Bir İhya Önderi Olarak Aliya İzzetbegoviç
İzzetbegoviç, Batı coğrafyasında ve bir Batı halkı içinde bir İslami hareket geliştirmiş ilk liderdir. Bosna Müslümanları arasında Aliya, Bosna dışında ise daha çok soyadı ile İzzetbegoviç diye bilinir. İlmi ve hikmeti ile dünyada Bilge Kral olarak da tanınmıştır.
Abdulkadir Turan / İnzar Dergisi
“Beyan ederim ki: Ben, bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günlerime kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adıdır. İslam, dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun onlar için onurlu ve özgür bir yaşamın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.”
Bu sözler Bosnalı Müslüman lider Aliya İzzetbegoviç’e aittir. İzzetbegoviç, Batı coğrafyasında ve bir Batı halkı içinde bir İslami hareket geliştirmiş ilk liderdir. Bosna Müslümanları arasında “Aliya”, Bosna dışında ise daha çok soyadı ile İzzetbegoviç diye bilinir. İlmi ve hikmeti ile dünyada “Bilge Kral” olarak da tanınmıştır.
MÜSLÜMAN BİR ANNENİN SEMERESİYDİ ALİYA
Aliya, 1925’te, Bosna-Hersek’in Bosanski Samac ilinde doğdu. Eşraf bir ailenin çocuğuydu. Ailesinden belediye başkanlığı yapanlar vardı. İki yaşındayken Saray Bosna’ya taşındılar. İlkokulu orada okudu. İlkokul öğretmenlerinin hemen hemen hepsi Sırp’tı. İlkokul öğretmenlerinin Sırp olması, Müslümanları Sırplaştırma projesinin bir ürünüydü.
Ama ailesi şuurluydu. Babası, on yılını yatakta geçirecek kadar hasta olduğundan annesi onun eğitimini üzerine aldı.
Kendisi ilk İslamî eğitimi için şöyle diyordu:
“Rahmetli annem çok dindar bir kadındı ve dine olan bağlılığımı (en azından kısmen) ona borçluyum. Sabah namazlarına tam vaktinde kalkardı. Beni de kaldırırdı ki ben de Haciyska Camii’ne gidebileyim. 12-14 yaşlarındaki bir çocuk olarak tabiidir ki biraz tereddüt ederdim kalkma konusunda. Ama eve daima mutlu dönerdim. Yaşlı İmam Mujezinoviç ikinci rekâtta daima, Kur’an’ın harika surelerinden Rahman Suresi’ni okurdu. Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o âlim, uzun yıllar öncesinin sisleri arasında görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.”
Dikkat edilirse Sırplaştırma projesine karşı, bir Müslüman anne direnişi ve onun da içinde yer aldığı bir sivil İslami yapılanmayla yüz yüzeyiz. İşte bu sivil İslami yapılanma, o devlet desteğindeki Sırplaştırma projesini yeniyor, onu alt ediyor.
Aliya, gençlik döneminde, Bosna’nın ünlü Erkek Lisesine kaydoluyor. Orada komünistler örgütlüydü. Aliya ise henüz 15 yaşında ve komünist öğrenciler Müslüman genç avında… Eşitlikten, adaletten söz ediyorlar ve bu, baskı altındaki Müslümanlara çekici geliyor. Aliya, onlardan etkileniyor ama onların Allah hakkındaki düşünceleri ona doğru gelmiyor, ona göre Allah’a iman, halkı ezen değil, halkı kral ve imparatorlara karşı koruyan bir güçtür: “Tanrısız, bir kâinat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman. Bu nedenle inancım bir iki yıllık bir salınımdan sonra geri döndü ama farklı bir biçimde. O (İslam), artık sadece atalarımdan devraldığım bir din değildi, yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim.”
Aliya, okulda durumu orta bir öğrencidir; bunu o günlerde hocalarının Sırp olmasına bağlar. Kendisini Batı felsefesine verir. Bergson’u, Kant’ı, Spengler’i okur. II. Dünya Savaşı yıllarında okulu biter. Askere gitmesi gerekmektedir. Bosna’da Nazi yanlısı bir rejim var. Aliya askere gitmez, kaçak olmayı tercih eder.
Sosyalist Yugoslavya, dünyadaki bütün sosyalist rejimler gibi, İslam’a karşı merhametsizdi; dinin şekil olarak yaşanmasına kısmî bir izin verse de gençlerin dindarlaşmasından ürküyordu; dindar gençlerin bir ideal etrafında buluşup İslami bir mücadele vermelerini kendi varlığına karşı bir tehdit olarak görüyordu.
GENÇ MÜSLÜMANLAR CEMAATİ İÇİNDE YER ALDI
Aliya’nın Bosna toplumunu temsil konumuna yükseldiği günlerde Sırp General Vasilyeviç ona şöyle diyecekti: “Bay İzzetbegoviç, bizler silahlardan hiçbir zaman korkmadık, bizi örgütlenen benzer zihniyetteki 20 insan endişelendirir, kesinlikle silahla dolu depolar değil.”
Aliya, Yugoslav devletinin bu endişesinin farkındaydı ancak o, düşmanlarının endişesine göre değil, İslam’dan aldığı ışıkla yolunu belirledi, onun bedelini ödedi ve bu ödeyişin ağırlığı karşısında hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı.
Aliya’nın gençlik yıllarında Bosna Müslümanları arasında “Genç Müslümanlar Cemaati” adında bir cemaat etkindi. İhvan-ı Müslimin çizgisine yakın bir cemaat...
İzzetbegoviç, Genç Müslümanlar Cemaati’yle, Saray Bosna Erkek Lisesi’nde öğrenciyken tanıştı. Yugoslavya’nın Nazi ordularınca işgal edildiği yıllardı. Cemaatin önde gelen öğrencileri, bir bölümü sonradan şehid edilen Zagrep ve Belgrad üniversiteleri öğrencileriydi.
Aliya, onların geleneksel dini anlayışın değil, bir ihya hareketinin temsilcisi olduklarını hemen fark etti; onlar hakkında şunları söylüyordu:
“Onlar, dinimle ilgili duymak istediklerime paralel bazı fikirlerin anahtarlarını oluşturdular. Bunlar, bizim mekteplerde (Kur’an Kurslarında) öğrendiklerimizden, okulda aldığımız dini eğitimden, katıldığımız konferanslardan ya da o günün dergilerinde okuduğumuz makalelerden çok farklıydılar. Bunu öz ile şekil arasındaki ilişkiye dair bir mesele olarak görüyorum. Bizim nazarımızda hocalar (medrese hocaları), yani İslam dinini öğreten öğretmenler, İslam’ın şekilsel ibadetlerini (amellerini) yorumlamaya ve özü göz ardı etmeye daha fazla eğilimliydiler.”
Aliya’nın bu paragrafının son satırlarında anlatılanlar, 20. yüzyılda İslam dünyasının her noktasında ihyayı hedefleyen hareketlerin geleneksel dindarlığa yönelttiği bir eleştiriydi.
Beşeri sistemler, geleneksel dindarlıktan korkmuyordu çünkü onun ruhu (özü) ölmüş, kalıbı, şekli kalmıştı, o kalıp da genç nesillere uymayacağından er geç ölürdü. Hâlbuki ihya hareketleri öze yöneliyor, din için yeni bir hayat alanı oluşturuyordu.
Genç Müslümanlar’ın akidesi sağlamdı. Akide sağlamlığının delili, hareketin kaynağı ve kendisine muhalefet ettiği güçlerdir. Bunlar 1 ve 2 nolu mihenk taşlarıdır.
Aliya’nın verdiği bilgiye göre Genç Müslümanlar hareketinin kaynağı İslam; muhalifi ise o günün dünya düzeniydi. “Hareketin genel odağını belirleyen İslam’a bağlılık ile ona muhalif mahiyetteki iki referans noktası faşizm ve komünizme karşıtlıktı. Hitler ve Stalin’in şahsında cisimleşen iki sistem faşizm ve komünizm o günün dünya düzenini temsil ediyorlardı” diyor Aliya İzzetbegoviç.
Aliya’ya göre bu iki batıl ideoloji dünyayı değiştirmekten söz etse de gerçekte onlar, eski dünya düzeninin (Sömürgeci Batı’nın) kendisini yenilemiş, halkları kandıran bir haliydi. Aliya o günkü duruma şu sözlerle değiniyor:
“Genç Müslümanlar’ın ortaya çıktığı 1940’lı yılların başında Müslüman dünyası çok kötü bir durumdaydı. Bağımsız olan sadece birkaç Müslüman ülke vardı. Biz, bunu kabul edilemez bir durum ve İslam’ı da özünü muhafaza ederek kendisini gençlere taşıyabilmesi gereken canlı bir fikir olarak görüyorduk. Müslüman dünyada, olanlardan yabancıların (Batılı güçlerin) askerleri ya da sermayeleriyle kurduğu hâkimiyetten rahatsızdık.”
İzzetbegoviç, bu cümlelerle o günün bütün İslam aydınlarının ve gelmiş geçmiş bütün ihya önderlerinin tespitiyle çözümünü sunuyor:
Tespit (Problem-Dert): İslam dünyası kötü durumda.
Çözüm (ilaç): İslam’ın özünden taviz verilmeden güncele taşınması.
Genç Müslümanlar, II. Dünya Savaşı koşullarında, Bosna - Hersek’in her noktasına ulaşıyor, binlerce gönüllüyle halkalarını genişletiyor. Bununla birlikte resmiyete ihtiyaç duymuyor. Ta ki Mart 1941’de dernekleşmek için başvuruda bulunuyor ancak Nazi işgali ve ondan sonraki sosyalist yönetim, buna imkân vermiyor.
UMUTSUZLUĞA KAPILMADI
İzzetbegoviç, liseden sonra hukuk okumak istese de ailesi, kendilerinin komünizm karşıtlığından fişli olmalarından dolayı bunu anlamsız buluyor ve Fenni Ziraat Mektebi’ne kaydediyor.
Bu, bir aksilik gibidir. Ama İzzetbegoviç, her zaman sorunları fırsatlara dönüştürmeyi başarıyor; ona göre din için mücadele bir trajedi gibidir. Bir tiyatro türü olan trajedide “Alçaklar daima dört ayaküstüne düşerken büyük ve halis ruhlar, hep acı çekerler.” Ancak onların kaybı entellerin aklının sandığı gibi değildir. O kayıp, onların mücadelesine anlam katar ve onun hep üstün olarak yaşamasını sağlar.
İzzetbegoviç, kayıplarını hep kazanca dönüştürmeye çalışmış bir Müslümandır. Ziraat Mektebi’ndeki dersler, ona Batı bilimiyle İslam bilimi arasında karşılaştırma yapmasını sağlar. O ortam içinde muhteşem eseri “Doğu ile Batı Arasında İslam”ı yazar ancak yayımlama imkânı bulmadan tutuklanır, 20 yıl o eseri bekletir, sonunda fırsat bulunca yayımlar; hem Doğu hem Batı onu bu eserle büyük bir düşünür olarak kabul eder.
İzzetbegoviç, Bosna’nın top ateşi altında olduğu, şehre ancak tünelden girilebildiği günlerde bile daima umutluydu. O, bunu “Deliliğin bulaştığı insanlar, (u)mutludurlar, ben de onlardan biri olduğumu düşünüyorum.” diyerek açıklıyor.
1945’te Yugoslavya, komünistlerin denetimine giriyor. 20 yaşındaki Aliya ve arkadaşları, onların Müslümanlar üzerindeki baskılarına karşı ilk mitingleri düzenliyor, gözaltına alınıyor; “Genç ve saf olmamızın etkisiyle mitingleri sürdürdük ve onlar da her şeyi gözetlediler” diyen Aliya, serbest bırakılıyor, ardından 1 Mart 1946’da 14 arkadaşıyla tutuklanıyor. Ona göre bunun tek nedeni Yugoslav yöneticilerin Stalin’le İslam düşmanlığı konusunda yarışmalarıydı; Stalin’le araları iyi değildi; II. Dünya Savaşı’nın bütün galipleri gibi israil himayecisi Stalin, Yugoslav yöneticilerini İslam’a taviz vermekle suçladıkça onlar da öyle olmadıklarını ispat için hem Müslümanlar hem de kendilerini Stalin’e şikâyet eden Rus yanlısı komünistleri yakalıyor.
Aliya’nın iyimserliği burada bir kez daha kendisini gösteriyor. “Bize işkence ettiler ama Stalin yanlısı komünistler kadar kötü duruma düşmedik: Öleceğimizi ya da pes edeceğimizi düşünerek bizi zindana attılar, onları ise ideolojik olarak çökertmek amacıyla onların beyinlerini yıkmaya çalıştılar” diyerek davada ölümü, bedenen ölümden çok daha büyük bir felaket olarak görüyor, bu felaketi yaşamadığı için şükrediyor.
İzzetbegoviç’i yalnızlaşsın diye 400 km. uzaktaki bir yere sevk ediyorlar, orada bir mahkûm olarak ağaç kesme işinde çalıştırıyorlar, gün boyu ağaç kütüklerini kesip taşıyor. Büyük bir işkence! Ama Aliya, bardağın dolu tarafına bakıyor. “Orada bedenimle hayatımı kazanmayı öğrendim; bana ne zaman bir iş lâzım olsa orada kazandığım yetenekle geçinmeyi öğrendim” diyor. Nitekim hapisten çıktığında bir orman şantiyesine şef olarak işe girecektir.
İzzetbegoviç, hapisteyken katillerin arasına konuyor; bunu da umursamıyor, “Katilleri dinledim, çoğunun bir mazereti vardı; belki ben de onların yaşadığını yaşasaydım onların durumuna düşebilirdim. Hem böyle ağır suçlular daha iyi. Hırsız ve soyguncuların arasına düşseydim çok daha kötü olurdu” diyor; daha olumsuzunu düşünüp kendisini karamsarlık çukuruna düşmekten koruyor, hayatın merdivenlerini tırmanmak için enerji topluyor.
ARKADAŞLARI KURŞUNA DİZİLDİ
İzzetbegoviç, 1949’da salıveriliyor; hemen hukuka yazılıyor. (Bu okulu iki yıl içinde bitiriyor.)
Bu arada hapisten çıkar çıkmaz hareketin önde gelen isimlerinden Hasan Biber aracılığıyla cemaatte yeniden aktif görev üstleniyor. “Hasan, önce bana önemli işler vermedi. Benden, daha sonraları gizlice dağıtılan “Mücahit” dergisi için yazılar yazmamı istedi” diyen İzzetbegoviç, daha sonra kendisine nasıl bir görev verildiğini hiç söylemiyor. Ama Hasan’ı sadece 40 gün görebilmiş ve Hasan tutuklanmış, onun cemaatle bağını itiraf etmesi için çok işkence görmüş.
Hasan ve arkadaşları, Nisan’da tutuklanmış, Haziran’da ölüme mahkûm edilmiş, Ekim’de (1949) kurşuna dizilerek şehid edilmiş. İzzetbegoviç, 1946’da tutuklanmasaydım, 1949’da onlarla birlikte kurşuna dizileceğim kesindi, diyerek durumunu açıklıyor.
O hâlde o, hareketin önderi ya da en önemli isimlerinden biri olmalı. Ser veriyor sır vermiyor.
ÜMMET ŞUURUNA SAHİP ÇIKTI
İzzetbegoviç, 1969-70 yıllarında “İslamî Deklerasyon” diye 40 sayfalık bir metin yayımlar. Onun amacı, azınlık durumundaki Yugoslavya Müslümanlarını bir toplum olarak yaşatmak, bu topluma aynı zamanda siyasi bir alan, bir hâkimiyet bölgesi oluşturmak ve azınlık hâldeyken onun duygu, dert, hüzün, sevinç bakımından İslam ümmetiyle bağını korumaktır.
İzzetbegoviç, bu alanda mahirdir ve kuşkusuz 20.yüzyılın en büyük Müslüman azınlık lideridir.
Aliya İzzetbegoviç’in İslamî anlayışını özetleyen İslamî Deklerasyon özetle şu hükümleri kapsıyor:
Bu sözler Bosnalı Müslüman lider Aliya İzzetbegoviç’e aittir. İzzetbegoviç, Batı coğrafyasında ve bir Batı halkı içinde bir İslami hareket geliştirmiş ilk liderdir. Bosna Müslümanları arasında “Aliya”, Bosna dışında ise daha çok soyadı ile İzzetbegoviç diye bilinir. İlmi ve hikmeti ile dünyada “Bilge Kral” olarak da tanınmıştır.
MÜSLÜMAN BİR ANNENİN SEMERESİYDİ ALİYA
Aliya, 1925’te, Bosna-Hersek’in Bosanski Samac ilinde doğdu. Eşraf bir ailenin çocuğuydu. Ailesinden belediye başkanlığı yapanlar vardı. İki yaşındayken Saray Bosna’ya taşındılar. İlkokulu orada okudu. İlkokul öğretmenlerinin hemen hemen hepsi Sırp’tı. İlkokul öğretmenlerinin Sırp olması, Müslümanları Sırplaştırma projesinin bir ürünüydü.
Ama ailesi şuurluydu. Babası, on yılını yatakta geçirecek kadar hasta olduğundan annesi onun eğitimini üzerine aldı.
Kendisi ilk İslamî eğitimi için şöyle diyordu:
“Rahmetli annem çok dindar bir kadındı ve dine olan bağlılığımı (en azından kısmen) ona borçluyum. Sabah namazlarına tam vaktinde kalkardı. Beni de kaldırırdı ki ben de Haciyska Camii’ne gidebileyim. 12-14 yaşlarındaki bir çocuk olarak tabiidir ki biraz tereddüt ederdim kalkma konusunda. Ama eve daima mutlu dönerdim. Yaşlı İmam Mujezinoviç ikinci rekâtta daima, Kur’an’ın harika surelerinden Rahman Suresi’ni okurdu. Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o âlim, uzun yıllar öncesinin sisleri arasında görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.”
Dikkat edilirse Sırplaştırma projesine karşı, bir Müslüman anne direnişi ve onun da içinde yer aldığı bir sivil İslami yapılanmayla yüz yüzeyiz. İşte bu sivil İslami yapılanma, o devlet desteğindeki Sırplaştırma projesini yeniyor, onu alt ediyor.
Aliya, gençlik döneminde, Bosna’nın ünlü Erkek Lisesine kaydoluyor. Orada komünistler örgütlüydü. Aliya ise henüz 15 yaşında ve komünist öğrenciler Müslüman genç avında… Eşitlikten, adaletten söz ediyorlar ve bu, baskı altındaki Müslümanlara çekici geliyor. Aliya, onlardan etkileniyor ama onların Allah hakkındaki düşünceleri ona doğru gelmiyor, ona göre Allah’a iman, halkı ezen değil, halkı kral ve imparatorlara karşı koruyan bir güçtür: “Tanrısız, bir kâinat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman. Bu nedenle inancım bir iki yıllık bir salınımdan sonra geri döndü ama farklı bir biçimde. O (İslam), artık sadece atalarımdan devraldığım bir din değildi, yeni baştan edinilmiş bir inançtı. Ve onu bir daha hiç yitirmedim.”
Aliya, okulda durumu orta bir öğrencidir; bunu o günlerde hocalarının Sırp olmasına bağlar. Kendisini Batı felsefesine verir. Bergson’u, Kant’ı, Spengler’i okur. II. Dünya Savaşı yıllarında okulu biter. Askere gitmesi gerekmektedir. Bosna’da Nazi yanlısı bir rejim var. Aliya askere gitmez, kaçak olmayı tercih eder.
Sosyalist Yugoslavya, dünyadaki bütün sosyalist rejimler gibi, İslam’a karşı merhametsizdi; dinin şekil olarak yaşanmasına kısmî bir izin verse de gençlerin dindarlaşmasından ürküyordu; dindar gençlerin bir ideal etrafında buluşup İslami bir mücadele vermelerini kendi varlığına karşı bir tehdit olarak görüyordu.
GENÇ MÜSLÜMANLAR CEMAATİ İÇİNDE YER ALDI
Aliya’nın Bosna toplumunu temsil konumuna yükseldiği günlerde Sırp General Vasilyeviç ona şöyle diyecekti: “Bay İzzetbegoviç, bizler silahlardan hiçbir zaman korkmadık, bizi örgütlenen benzer zihniyetteki 20 insan endişelendirir, kesinlikle silahla dolu depolar değil.”
Aliya, Yugoslav devletinin bu endişesinin farkındaydı ancak o, düşmanlarının endişesine göre değil, İslam’dan aldığı ışıkla yolunu belirledi, onun bedelini ödedi ve bu ödeyişin ağırlığı karşısında hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı.
Aliya’nın gençlik yıllarında Bosna Müslümanları arasında “Genç Müslümanlar Cemaati” adında bir cemaat etkindi. İhvan-ı Müslimin çizgisine yakın bir cemaat...
İzzetbegoviç, Genç Müslümanlar Cemaati’yle, Saray Bosna Erkek Lisesi’nde öğrenciyken tanıştı. Yugoslavya’nın Nazi ordularınca işgal edildiği yıllardı. Cemaatin önde gelen öğrencileri, bir bölümü sonradan şehid edilen Zagrep ve Belgrad üniversiteleri öğrencileriydi.
Aliya, onların geleneksel dini anlayışın değil, bir ihya hareketinin temsilcisi olduklarını hemen fark etti; onlar hakkında şunları söylüyordu:
“Onlar, dinimle ilgili duymak istediklerime paralel bazı fikirlerin anahtarlarını oluşturdular. Bunlar, bizim mekteplerde (Kur’an Kurslarında) öğrendiklerimizden, okulda aldığımız dini eğitimden, katıldığımız konferanslardan ya da o günün dergilerinde okuduğumuz makalelerden çok farklıydılar. Bunu öz ile şekil arasındaki ilişkiye dair bir mesele olarak görüyorum. Bizim nazarımızda hocalar (medrese hocaları), yani İslam dinini öğreten öğretmenler, İslam’ın şekilsel ibadetlerini (amellerini) yorumlamaya ve özü göz ardı etmeye daha fazla eğilimliydiler.”
Aliya’nın bu paragrafının son satırlarında anlatılanlar, 20. yüzyılda İslam dünyasının her noktasında ihyayı hedefleyen hareketlerin geleneksel dindarlığa yönelttiği bir eleştiriydi.
Beşeri sistemler, geleneksel dindarlıktan korkmuyordu çünkü onun ruhu (özü) ölmüş, kalıbı, şekli kalmıştı, o kalıp da genç nesillere uymayacağından er geç ölürdü. Hâlbuki ihya hareketleri öze yöneliyor, din için yeni bir hayat alanı oluşturuyordu.
Genç Müslümanlar’ın akidesi sağlamdı. Akide sağlamlığının delili, hareketin kaynağı ve kendisine muhalefet ettiği güçlerdir. Bunlar 1 ve 2 nolu mihenk taşlarıdır.
Aliya’nın verdiği bilgiye göre Genç Müslümanlar hareketinin kaynağı İslam; muhalifi ise o günün dünya düzeniydi. “Hareketin genel odağını belirleyen İslam’a bağlılık ile ona muhalif mahiyetteki iki referans noktası faşizm ve komünizme karşıtlıktı. Hitler ve Stalin’in şahsında cisimleşen iki sistem faşizm ve komünizm o günün dünya düzenini temsil ediyorlardı” diyor Aliya İzzetbegoviç.
Aliya’ya göre bu iki batıl ideoloji dünyayı değiştirmekten söz etse de gerçekte onlar, eski dünya düzeninin (Sömürgeci Batı’nın) kendisini yenilemiş, halkları kandıran bir haliydi. Aliya o günkü duruma şu sözlerle değiniyor:
“Genç Müslümanlar’ın ortaya çıktığı 1940’lı yılların başında Müslüman dünyası çok kötü bir durumdaydı. Bağımsız olan sadece birkaç Müslüman ülke vardı. Biz, bunu kabul edilemez bir durum ve İslam’ı da özünü muhafaza ederek kendisini gençlere taşıyabilmesi gereken canlı bir fikir olarak görüyorduk. Müslüman dünyada, olanlardan yabancıların (Batılı güçlerin) askerleri ya da sermayeleriyle kurduğu hâkimiyetten rahatsızdık.”
İzzetbegoviç, bu cümlelerle o günün bütün İslam aydınlarının ve gelmiş geçmiş bütün ihya önderlerinin tespitiyle çözümünü sunuyor:
Tespit (Problem-Dert): İslam dünyası kötü durumda.
Çözüm (ilaç): İslam’ın özünden taviz verilmeden güncele taşınması.
Genç Müslümanlar, II. Dünya Savaşı koşullarında, Bosna - Hersek’in her noktasına ulaşıyor, binlerce gönüllüyle halkalarını genişletiyor. Bununla birlikte resmiyete ihtiyaç duymuyor. Ta ki Mart 1941’de dernekleşmek için başvuruda bulunuyor ancak Nazi işgali ve ondan sonraki sosyalist yönetim, buna imkân vermiyor.
UMUTSUZLUĞA KAPILMADI
İzzetbegoviç, liseden sonra hukuk okumak istese de ailesi, kendilerinin komünizm karşıtlığından fişli olmalarından dolayı bunu anlamsız buluyor ve Fenni Ziraat Mektebi’ne kaydediyor.
Bu, bir aksilik gibidir. Ama İzzetbegoviç, her zaman sorunları fırsatlara dönüştürmeyi başarıyor; ona göre din için mücadele bir trajedi gibidir. Bir tiyatro türü olan trajedide “Alçaklar daima dört ayaküstüne düşerken büyük ve halis ruhlar, hep acı çekerler.” Ancak onların kaybı entellerin aklının sandığı gibi değildir. O kayıp, onların mücadelesine anlam katar ve onun hep üstün olarak yaşamasını sağlar.
İzzetbegoviç, kayıplarını hep kazanca dönüştürmeye çalışmış bir Müslümandır. Ziraat Mektebi’ndeki dersler, ona Batı bilimiyle İslam bilimi arasında karşılaştırma yapmasını sağlar. O ortam içinde muhteşem eseri “Doğu ile Batı Arasında İslam”ı yazar ancak yayımlama imkânı bulmadan tutuklanır, 20 yıl o eseri bekletir, sonunda fırsat bulunca yayımlar; hem Doğu hem Batı onu bu eserle büyük bir düşünür olarak kabul eder.
İzzetbegoviç, Bosna’nın top ateşi altında olduğu, şehre ancak tünelden girilebildiği günlerde bile daima umutluydu. O, bunu “Deliliğin bulaştığı insanlar, (u)mutludurlar, ben de onlardan biri olduğumu düşünüyorum.” diyerek açıklıyor.
1945’te Yugoslavya, komünistlerin denetimine giriyor. 20 yaşındaki Aliya ve arkadaşları, onların Müslümanlar üzerindeki baskılarına karşı ilk mitingleri düzenliyor, gözaltına alınıyor; “Genç ve saf olmamızın etkisiyle mitingleri sürdürdük ve onlar da her şeyi gözetlediler” diyen Aliya, serbest bırakılıyor, ardından 1 Mart 1946’da 14 arkadaşıyla tutuklanıyor. Ona göre bunun tek nedeni Yugoslav yöneticilerin Stalin’le İslam düşmanlığı konusunda yarışmalarıydı; Stalin’le araları iyi değildi; II. Dünya Savaşı’nın bütün galipleri gibi israil himayecisi Stalin, Yugoslav yöneticilerini İslam’a taviz vermekle suçladıkça onlar da öyle olmadıklarını ispat için hem Müslümanlar hem de kendilerini Stalin’e şikâyet eden Rus yanlısı komünistleri yakalıyor.
Aliya’nın iyimserliği burada bir kez daha kendisini gösteriyor. “Bize işkence ettiler ama Stalin yanlısı komünistler kadar kötü duruma düşmedik: Öleceğimizi ya da pes edeceğimizi düşünerek bizi zindana attılar, onları ise ideolojik olarak çökertmek amacıyla onların beyinlerini yıkmaya çalıştılar” diyerek davada ölümü, bedenen ölümden çok daha büyük bir felaket olarak görüyor, bu felaketi yaşamadığı için şükrediyor.
İzzetbegoviç’i yalnızlaşsın diye 400 km. uzaktaki bir yere sevk ediyorlar, orada bir mahkûm olarak ağaç kesme işinde çalıştırıyorlar, gün boyu ağaç kütüklerini kesip taşıyor. Büyük bir işkence! Ama Aliya, bardağın dolu tarafına bakıyor. “Orada bedenimle hayatımı kazanmayı öğrendim; bana ne zaman bir iş lâzım olsa orada kazandığım yetenekle geçinmeyi öğrendim” diyor. Nitekim hapisten çıktığında bir orman şantiyesine şef olarak işe girecektir.
İzzetbegoviç, hapisteyken katillerin arasına konuyor; bunu da umursamıyor, “Katilleri dinledim, çoğunun bir mazereti vardı; belki ben de onların yaşadığını yaşasaydım onların durumuna düşebilirdim. Hem böyle ağır suçlular daha iyi. Hırsız ve soyguncuların arasına düşseydim çok daha kötü olurdu” diyor; daha olumsuzunu düşünüp kendisini karamsarlık çukuruna düşmekten koruyor, hayatın merdivenlerini tırmanmak için enerji topluyor.
ARKADAŞLARI KURŞUNA DİZİLDİ
İzzetbegoviç, 1949’da salıveriliyor; hemen hukuka yazılıyor. (Bu okulu iki yıl içinde bitiriyor.)
Bu arada hapisten çıkar çıkmaz hareketin önde gelen isimlerinden Hasan Biber aracılığıyla cemaatte yeniden aktif görev üstleniyor. “Hasan, önce bana önemli işler vermedi. Benden, daha sonraları gizlice dağıtılan “Mücahit” dergisi için yazılar yazmamı istedi” diyen İzzetbegoviç, daha sonra kendisine nasıl bir görev verildiğini hiç söylemiyor. Ama Hasan’ı sadece 40 gün görebilmiş ve Hasan tutuklanmış, onun cemaatle bağını itiraf etmesi için çok işkence görmüş.
Hasan ve arkadaşları, Nisan’da tutuklanmış, Haziran’da ölüme mahkûm edilmiş, Ekim’de (1949) kurşuna dizilerek şehid edilmiş. İzzetbegoviç, 1946’da tutuklanmasaydım, 1949’da onlarla birlikte kurşuna dizileceğim kesindi, diyerek durumunu açıklıyor.
O hâlde o, hareketin önderi ya da en önemli isimlerinden biri olmalı. Ser veriyor sır vermiyor.
ÜMMET ŞUURUNA SAHİP ÇIKTI
İzzetbegoviç, 1969-70 yıllarında “İslamî Deklerasyon” diye 40 sayfalık bir metin yayımlar. Onun amacı, azınlık durumundaki Yugoslavya Müslümanlarını bir toplum olarak yaşatmak, bu topluma aynı zamanda siyasi bir alan, bir hâkimiyet bölgesi oluşturmak ve azınlık hâldeyken onun duygu, dert, hüzün, sevinç bakımından İslam ümmetiyle bağını korumaktır.
İzzetbegoviç, bu alanda mahirdir ve kuşkusuz 20.yüzyılın en büyük Müslüman azınlık lideridir.
Aliya İzzetbegoviç’in İslamî anlayışını özetleyen İslamî Deklerasyon özetle şu hükümleri kapsıyor:
...