan farklı gören, halkı aşağılayan, onlara sevgiyi, ilgiyi ve sahip oldukları maddî ve mânevî şeyleri lâyık görmeyen kimselerdir. Büyüklük ve ayrıcalık hastalığı onları toplumdan koparmıştır.
İşte bu tavır, yegâne kudret ve kuvvet sahibi, kâinattaki her şeyin tek maliki olan Allah Teâlâ’yı gazaplandırır.
Zira kullarını çok seven Yüce Mevlâ, kimsenin onlara sert davranmasına, onları incitmesine razı olmaz. Verdiği maldan onlara da verilmesini, gönüllere koyduğu sevginin onlara da gösterilmesini ister.
Hârise bin Vehb radiyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, diyor: “Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.”(Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Hazinesinin sadece anahtarlarını, güçlü kuvvetli kimselerden meydana gelen bir ekibin taşıyabildiği Kârûn, servetine güvendiği, böbürlenip gururlandığı, çeşitli kötülükler ve bozgunculuklar yaptığı için Allah Teâlâ onu servetiyle birlikte yerin dibine geçirmiştir.
Evet, tarih; kibir ve zulmün bayraktarı olarak bilinen Nemrut, Firavun, Hâmân ve onların izinden giden; kendini beğenmiş, kulluğunu unutmuş, hakkı ve hakikati ayaklar altına almış daha nice zalimleri de kaydetmiştir.
Bu sebeple insan her zaman kendini kontrol etmeli, hakka boyun eğip halka değer vermeli, her zaman başı yerde olmalı, duygularının nizam ve intizamdan çıkmamasını sağlamalıdır. Böyle bir nefis muhasebesi yapılmadığı zaman, insanın tabiatında bulunan kendini beğenme ve başkalarını küçümseme hastalığı, müsait şartlarda depreşip gün yüzüne çıkabilir. İşte o zaman ayaklar yerden kesilmeye, insan kendini başkalarından üstün görmeye, mertebece kendinden aşağıda olanları ezmeye başlar. Bu halin sonu, Allah korusun, o hayalî yükseklikten cehennem çukuruna tepe taklak düşmektir.
O halde insan Cenâb-ı Hakk karşısındaki aczini, onun yanında boynunun kıldan ince olduğunu asla unutmamalıdır.
Zira kulun vazifesi, Allah’ın buyruklarına uymak, O’nun istediği şekilde davranmak, sahip olduğu imkânlara aldanıp böbürlenmemektir. Sonunda kazançlı çıkacak ve Allah’ın cennetine ve cemâline nâil olacaklar işte bunlardır.
Hadis-i şeriften güzel elbise ve ayakkabı giymenin kibirle ilgili olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısı ile varlıklı olan kimsenin güzel ve pahalı elbiseler giymesinde bir beis yoktur. Dinimiz güzel giyime karşı değildir. Hatta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şeriflerinde: “Allah Teâlâ’nın, kuluna verdiği nimeti onun üstünde görmekten memnun olacağını” ifade buyurmuştur (Tirmizî).
Ancak giyilen güzel şeyler kulluğu unutmaya, kibirlenmeye, gururlanmaya ve aynı şeyleri giyinip kuşanamayanların küçümsenmesine yol açarsa, hedeften sapılmış olur. İnsan kibirlenmek, farklı olduğunu hissettirmek, çalımlı yürümek için değil, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına şükretmek için güzel giyinecektir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ kıyamet gününde böbürlenerek elbisesini yerde sürüyen kimsenin suratına bakmaz.” (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-u Mâce)
Arap erkekleri, öteden beri evlerinde olduğu gibi dışarıda da entari giyerler. Bu onların tabii ve milli kıyafetidir. Zengin ve kibirli olanları ise bu giysileri özellikle gösteriş ve çalım satmak için topuklardan aşağı inecek kadar uzun yaptırıyorlardı. İşte bu, hadis-i şerifin kesin ifadesi ile haram kılınmıştır. Kibir düşüncesi olmadan topuklardan inmesi ise, Resûlullah’ın yasağına ters düşeceği için mekruh sayılmıştır. Demek haram olan, kibir niyeti ile elbise giymek ve giyilen elbise ile kibirlenmektir.
Buradan anlaşılıyor ki kibrin, gururun, kendini beğenmenin her türlüsü çirkindir. Zira Allah Teâlâ’nın lütfettiği nimetler, bu nimetleri verene karşı daha mütevâzi davranılmasını gerekli kılar. Hem bu nimetlerden faydalanıp hem de Allah’ın kullarına çalım satmak, doğrudan doğruya o nimeti verene saygısızlık etmek anlamına gelir. (R. Salihin`in tercüme ve açıklaması: Heyet)
Kibrin afetleri
Aslında kibir başlı başına bir afettir, bir bela, bir musibet ve bir felakettir. Bununla birlikte kibrin birçok afet ve kötü neticeleri vardır: Başta Allah`ın rahmet nazarından, cennetten mahrum kalıp sevgisini kaybetmek “Hiç şüphesiz Allah büyüklük taslayanları sevmez” (Nahl: 23); cehenneme, Allah Azze ve Celle`nin azabına ve gazabına müstahak olmak kibrin en büyük afetlerindendir.
Kibrin bir musibeti de Allah Teâlâ`nın ayetlerine hidayet olmamaktır. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştıracağım." (A`raf: 146).
Bir diğer afeti de...