• DOLAR 32.455
  • EURO 34.829
  • ALTIN 2438.673
  • ...
Erdoğan`ın Davutoğlu Tercihi İdeolojik
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Milli Görüş Hareketi’nin "yenilikçi" genç nesli tarafından, "Müslümanların nasıl başarılı siyaset yapacağını göstereceğiz." iddiasıyla kurulmuştu. Yenilikçilere göre, Necmettin Erbakan liderliğindeki "Gelenekçilerin" benimsediği siyaset tarzıyla iktidara gelinse bile iktidarda kalınamıyor, muktedir olunamıyordu. 28 Şubat sürecinin, İslami kimliğin yaşam alanlarını daraltabilmesi ve İslamcı siyasetin partilerini kapatıp liderlerini yasaklayabilmesi bunun göstergesiydi.

2001’den bu yana "Yenilikçilerin" partisi iktidara geldi, iktidarda kaldı ve belki de hiçbir seçilmiş Cumhuriyet hükümetinin olmadığı kadar "muktedir" oldu. AKP o kadar başarılı oldu ki, muhalefet kendi yanlışlarının da katkısıyla etkisini yitirdi. İhtiyaç duyduğunda hukukun da üstüne çıkabilen bir egemen olarak tezahür eden AKP’nin rotası, "Yeni Türkiye"nin rotası haline geldi. Nihayetinde lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilip partisinden istifa etmek zorunda kalmasından sonra AKP’nin başına kimin geçeceği, Türkiye için kritik bir konu haline geldi.

AKP, kimliği ve liderliği zaman içerisinde oluşmuş bir parti. Henüz 14 aylık bir parti iken iktidara geldiğinde, adı "muhafazakâr demokrat" konmuş fakat içi doldurulmamış bir kimliğe ve birkaç ağır toptan oluşan kolektif bir liderlik kadrosuna sahipti. Vesayetçi iktidar yapısının etkili olduğu erken iktidar döneminde, muhafazakârdan çok demokrat bir parti görüntüsü verdi. Başta İslami kimliğin hak ve özgürlükleri olmak üzere, birçok konuda liberal negatif özgürlük dilini kullanarak Milli Görüş Hareketi`nin yaptığı gibi Kemalist toplumu yeniden kurma projesini, farklı bir içerikle ama yeniden üretmekten kaçındı.

Muhalefetin AKP’nin meşruiyetini, hatta varlığını sorgulayan militarist yaklaşımı, onun demokrat dilinin yetersizlikleri veya sığlığının ortaya çıkmasını imkânsız kıldı. Demokrasi tartışmasının AKP’nin (ve toplumsal tabanındaki muhafazakâr/İslami kitlenin) vesayetçi iktidar yapısı karşısında varoluş ve tanınma mücadelesine indirgenmesini kolaylaştırdı. Böylece AKP, kendisinin laiklik, çoğulculuk, dokunulmaz hak ve özgürlükler gibi konularda nerede durduğunu net bir şekilde ifade etmeden, muğlak bir kimlikle, Türkiye’nin tek/en demokratik gücü olduğunu iddia edebildi.

Popülist liderin partisi olarak AKP
AKP’nin siyasi kimliği, liderliğinin netleşmesi ve iktidarının pekişmesi ile belirginleşti. 2010 anayasa değişikliği referandumu ile sonuçlanan sekiz yıllık süreçte AKP, 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi ve kapatma davası gibi önemli virajları atlatarak vesayetçi iktidar yapısını adım adım etkisizleştirdi ve kendi lehine çözdü. Böylece en başından beri karşısında konumlandırdığı, dolayısıyla onu tanımlayan ve demokratikleştirici bir siyasal güç kılan, ötekisini ufaladı.
Söz konusu girişimler, AKP’nin kimliğini yeniden tanımlamak zorunda olduğu yeni bir sürecin başlangıcıydı. Bu kez de 2011 genel seçimlerine "ileri demokrasi" parolası ile girerek yeni bir demokrasi gündemi oluşturduğu izlenimini verdi. Ancak daha kampanya sürecinde anlaşıldı ki, AKP’nin gündemi; (daha fazla) demokrasi değil, iktidarı kazanmak ve kazandığı iktidarı serbestçe kullanmak anlamında başarılı siyaset. Bunun için benimsediği strateji ise popülizm.

AKP, bir yandan daha önce dışlanmış İslami/muhafazakâr kimliğe resmi tanınma, maddi fayda ve toplumsal hiyerarşide tırmanma fırsatları sunarak iktidar ve prestij dağıttı. Diğer yandan (eski) düzenle ilişkili her kurum, örgüt ve kişiyi "milletin düşmanı" olarak hedef aldı ve kitleleri bu düşmanlara karşı birleştirmeye, seferber etmeye çalıştı. İktidarını mevcut özerk kurumları ve örgütleri çözen, boşa çıkaran veya altını oyan bir şekilde kullandı ve bu pratiğini çoğunlukçu terimlerle haklılaştırdı.

Erdoğan’ın bizatihi kendisi, bu popülist dönüşüm programının ete kemiğe bürünmüş şekli halini aldı. Ve bu dönüşümden, kendi iktidarı ve karizmasını, liberal kontrol denge mekanizmaları aleyhine artıracak şekilde faydalandı. Kolektif liderlikten Abdüllatif Şener’in ayrılması ve Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkıp partisine müdahalesiz kalmasının verdiği kolaylıkla Erdoğan, gücü ve karizmasını AKP’yi kendi örgütsel aracı haline getirmek için kullandı. Tüm teşkilatı ve milletvekillerini birer parti personeli haline getirdi. Muhtemelen bugünleri düşünerek AKP’de kalan bazı üyelerin de özgül ağırlıklarını törpüledi. Bu, aynı zamanda, AKP’nin varlığı ve kimliğini, partiye seçim kazandıran demokrasi kahramanı olarak gördüğü ve hatta bazen kutsallaştırdığı popülist liderine teslim etmesi anlamına geldi.

AKP liderliğinin uzunca bir süredir başkanlık veya ‘Partili Cumhurbaşkanı’ seçeneklerinde ısrar etmesi, Türkiye siyasetine istikrar kazandırma veya iktidarı bir elde toplama arzusundan değil, izlenen popülist stratejinin sonucu olarak AKP ve Erdoğan’ın birbirleri için vazgeçilmez hale gelmesinden kaynaklanıyor. Başkanlık ya da ‘Partili Cumhurbaşkanı’ seçenekleri, şimdilik yasal olarak gerçekleştirilemedi. Fakat bunların fiiliyata geçmesini engelleyebilecek bir güç (muhalefet) bulunmuyor. Erdoğan’ın fiilen ‘Partili Cumhurbaşkanı’ olacağı yönünde demeçler veriliyor.

Erdoğan, cumhurbaşkanlığı makamında otururken de kendi örgütsel aracından vazgeçmeyecek, kontrolü elden bırakmayacak ve onun (seçim) başarısı için çalışacaktır. Bunun önündeki yegane engel, Erdoğan’ın tek adamlığı, öfkeli hitabeti ve sürekli teyakkuz ideolojisinden rahatsızlık duyan AKP’liler olabilir. Bu da bize Erdoğan’ın, "Çok parlak bir genç nesil geliyor, gençlere güveniyorum." diyerek, kendisine direnebilecek tecrübeli siyasetçileri devre dışı bırakan üç dönem kuralında ısrar etme nedeni hakkında fikir veriyor. Keza, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra AKP’den istifa etmeyip kendini yeni Genel Başkan’ın seçileceği kongreye vaziyet etmek zorunda hissetmesi ve kongrede aday olmasını engellediği Gül’ü, “Partimize üye olur, 2015’te de milletvekili seçilir.” diyerek sıradanlaştırmasının da…

AKP’nin yeni siyasallaşma deneyimi: Davutoğlu
Bununla beraber, "istikrarı sarsılmaz kılmak" isteyen Erdoğan, partisine artık kendisi dışında bir kimlik vermek zorunda olduğunu fark edebilecek kadar usta bir siyasetçidir. Bu açıdan bakıldığında, başbakanlık için Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun tercih edilmesi, bir kukla tercihi değil, İslamcılıktan yana bir ideoloji tercihidir. AKP’nin son yıllarda izlediği temel politikalara bakılırsa, Davutoğlu isminin bugün yapılmış bir tercih olmadığı anlaşılır. Davutoğlu tercihi bir sonuçtur.
Öncelikle, Erdoğan’ın fazlasıyla güvendiği "çok parlak" genç neslin arasında birçok Davutoğlu öğrencisinin bulunduğu ve bunlardan bazılarının hali hazırda AKP entelijansiyası olarak hizmet verdiğini not etmek gerekir. AKP’nin 2012 yılında yapılan dördüncü kongresinde, Erdoğan’ın en çok vurguladığı konu "medeniyet" olmuştu. AKP, bu medeniyet söylemi ile Türkiye’nin tek yerli/milli ideolojisinin İslamcılık olduğunu iddia ediyor. Demokrasi meselesinde ise Batı’ya bakmayı ve Batı’ya bakanları reddediyor; nereden başlattığına bağlı olarak da 100 veya 200 yıllık Batılılaşma parantezini kapatmayı istiyor.

Davutoğlu, Batı medeniyeti ile İslam medeniyetinin birbirleriyle uyuşmayacağı ve İslam coğrafyalarında Batılılaşmanın sürekli bir meşruiyet krizi anlamına geldiğini iddia eden uzun uzun kitaplar yazarak, söz konusu medeniyet söyleminin teorisini yapmış önemli bir İslamcı entelektüeldir. Ayrıca, dış politikanın son yıllarda Türkiye’nin/AKP’nin kimliğini belirleyen önemli bir iç politika unsuru haline gelmesini, Davutoğlu’nun İslamcı siyasetin etkinlik alanı olarak dış politikayı görmesinin bir sonucu olarak değerlendirmek mümkün. Kaldı ki dış politikanın iç politika unsuruna dönüşmesi, Davutoğlu’nun profilini de yükseltmişti.

Son yıllarda AKP çevrelerinden gelen bazı eleştirilere, muhaliflere veya farklı görüşlere karşı yöneltilen "dış güçler ve içerideki işbirlikçileri" türünden ithamlar, AKP’deki medeniyetçi bakışın somut sonuçlarından biri ve "Yeni Türkiye"nin "Yeni Sevr Sendromu"nun işaretidir. Nitekim Gül’ün de dışarıdan gelen etkilere daha açık olduğu düşünülerek, aslında AKP’yi zayıflatmak isteyen dış güçlerin adayı olduğunun ima edilmişti.

Peki, o zaman Erdoğan’ın partisinin tek adamı olarak kalma ve genç İslamcılarla devam etme tercihi nedeniyle eski(yen) yol arkadaşları, "Zaten muhalefet boşluğu da var." diyerek yeni bir parti ile yola devam eder mi? Tercihin ve boşluğun kendisi böyle bir olasılığın gerçekleşmesi için yeterli değil. Erdoğan`ın eski(yen) yol arkadaşları, "yeni" yönetimi altındaki AKP’nin iktidar, istikrar, karizma, hamaset ve muhalefeti itibarsızlaştırma kokteylinin 2015 genel seçimlerindeki başarısını görmek isteyeceklerdir.

Prof. Dr. Menderes Çınar, Başkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Doktorasını Bilkent Üniversitesi’nde tamamladı. Avrupa Üniversitesi Enstitüsü, Floransa ve Boston Üniversitesi’nde Misafir Araştırmacı olarak bulundu. Birçok akademik makaleye imza atan Çınar`ın, `Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık (Dipnot Yayınları, 2005) ve Türk Parlamento Tarihi: 1965-69 (TBMM, 2012) başlıklı kitapları yayımlandı.

el cezire türk

 

Bu haberler de ilginizi çekebilir