Emperyalizmin işbirlikçisi solcular
Dün PKK kahrolsun ağalar derken ağa çocukları sosyalistleştiklerini iddia ederek Sosyalist Ağa olmuş, eskiden düz ağa olarak belediye başkanı, milletvekili olurken artık PKK mensubu bir yurtsever sosyalist olarak belediye başkanı, milletvekili oluyorlardı.
ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
İslam dünyasındaki sosyalist örgütlenme elbette, Batı kaynaklıdır, Batı’nın uzantısıdır. Ancak kaynak ile dal, uzantı ile kök arasında her zaman fonksiyon benzerliği bulunmak zorunda değildir.
İslam dünyasındaki sosyalistler de Batı’daki sosyalistler gibi Marks okuyor, Lenin’i önder görüyor; bir bölümü PKK gibi Stalincidir, bir bölümü Doğu Perinçek gibi Maocudur. Ama İslam dünyasında sosyalizm, gördüğü iş açısından Batı’daki sosyalizmden çok farklıdır.
Batı’da “burjuva” denen zenginler, “soylu sınıf”ın monarşisi ve kilise ortaklığına karşı çıktı. Monarşik Katolik rejimleri yıkarak veya güçlerini azaltarak onların yerine kapitalist bir sistem kurdu. Kral ve rahiplerin ortak yönettikleri monarşik Katolik yönetimler, “soylu-halk” ayrımı üzerinden sınıfçıydı. Halkı kralın ve kilisenin kölesi gibi kullanıyor, emeğinin karşılığının önemli bir bölümüne el koyuyordu. “Demokrasi” hareketi kapsamında monarşik Katolik rejimlere karşı isyan eden burjuva, o iki kesimin yerine basını sözcü olarak kullanan zengin sınıfı koydu. Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan bu zengin kesim, sanayi ve ticarete dayandığından halkı monarşik Katolik rejimlerden daha da ağır koşullarda yönetti. Kendileri eski prens tipi köşklerde yaşarken onların yanında çalışan işçi kesimi kulübe tipi evlerde çok ağır koşullarda yaşamaya mahkûm etti. Çoğunun günlük çalışma saatleri hiç sınırlandırılmamıştı. Yaşlanan, hastalanan, sakatlanan kişi adeta açlığa mahkûm oluyordu.
Burjuva demokrasisi ancak parası olana yönetime katılma imkânı verdiğinden işçiler, halk yönetimi iddiasıyla işbaşına gelen bu yönetimde hiç söz sahibi değildiler. Kendileri, toplumları ve ülkeleri ile ilgili kararların tamamını kendi patronlarından oluşan parlamentolar veriyordu. Kararı verenler patronlar olunca, her tür düzenleme sadece onların “kâr” hedefine odaklanıyordu. Bu demokrat bir kölelik düzeniydi. Ne insanlıkla ne milliyetçilikle bağdaşıyordu.
Bu ağır hayat koşulları ve adaletsiz siyasi dağılım, Sünnetullah’a uygun olarak önce kalbî-zihnî sonra fiili bir isyan doğurdu. Geçmişte çoğu feodal beylerin köylüsü olan ailelerden gelen işçiler, burjuva demokrasisinden memnun değildiler. Emeklerinin karşılığından daha çok almak ve yönetimde söz sahibi olmak istiyorlardı. Burjuva ise monarşik Katolik rejimlerle çatışarak elde ettiği kazanımları kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Sosyalizm, bu kapitalist yapıya karşı bir işçi sınıfı hareketi olarak ortaya çıktı.
Daha çok bir entelektüel bir grup olan Marksistler, sosyalist hareketin problemlerine el atarak onun oluşturduğu dalgaya el koydular; sosyalizmi kendi tekellerine alarak Avrupa’da burjuvaya karşı işçi sınıfının sözcüsü oldular. Belki de bu, burjuva içinde ciddi bir ağırlığa sahip ama işçi sınıfı arasında oldukça zayıf Yahudilerin iktidarlarını kalıcılaştırmak için buldukları bir oyundu. Avrupa’da iktidar, kapitalistler ile sosyalistler arasında gidip gelecek; kapitalistlerin yerine sosyalistler gelseler de Yahudiler Marksizm üzerinden yine iktidarda kalacaklardı. Sosyalizmin ikinci dönem üç öncüsü Marks, Lenin ve Stalin’in Yahudi kökenli olması da bu iktidar oyununa kanıt sayılabilir.
Bununla birlikte, genel anlamda sosyalizm,
1. Batı Avrupa’da bir işçi hareketi olarak büyümeye devam etti; önce sendikalar, sonra sosyal demokrat partiler üzerinden işçi kazanımlarına katkıda bulundu.
2. Latin Amerika’da ise sosyalizm, milliyetçi hareketlere bir ideoloji zemini oluşturdu; işgal hareketlerine karşı bir kurtuluş ideolojisi olarak iş gördü.
İSLAM DÜNYASININ KONTRA HAREKETİ
Sosyalizm, İslam dünyasında hiçbir zaman bir kurtuluş hareketi olmadı. İslam âleminde sosyalistlerin başlangıç itibariyle kurtuluş önderliğini üstlendiği tek bir ülke yoktur.
İslam âleminde kurtuluş hareketleri Afrika’dan Pakistan’a hep İslamî bir duyarlılıkla başladı; kaynağını Müslümanların, kâfir işgalcilerin ya da onların işbirlikçilerinin yönetimi altında yaşamasını İslam’a ihanet olarak görme inancından aldı.
Müslümanlar, emperyalizme karşı savaşı cihad olarak gördü, insanları cepheye mücahid olarak çağırdı. Bu sadece Afganistan’a, Moro’ya, Libya’ya özgü bir durum değil. Kıbrıs’ta oldukça laikleşen Türk toplumu bile Rum yönetimine karşı verdiği savaşı cihad olarak gördü, o savaşa katılanlara mücahid dedi, onlara önderlik edenler ideolojik yapısı ne olursa olsun, “mücahid önder”ler olarak kabul edildi. Bugün bile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin halkı savaş gazilerini “mücahid” olarak anıyor, birkaç yıl önce ölen eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı da mücahid önder diye methediyor.
Sosyalizm, İslam âleminde kurtuluş hareketlerine karşı milliyetçilikle harmanlanarak bir kontra ideoloji olarak öne çıkarıldı. İslam âlemindeki milli kurtuluş hareketlerinin Batı’nın İslam dünyası üzerindeki sadece işgaline değil, vesayetine de son vermesinden endişe duyan emperyalistler, milli kurtuluş hareketlerinin içine sosyalist işbirlikçiler sızdırdılar, o kurtuluş hareketlerini o ajanlar üzerinden kontrol altına aldılar ve işgal sonrasında onlar üzerinden vesayet rejimleri oluşturdular. Bunun en açık örneği Cezayir’dir. Cezayir’de bugün hâlâ bu kontra ekip iş başındadır. Cezayir Müslümanları, Fransız işgalinden kurtuldular ama bu ajan sosyalistler yüzünden Fransa’nın vesayetine mahkûm kaldılar.
İSLAM DÜNYASI KAPİTALİST OLMADI Kİ SOSYALİST OLSUN
Kapitalizm ve sosyalizm birbirini takip eden iki sistem olarak kabul edilir. Marksist ideolojiye göre bir ülkede kapitalizm oluşmadan sosyalizm oluşmaz.
İslam dünyasında hiçbir zaman gerçek anlamda bir kapitalizm oluşmadı. Türkiye’de Kemal Tahir gibi edebiyatçılar, İsmail Cem gibi siyasetçiler, sosyalist bir kimlikte bulunmalarına rağmen bu gerçeği ifade etmekten geri durmadılar. Onlara göre İslam ekonomi sistemi hatta ondan kalan etki bile asla kapitalist bir sistemin oluşmasına yol açmıyor. Bir yerde İslam toprak hukuku ve İslam sosyal adalet sistemi varsa orada Batılı anlamda bir kapitalist yapının ortaya çıkması mümkün değildir.
İslam dünyasında sistem ne olursa olsun sınıf farkları eski Batı’da olduğu kadar keskin değildir. Kapitalizme en yakın devletler bile işçi hakları konusunda ne kadar duyarsız olursa olsun halkın geneli konusunda paylaşımcıdır. Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar örneklerinde olduğu gibi devlet, sosyal sistemi destekleyerek veya gelirlerin bir kısmını doğrudan halka dağıtarak sınıf farklarının belirginleşmesini engelliyor. Sağlık hizmetlerinden ücret almıyor; elektrik, su hizmetlerini karşılıksız veriyor; bununla birlikte her vatandaşına değişik fonlardan bir miktar para aktarıyor. Bunun olduğu yerlerde zekat sistemi, sınıf farkını çatışma zemininden müreffeh hayat ortaklığı zeminine aktarırken bunun olmadığı yerlerde zekat sistemi en azından kimseyi aç bırakmama işlevi görüyor.
Sosyalizmin İslam dünyasında Batı’da veya Latin Amerika’da olduğu kadar zemin bulmamasında İslam’ın inanç sistemi çok etkili olmuşsa da tek belirleyen değildir. İslam’ın emperyalizm karşıtı tutumu ve sosyalist reformları anlamsızlaştıran ekonomik düzeni de sosyalizmin İslam dünyasında rejimleşme girişimlerinin önünde büyük bir engel oluşturmuştur.
Ancak İslam’ın her tür başarısını gözden kaçırma konusunda uzman olan Batılı şarkiyatçılar, İslam dünyasındaki sosyalistlerin gözlerini kapatıyor. Sosyalizmin İslam dünyasında yol almamasına neden olarak hep halkın cahilliğini işaret ediyor. Onları umutlandırarak ve sık sık ödüllendirerek ayakta tutmaya çalışıyor.
Buna rağmen bugün İslam dünyasında güçlü bir tabana sahip tek bir sosyalist parti yoktur. Tunus ve Mısır gibi ülkelerde kimliği açık sosyalist partilerin seçimlerde yüzde birleri bile bulamadığı görülüyor. Türkiye’de de önce laik milliyetçilik, sonra Alevilik ile bütünleşen CHP’nin bile başarısı ortadadır. Kurduğu hiçbir muhafazakâr işbirliği onun halk desteğiyle iktidar olmasını sağlayamamaktadır.
İslam dünyasında halkın bilincinde haksızlığa karşı hukuk olarak Şeriat yerleşmiş. Halk, haksızlığa karşı sosyalizmi değil, ilahi adaleti istiyor. Baas rejiminin Kürt Baasçılar, Celal Talabani, Cigerxun, Öcalan gibi isimler üzerinden Suriye Kürtleri arasında oluşturduğu ağır tahribata rağmen Suriye Kürtlerinin hâlâ ezici bir çoğunluğunun adalet talebini “Şeriat istiyoruz” diye ifade etmeleri bunun kanıtıdır. Özellikle solcu gazeteci ve sunucular, bu ifade karşısında adeta şok geçiriyorlar ve ancak karşısındaki Suriye Kürdü “sosyalistinin şeriattan kastımız, adil bir yönetimdir” demesiyle kendilerine geliyorlar.
SOSYALİZM ÖLMÜŞKEN KÜRTLERİ SOSYALİZMLE YÖNETMEK
1960 ihtilalinden sonra sisteme işçilerden ve etnik yapılardan sosyal bir taban kazandırılmak üzere Kürt gençleri Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal İşler Dairesi eliyle sosyalistleştirildi. Dairenin ilk yöneticilerinden Yalçın Küçük gibi isimler, “uzun süreli planlar” kapsamında Kürtleri İslamî bir zeminden koparacak bir çalışma yaptı.
O günler için bu çalışma daha çok Demokrat Parti benzeri sağ partilerin Kürtlerden oy almasını engellemek için yapılmış olabilir. Ama amaç ne olursa olsun, katledilmeye çalışılan İslam’dı.
PKK de benzeri pek çok yapı gibi bu proje kapsamında üretildi; Kürtler arasında etkin olmak için milliyetçilik maskesine büründü; Ankara ve İstanbul’da ise “en sosyalist Kürt grup” olarak kendisinden söz ettirmeye başladı. Barzani’nin partisini de Kemal Burkay ve benzeri isimlerin etrafındaki yapılanmaları da ilkel milliyetçi oldukları iddiasıyla yıpratmaya çalıştı.
PKK, Marksist-Leninist-Stalinist bir parti olarak kuruldu ama 1980’li yıllarda devletle çatışmaya girdiğinde her nedense Türk Maocularla işbirliğine gitti. Doğu Perinçek önderliğindeki Türk Maoculuğu hep Türkiye’deki sosyalist harekete karşı bir kontra hareket olarak bilinmişti. PKK’nin bu işbirliği çok absürt gibi görünse de basın önünde devam etti. Doğu Perinçek, 2000’li yıllarda sol yanı yerine milliyetçi yanını öne çıkarınca PKK, onunla ilişkisini kesti. Ama bu sefer eski Doğu Perinçek talebeleri Amerikancı Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın etkisine girdi. Böylece gizli emperyalist müttefiklik ulusal soldan, doğrudan emperyalist müttefikliğe geçti. Doğu Perinçek’in devletle bağını ifşa etmesi misali, PKK de Amerika ile doğrudan bir bağ kurdu.
İlk anda bu bağ, sosyalizmden taviz vermek gibi anlaşılsa da PKK, sosyalizm iddiasını sürdürdü. Kendisine bağlı kitleler üzerinde mutlak söz sahibi olduğundan bu tür çelişkilere düşmekten de hiçbir endişe duymadı.
Eskiden “Emperyalizme hayır!” diyordu, şimdi emperyalizmin bir numaralı açık işbirlikçisiydi. Halk, buna çelişki der miydi? Halk, daha beterini görmüş ve ona dahi ses çıkarmamıştı. Dün PKK “Kahrolsun ağalar” derken ağa çocukları sosyalistleştiklerini iddia ederek “Sosyalist Ağa” olmuş, eskiden düz ağa olarak belediye başkanı, milletvekili olurken artık bir yurtsever sosyalist olarak belediye başkanı ve milletvekili oluyorlardı. Dün halk, onların cahil marabasıydı, bugün onların yurtsever marabası olmuştu. Buna ne oluyor demeyen bir halk hangi şuurla Amerika ile işbirliğine hayır diyecekti?
Halkın rahatsız olabildiği tek şey PKK’nin doğrudan inanç karşıtlığıydı. PKK, bunu saklamaya çalışıyordu. Onun bu saklı yüzünü teşhir eden ise ona düşmandı, onun öfkesine hedef olacaktı. Dindar kesimin bugün onun hedefi haline gelmesine yol açan ana etkenlerden biri de bu öfkedir. PKK, İslam karşıtlığını geçmişte açıkça yaparken bugün bunu emperyalistlerle işbirliği içinde “radikal İslam’a karşı mücadele” kılıfıyla sürdürüyor, halkın bir kesimi bunu anlamıyor, buna aldanıyor ama İslamî kesimler, bunu teşhir etmeye devam ediyor.
PKK, İslamî kesime bundan vazgeçin çağrısını örtük bir dille yapıyor; evinizde oturun, oylarınızı bize verin, bize haraç verin, çocuklarınızı önce fikren, sonra bedenen sizden almamıza izin verin, onları İslam’dan uzaklaştıralım ve dağa çıkaralım, siz de hiçbir şey olmamış gibi davranın diyor. Açıkçası, İslamî kesime kendilerini dondurmalarını ve Moğol askerlerine boyunlarını uzatır gibi geleceklerinin kafasını ona uzatmalarını öneriyor, aksi halde ölürsünüz tehdidinde bulunuyor.
PKK’nin işbaşına gelirse nasıl bir yönetim oluşturacağının pratiği ise Mahmur Kampı ve PYD uygulamalarıdır. Ne yazık ki hiçbir zaman Mahmur Kampı’nı tam inceleme imkânı bulamadık, saf bir PKK kitlesi olan Mahmur Kampı kalanları her şeyi saklı tuttular. Saf bir Marksist terminoloji üzerinden Suriye Kürtlerini yönetmeye kalkışan PYD uygulamaları ise saklanamıyor. PKK, özellikle PYD yüzünden oradan göç edenlerin anlattıklarından rahatsızlık duyuyor, onlara sahip çıkılmasını da bir tür ihanet olarak görüyor, yardım edenlere saldırıyor...