İslam Dünyasındaki Cepheleri Anlamak
İslam dünyasında yeni bir yapı oluşuyor. Bu yapı anlaşılmadan siyasi tutumları anlamak, kimin neye hizmet ettiğini seçmek, tağutun düşmanları ile tağuta hizmet edenleri birbirinden ayırmak kolay değildir
ABDULKADİR TURAN / DOĞRUHABER / ANALİZ
İslam dünyası, tarihinin en zor dönemini olmasa bile en zor dönemlerinden birini yaşıyor. Değişen dünya karşısında, kimi Müslümanlar, “çağa uyan Müslüman” olmayı seçerken önemli bir kesim ise “çağının Müslümanı” olmak için ihlasla gayret gösteriyor.
“Çağa uyan Müslüman”, dehre uyandır; kendisine gelişmelere göre ayar verendir, çağının Müslümanı ise çağın musibetleri karşısında “La ilahe illallah” deyip çağında İslam’ı temsil eden, çağı İslam’a uydurma mücadelesi veren Müslümandır.
Ancak “çağa uyan Müslüman” kim? “Çağının Müslümanı” olmaya çalışan Müslüman kim? Bunu izah etmek o kadar zor ki?
Çağa en karşı olanlar, bizzat çağın aktörlerinin dilediği oyunun bir parçası olabiliyor. Onlara karşı en sert yapı olarak görünürken bizzat onların müdahale imkânını kolaylaştıran bir yapıya dönüşebiliyor.
Her an tekfir edilme tehlikesi ile karşı karşıya iken tabloyu izah edebilmek çok zor…
İnsan, bazen öylesine umutsuzluğa kapılıyor ki… Bırak, her şey bildiği gibi aksın, demek geliyor içinden. Ama bu da “çağa teslim olan Müslüman olmak” anlamına gelmiyor mu? İslam, “La” ile başlar. Müslüman, çağa teslim olur mu hiç?
KÜRESELLEŞME MUSİBETİ
Küreselleşme, çok boyutlu bir gelişmedir. Siyasi anlamda, dünyanın tek elden yönetilmesi talebidir. Geçmişte dünyayı NATO ve Varşova Paktı diye ikiye bölerek yöneten uluslararası güçler, bugün ulaştıkları imkânlarla tek elden yönetmek istiyor.
Bunlar siyasi anlamda, anlaşılır ifadelerle, “Sadece biz var olacağız, asılda ortağımız olmayacak, sadece işlerimizin dilediğimiz gibi yürütülmesinde müttefiklerimiz bulunacak. Dünyanın sahibi biziz. Bizden başka sahip yok. Ancak dünyanın gerekli noktalarında vekillerimiz bulunabilir” diyorlar. Buna “La” diyene karşı “çok seçenekli” operasyonlar başlatıyorlar. O kadar çok seçenekli ki içinde her şey var, her şeyi anlamak ancak özel bir çaba istiyor.
Ekonomik anlamda küreselleşme, yerküre üzerindeki her şeyin hâkim güçlerin (tağutların) çıkarına göre düzenlenmesini ifade eder. Bu çıkara karşı duran, o güçlerin tüketicisi (müşterisi) olmayı reddeden, onların pazarlarını daraltan herkes düşman sınıfındadır. Onların tüketicisi olan ise onlarla müttefik gibidir. Örneğin, içkinin tüketilmediği bir toplum inşa etmeye kalkışmak, bu inşa çalışmasının içine hiç siyaset karıştırılmasa da, onlara karşı faaliyet sınıfındadır. Siz, bu faaliyetinize karşı onlara petrol vermiyor ya da onların ulusal veya uluslararası operasyonlarını siyasi veya askeri olarak desteklemiyorsanız kesinlikle onlara düşmansınız. Onlara destek verseniz bile sizin alternatifiniz varsa yani hem kültürel hem siyasi anlamda onlarla işbirliği yapacak başka biri varsa siz, yine siyasi anlamda onların düşmanları sınıfı içinde yer alırsınız. Onlara dost olmanın yolu ise çok karmaşık değil.
Diyelim ki eğlence ve kozmetik (süslenme) piyasası onların elinde… Bu piyasanın bir tüketicisi iseniz ve siyasi olarak onlara karşı savaşın da bir parçası değilseniz onların müşterisi, velinimetisiniz. Sizin haklarınızı koruma adına ülkenizin siyasi idaresine müdahale bile edebilirler.
Ahlaki küreselleşme ise dünyanın bir bütün olarak Amerikan değerleri üzerinde bütünleşmesini ifade eder. Bu, Anglosakson ahlakıdır. Bu ahlak içinde Katoliklerdeki ruhban sınıfa denk gelen çok dindar bir azınlık bulunabilir. Ancak toplumun tümünün dindarlaşması, velev ki Yahudi veya Hıristiyan da olsa kabul edilemez. Bu, tehdit olarak kabul edilir.
“Hippi kültürü” denecek kadar ileri boyutlara varan, içinde eşcinsellik gibi halleri de barındıran anlamda ahlaksızlık, küreselleşme aktörlerinin savaş aracıdır. Ahlaksızlık, kısmen Budist dünyaya ama özellikle İslam dünyasına karşı tam anlamıyla bir silah olarak kullanılıyor ve teşvik ediliyor.
İslam dünyasında ahlaksızlığa karşı çıkanlar, din adına olmasa bile sadece toplumu koruma adına ahlaksızlığa sınırlama getirmeyi talep edenler düşman ilan ediliyor. Bu sınıftaki siyasi iktidarlar, küreselleşmenin tek tipleşme yönünü de tehdit ettiklerinden Batı tarafından sürekli “insan hakları içerikli” uyarılara maruz kalıyor, uluslararası karnelere “insan hakları düşmanı” diye geçiriliyor ve uluslararası sivil kuruluşlar(!)ın hedefi haline getiriliyor.
Küreselleşme, tek tipleştiriyor, milli hiçbir değer bırakmıyor, her şeyi kendi standartlarına göre belirliyor; gelenek, örf, adet yerele ait ne varsa onu öğütüp tüketiyor, onun yerine kendi değerini koyuyor.
İSLAM DÜNYASINDAKİ YENİ SİYASİ KAMPLAŞMA
İslam dünyasındaki siyasi harita tamamen değişti. Geçmişte Amerika’ya düşman görünenler Batı’nın müttefiki; Batı’ya dost denenler, Batı’nın muhalifi oldu.
Yirmi yıl öncesine kadar İslam dünyasında klasik olarak “sağ” ve “sol” olmak üzere iki çizgi ve her ikisinin karşısında “La
Şarkiyye La Garbiyye İslamiyye İslamiyye” diyen İslamî çevreler vardı.
Sağ ve solun belirgin işareti Amerika ve Rusya yanlılığıydı. İslam âleminde Rusya’ya karşı Amerika’yla işbirliğini savunan herkes, siyasi eğilimi, ahlaki değerleri ne olursa olsun, sağcı diye biliniyordu. Buna karşı Rusya ile işbirliği için çalışanlar solcuydu. Bu iki yapının içinde ulusal solcu, liberal, komünist, tarikat mensubu dindarlar gibi birbirinden çok farklı oluşumlar vardı. Komünist, siyasi olarak neyi savunursa savunsun solcu kamp içinde; Amerika ile işbirliğine evet diyen dindar da nasıl yaşarsa yaşasın sağcı kamp içinde yer alıyor sayılırdı.
Bugün durum çok değişti. Şu anda İslam âleminde fikriyatı ne olursa olsun iki ana grup var: Küreselleşme yanlıları ve küreselleşme karşıtları. Bunu rahatlıkla emperyalizm yanlısı ve emperyalizm karşıtı diye tercüme edebilirsiniz.
İslam dünyasında eskiden “geleneksel sağ” olarak bilinen çevrelerin çoğu, küreselleşmenin gelenekleri yok eden, milli ne varsa alıp süpüren yapısına karşı milliyetçilik adına da olsa dini değerlerin güçlendirilmesinden yana duruyor; küreselleşmenin emperyalizminin karşısında yer alıyor. İşbirliği yapılabilir gördüğü İslamî çevreleri “milli değerleri güçlendiren” bir yapı olarak destekliyor.
Buna karşılık İslam dünyasında eski solun neredeyse tamamı, küreselleşmenin İslam dünyasını ahlaksızlaştırma projesini solun bir ön hedefi olarak görüyor ve emperyalizmin yanında duruyor.
Öncelikle bu resmin iyi anlaşılması gerekiyor. Resmin ana çerçevesi bundan ibarettir. Ancak ayrıntılar da önemlidir.
İslam dünyasında, geçmişte iktidar yapılan ulusal sol (sözde milliyetçi sosyalizm) Kürt coğrafyası ve Bangladeş dışında tamamen tasfiye ediliyor. Onun yerine “ulusal sağ” diye tanımlayabileceğimiz liberal-sol-hippi-kimi dini gruplardan oluşan bir koalisyon kuruluyor. Amerika, buna “müttefiklerini buluşturmak” diyor. Bu ittifakın ana özelliği, küreselleşmeye siyasi olarak karşı çıkmamasıdır. Ayrıntıda ise koalisyonun her bir tarafının kendine özgü fikirleri ve eğilimleri vardır. Bunun en çarpıcı iki örneği Mısır ve Pakistan’da yaşanıyor.
Mısır’da kendisini Selefi diye adlandıran kimi gruplarla uç hippi (ahlaksız) gruplar ve eski Nasırcı gibi ulusal solcular İhvan’a karşı koalisyon oluşturdular. Aynı durum Pakistan için de geçerlidir. Kendisini Kadirî şeyhi olarak tanıtan Tahirul Kadri ile hippi kültürünün içinde yer alan İmran Han, eski kimi ulusal solcularla beraber Newaz Şerif hükümetine karşı muhalif bir koalisyon oluşturmuşlar.
Newaz Şerif, geleneksel bir sağcıdır, kızının başında basit bir Pakistan eşarbı vardır, ailesi modern bir hayata sahip. Geçmişte Rusya’ya karşı Amerika’yla müttefik bir sağcıydı. Ama bugün ulusal sağ koalisyona karşı Pakistan milli değerlerinin yanındadır. Asla İslamcı değildir, geleneksel bir Pakistan milliyetçisidir ve bu çerçeve içinde içkinin, fuhşun, uyuşturucunun Pakistan gençleri arasında yayılmasına karşı durduğu gibi Pakistan’ın bir devlet olarak varlığını sürdürmesi için Amerika ve müttefikleri ile ilişkilerini sınırlandırmaktan da yanadır.
Bu yapısıyla hem Pakistan’daki geleneksel dindar çevrelerin hem de Cemaat-i İslamî gibi köklü bir İslamî geçmişe sahip mutedil İslamî hareketlerin de desteğini alıyor. Öyle ki bu destek halk arasında yüzde elli dördü buluyor. Pakistan, bu yönetimde ekonomik olarak kendini tamir ediyor, siyasi olarak biraz daha bağımsızlaşıyor, hippi kültürüne karşı ise eğitim kurumlarını güçlendiriyor. Pakistan ordusunun da önemli bir bölümünün desteğini alıyor.
Cemaat-i İslamî ve diğer İslamî gruplar, bunu desteklemekle ne ordunun geçmişteki zulümlerinin ortağı ne de Newaz Şerif’in sağcılığının savunucusu oluyor, aksine Amerikan karşıtı cephenin saygın ve zorunlu bir unsuru olarak öne çıkıyor. Kimse de onlara “Siz Pakistan milliyetçisi oldunuz, yoldan çıktınız” demiyor. Newaz Şerif ile Pakistan Talibanı arasındaki sorunlara rağmen o Müslümanlar bu tür ithamlara maruz kalmıyor. Çünkü onların tavrını belirleyen İslam’dır, milliyetçi eğilim değildir.
Benzer bir durum, Endonezya’da eski Suharto yönetimine karşı yakın geçmişte seçimi kazanan Joko Widodo etrafındaki ittifak için de geçerlidir. Eski bir asker olan Widodo’nun Amerikan karşıtlığı henüz test edilmemişse de onun eski yapıya karşı “Endonezya milli değerlerini korumak” adına Endonezya halkının dindarlaşmasından yana olduğu açıktır. Nitekim bu yöndeki simgesel bir anlamla hanımı seçim sırasında örtündü.
Endonezya’da İslamî değerlere karşı savaş açan eski Suharto yönetimine karşı Widodo’nun yanında yer almak asla onun adamı olmak, Endonezya ordusunun günahlarına ortak olmak anlamına gelmez.
Tunus, Malezya, Sudan… Hepsi Pakistan’la aynı sorunu yaşıyor ve aynı tabloyu gösteriyor.
Eskiden İslam dünyasında bir komünizm belası vardı. Bugün küreselleşme belası komünizmden on kat daha tehlikelidir. Komünizmi tarif edebiliyordunuz. Oysa küreselleşmeyi tarif etmek bile kolay değil. Bu bir kültürel işgaldir, bir halka ait ne varsa hepsini alıp götüren, onları kimliksizleştiren bir işgal… Laik milliyetçi çevreler ulusal sağ çevre içinde yerini alırken eski geleneksel milliyetçi çevreler bu kimliksizleşmeye ister istemez tepki gösteriyor ve İslamî kesimlere yakın bir yere doğru geliyor. Değişen asla İslamî kesimler değildir, onlardır. Bu değişimi mahkûm etmeye kalkışmanın anlamı yok.
Siz iş yerinizde iken evinizdeki televizyon, masanızdaki internet bağlantılı bilgisayar çocuklarınızı kültürel emperyalizmin bir tüketicisi yapabiliyor, okula bilgi öğrensin diye gönderdiğiniz oğlunuz size düşman olarak eve dönebiliyor. Buna karşı şu veya bu sebepten tedbir alanları görmeyi, duyurmayı haşa kâfirlerin destekçisi olarak görmek ağır bir hatadır. Bundan yola çıkarak ithamda bulunmak, vebal gerektirir.
Emperyalizm, bugün İslam âlemini pasifize edip kendi müdahalesine açık hale getiren herkesi seviyor. İslam dünyasını yönetilebilir durumda tutanlara düşmanlık ediyor, yönetemez duruma getirecekleri ise teşvik ediyor, reklam ediyor.
Emperyalist tağutların bu emeline geçmişte kimi ırkçı gruplar hizmet ediyordu. Bugün mezhep ayrılığı üzerinden Müslümanları birbirine düşürenler, o emelin müttefiki komundadır. Hangi mezhepten olursa olsun ve emperyalizme karşı hangi mücadeleyi sürdürürse sürdürsün Müslümanlar arasında mezhep, meşrep ayrılığı üzerinden çatışma üretenler, Sünni veya Şii, bu çatışmaya odun taşıyanlar farkında olarak veya olmayarak emperyalizmin işbirlikçisidir, emperyalist koalisyonun bir parçasıdır, onlara karşı olmak bizzat tağuta karşı olmaktır, onların yanında yer almak tağutların ağababalarını desteklemektir.
Onlar, çağın gaddarlarının, Müslüman kanına susamışlarının, Müslümanın namusunun kirletilmek için can atan zalimlerin işini kolaylaştırma konumundalar. Buna muhalefet etmek tağuta karşı olmanın bir gereğidir.