Ferguson, Gazze Olur Mu?
Ferguson olayları büyük ihtimalle Amerikan polis teşkilatının militarist niteliğinden arınmasında etkili olmayacak. Fakat bununla beraber, Amerikalıların israillilere göre kendi gerçekleriyle çok daha dürüst bir şekilde hesaplaşmakta olduğunu göstermesi bakımından çok önemli.
Amerika Birleşik Devletleri`nin Missouri eyaletine bağlı Ferguson`da yaşanan polis şiddeti ve beraberinde tanık olunan görüntüleri, israilin Gazze saldırıları ile kıyaslayanlar oldu. israil ve ABD`nin militarize olmuş politikaları arasındaki paralellikler hiç de az değil. Üstün körü bir araştırmayla bile israilin Amerikan kolluk kuvvetleri ile yerel, eyalet ve federal seviyede son derece geniş bir ilişki ağı içinde olduğunu görmek mümkün.
Ferguson ve St. Louis County polisinin son yıllarda israilde eğitim almış olması tesadüf değil. Bu bağlantılar öyle önemli ki, ABD`nin önemli kuruluşlarından Amerikan israil Kamu İşleri Komitesi (AIPAC) başarılarından övgüyle bahsediyor. Hatta polis eğitimi, Yahudi Sanal Kütüphanesi`nde ABD-israil ilişkilerinin ayrı bir kategorisi olarak yer alıyor. Eski bir israil Özel Kuvvetleri mensubu tarafından yönetilen CRI isimli terörle mücadele eğitimi şirketi, "terör, suç ve gerilla savaşıyla mücadelede muharebe tecrübesi" kazandırmaya yönelik bir eğitim sözü veriyor. Yıllar içinde her seviyeden binlerce Amerikalı emniyet mensubu ve yerel polis şeflerinden FBI dedektiflerine kadar yüzlerce kıdemli yönetici, israilde terörle mücadele eğitimi aldı ya da israil hükümeti, güvenlik odaklı bir bakış açısına sahip, muhafazakâr düşünce kuruluşları ve hatta İftira ve Karalama ile Mücadele Birliği tarafından desteklenen konferanslara katıldı ki, bu destekçi unsurların, polis kuvvetlerimizin askerileşmesindeki rolleri hemen hemen hiç araştırılmadı.
2001 yılında, 11 Eylül saldırılarından birkaç gün sonra "Şimdi hepimiz israilli mi olduk?" başlıklı bir köşe yazısı kaleme almıştım. Bu soru, israili `Müslüman terörizmi`ne karşı mücadelenin öncü kuvveti olarak gören ABD`li kolluk kuvvetlerine hitap ediyordu. Her ne kadar ABD`nin dış politikadaki önceliklerinin israil lobisince belirlendiği doğru olsa da, israil bunu genellikle Amerikan siyaset ve strateji çevrelerinin belirlediği parametrelere uygun şekilde yapıyor. Örneğin, ABD, iç savunmaya yeniden on milyarlarca dolar kaynak ayırırken israile sormadı. Aynı şekilde Savunma Bakanlığı`nın 1033 No`lu Programı çerçevesinde yerel polis kuvvetlerine yarım milyar dolarlık silah verilmesi de – ki Amerikan ordusu elindeki silah fazlasından kurtulmaktan ziyadesiyle memnun oldu – israil lobisinin işi değil, yerel kolluk teşkilatının ordu ile arasında on yıllardır süren ilişkinin doğal bir uzantısı idi.
Amerikalılar, Ferguson olaylarını israilin Gazze ve Batı Şeria`daki sert tutumu ile mukayese etmek yerine, kendi militarist polis uygulamalarıyla dolu tarihlerini mercek altına alsa daha iyi olur. 11 Eylül sonrasında, Amerikan ordu-sanayi bloğu, teröre karşı verilen savaşı kendi menfaatine kullanma konusunda tek başına son derece başarılı oldu. Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği`nin 2012 yılında ve daha sonra tekrar Haziran 2014 tarihli raporunda açıkladığı gibi, bu sinerjiler, "[teröre karşı verilen savaşı] ülke içine sokan" tehlikeli emsallerin bir parçası.
Militarize olmuş polis teşkilatı
Aslına bakılırsa, Ferguson`da tanık olduğumuz polis şiddetinin kökleri, israil-Filistin çatışmasının çok ötesine; Vietnam`a, dar gelirlilerin yaşadığı bölgelere ve Kalifoniya Central Valley`deki çiftçilere kadar uzanıyor. Polisin militer niteliğe bürünmesi ve beraberinde azınlık topluluklarına profesyonel olarak hizmet sunulacak vatandaşlar olarak değil de, pasifize edilmesi gereken düşmanlar olarak bakan görüş, 1960`lı yıllarda dört faktörün etkisiyle başladı.
Öncelikle, Los Angeles`ın Watts mahallesi gibi nüfusunun büyük bölümünü siyahların oluşturduğu pek çok yerde çıkan ayaklanmaların ardından, yurttaşlık hakları hareketinin öne çıkması ve özellikle siyahların militanlık eksenine kayması, ülkenin önemli kentlerindeki emniyet teşkilatlarını, başkaldırma potansiyeli taşıyan kesimleri kontrol ve pasifize etmek amacıyla daha güçlü araçların arayışına itti. İkincisi, Amerikan ordusunun Vietnam`da isyancılara karşı kullandığı taktikler, kentlerde ve giderek büyüyen savaş karşıtı harekete karşı da uygulamaya başlandı. Üçüncü olarak, hükümet, gittikçe büyüyen işçi hakları hareketini zapturapt altına almayı gerekli buluyordu ki, bunun örneğini, 1965 yılında Kaliforniya`nın Delano kentindeki Birleşik Tarım İşçileri Sendikası (UFW) grevine yönelk müdahalede de göstermiş oldu.
Esasında özel silah-taktik birliklerinin (SWAT) ilk kullanıldığı yer de, 1965`te Cesar Chavez liderliğinde düzenlenen UFW grevi oldu. O dönemde Los Angeles Emniyet Teşkilatı`nda müfettiş olarak görev yapan Darryl Gates, bundan esinlenerek bir SWAT ekibi kurdu. Bu gelişme ile ABD`de militarist polisliğin yükselişinin temelleri atılmış oldu.
Dördüncü faktör ise, 1971 yılında dönemin ABD Başkanı Richard Nixon tarafından başlatılan ve zaten SWAT ekiplerinin hedefinde olan topluluklara odaklanan, uyuşturucu ile mücadele girişimi; giderek özelleşen bir cezaevi-sanayi bloğunun oluşmasına yol açan Ronald Reagan döneminin kanun ve düzen zihniyeti; ve göçmen karşıtı kaygıların artmasıyla ülkenin güney sınırına asker konuşlandırılmasının, polis teşkilatının daha da militarist bir yapıya bürünerek Amerikan toplumuna gerçek anlamda zarar vermesiydi. Söz konusu konsept, 11 Eylül`den sonra daha da ivme kazandı. 1985 yılında nüfusu 250 binin üzerindeki şehirlerin sadece dörtte birinde SWAT ekipleri görev yaparken, 2005 itibarıyla bu oran yüzde 80`i aştı. SWAT ekipleri yılda 50 binden fazla baskın yapar hale geldi ki, bunun da nedeni kısmen federal hükümetin, yerel polis teşkilatlarına verilen askeri ekipmanların bir yıl içinde kullanılmasını, aksi halde iade edilmesini şart koşmasıydı.
2001`deki makalemde de söylediğim gibi, Amerikalılar, "11 Eylül saldırılarında olduğu gibi, `bir yolcu uçağını füzeyedönüştürecek türde bir nefretin oluşmasında acaba bizim nasıl bir rolümüz var?` sorusunu dürüstçe kendilerine sorup düşünmeyi reddediyor". Kendi şiddet suçlarımızı inceleyip geçmişten ders almak konusundaki bu isteksizlik, belki de Amerikan toplumunun ilerlemesini engelleyen en büyük trajedi. Yine de son birkaç gündür Ferguson`da yaşananlar bize umutlanmak için bir sebep veriyor.
Her şeyden önce, Ferguson, bir Gazze ya da Batı Şeria değil. Olaylar kontrolden çıktığında, ülkenin Afrika kökenli başkanı ve adalet bakanı, polisin çizdiği bu militarize tabloya yüksek sesle karşı çıktı. Bölge halkına mensup siyah bir polis şefi, emniyetin çalışmalarının denetimini ele alarak, kent sakinleri ile birlikte yürüyüşe katıldı. Bir gün içinde Ferguson`daki iç savaşı andıran manzara düzelmeye başladı ve uzlaşma sağlanır gibi oldu.
Oysa sonradan anlaşıldığı üzere bu sakin tablo geçici idi; zira hafta sonunda olaylar daha da tırmandı. Fakat Ferguson`daki son olaylar ile Gazze arasında ne kadar benzerlik kurulsa da, israilli yetkililerin Ramla ya da Lod`da yaşanacak benzer bir çatışmanın ardından ortamı sakinleştirmeye çalıştığını; bölgede yaşayan Filistinli bir polis şefinin de etnik gerilimi dağıtmak için halkla birlikte yürüyüşe katıldığını gözümüzün önüne getirmeye çalıştığımızda, ABD ile israil arasındaki fark iyice belirginleşiyor.
Amerika, tam anlamıyla olmasa da ırkçılık sorununun farkında. israilliler ise hâlâ 1950`lerin ABD`sinde yaşıyor. Gazze halkı, hiçbir Ferguson sakininin yaşamak istemeyeceği bir gettoda hapis durumda. Michael Brown`ın ölümü ve ardından yaşananlar, büyük ihtimalle Amerikan polis teşkilatının militarist niteliğinden arınmasında etkili olmayacak. Fakat bununla beraber, Amerikalıların bu kez kendi gerçekleriyle israillilere kıyasla çok daha dürüst bir şekilde hesaplaşmakta olduğunu göstermesi bakımından çok önemli.
Al Jazeera/ Mark LeVine