Bu da Dindar Kürtlerin `BALYOZ`u
`Bağımsız yargıya müdahale etmeyelim!` zırvalığını tekrarlamayı vazife edinen `sahtekar entelektüel`lerin aksine, inşasından birinci derecede sorumlu olduğu için başta siyasal iktidar olmak üzere tüm siyasi parti ve aktörler ve de tüm yurttaşlar için, hem yaşanılan `adli katliam`lara ortaklık edilmemesine, hem de asgari düzeyde de olsa halen mevcut olan `aynı siyasal birliğe ait olma duygusu`nun tamamen yok edilmesine karşı durmak adına, acilen bu yargıya müdahale etmek tarihi ve ahlaki bir sorumluluktur.
Bir ülkede yargıçlar ve savcıların olması o ülkede yargının olduğunu göstermez. Bir ülkede adliyenin bulunması o ülkede yargı olduğu anlamına gelmez. Dünyanın bütün ülkelerinde yargıçlar, savcılar ve adliyeler vardır. Ama bütün ülkelerde bir yargı yoktur. Yargıdan söz edebilmek için birtakım karekteristik ölçütlerin bulunması zorunludur. Bunlar toplumun içinden doğan yargının, toplum adına devleti sınırlandırma aracı olması, toplumsal meşruiyet ve güvenin yaygın olması, temel hak ve hürriyetlerin ihlali ve işgali karşısında aktif ve ısrarlı bir güç olması, merkezsiz ve karargahsız olmasıdır. (Geniş izah için Demokrat Yargıçlar`ın çıkardığı `Türkiye`de Yargı Yoktur` isimli kitaba bakılabilir.) Bunlara ek olarak, özellikle de Türkiye için bir ölçütten daha söz edilmelidir. O da yargının, `İktidar`ların özellikle de `yargı içi iktidar`ın politik takvimini izlememesidir. Başka bir deyişle, yargının politik takvimi olmamalıdır. Eğer bir ülkede politik takvim izlenerek karar veriliyor ise, o ülkede yargı yoktur. Ne demek istiyorum? Bunu somut bir dava örneğiyle izah edeyim.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı`nın 2009/758 no`lu ve 16.10.2009 tarihli iddianamesindeki söylemle `17.01.2000 günü yasa dışı Hizbullah/İlim adlı terör örgütüne yönelik örgütün ana arşivinin bulunduğu Beykoz`daki hücre evine yapılan operasyonda örgüt lideri Hüseyin Velioğlu`nun ölü, örgüt üst düzey sorumlularından Cemal Tutar ve Edip Gümüş`ün sağ olarak yakalandıkları, örgüt evinde yapılan aramalarda örgüt üyelerinin kayıtlarının tutulduğu bilgisayarlarının, cd ve disketlerin ele geçirildiği, bu materyallerin-kurşunlanarak tahrip edilmeye çalışılması nedeniyle- üzerlerinde ayrıntılı inceleme yaptırılmak amacıyla emniyet genel müdürlüğü istihbarat dairesi başkanlığına gönderildiği, ilgili birim tarafından yapılan incelemeler neticesinde Hizbullah terör örgütüne öz geçmiş raporları verdikleri ve örgüt içerisinde siyasi kanatta faaliyet yürüttükleri belirlenen şüphelilere ilişkin ilgili kolluk biriminin suç duyuruları üzerine` 18.01.2007 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı`nca soruşturma başlatılır. Buna göre, 17.01.2000 yılındaki baskında ele geçirilen arşiv kayıtları üzerindeki inceleme yedi yıl sonra tamamlanıyor, yani kaybolan arşiv kayıtları bulunmuş oluyor.
KAYBOLAN ARŞİV
Oysa ki Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi`nde görülen Hizbullah ana davasında, 2000 yılından itibaren mahkemece her duruşmada defaten istenilmesine rağmen, kaybolduğu bildirilerek gönderilemeyen arşiv kayıtları nedeniyle 2013 yılı Mart ayında dönemin emniyet görevlileri hakkında mahkeme suç duyurusunda bulunuyor. İstanbul C. Başsavcılığı`nca da açılan soruşturma halen devam ediyor. 13 yıldır bulunamayan arşiv kayıtları, meğer 2007 yılında yolunu şaşırıp İstanbul Başsavcılığı`na uğruyor ve tekrar kayboluyor! Ve 33 kişi hakkında Beykoz baskınının yapıldığı 17.01.2000 günü suç tarihi kabul edilerek`Silahlı Hizbullah Terör Örgütüne Üye Olma` suçundan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi`ne dava açılır. Ayrıca iddianamede sanıkların eylemlerinin anılan örgüte yardım ve yataklık etme olarak nitelendirilmesi halinde kolluk tarafından suç duyurusunda bulunulduğu tarihte zamanaşımı süresinin tamamlanmış olduğu, örgüt üyeliği olarak nitelendirilmesi durumunda da suç tarihinin 17.01.2000 ve öncesi olarak kabul edilmesi halinde zamanaşımı süresinin 17.01.2010 tarihinde dolma ihtimali nazara alınarak şüpheliler hakkında tutuklamaya yönelik bir tedbir talebinde bulunulmadığı da vurgulanır.
Bugün için toplumun tüm kesimlerince askerlerin `adli katli` olarak değerlendirilen `Balyoz`un da mimarı olan, İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi, 4 yıla yakın bir `yargılama` sürecinin sonunda 16 Temmuz 2013`te oy çokluğuyla ( Başkan Ömer Diken ile Üye Savaş Çelik`in oylarıyla) 29 sanık hakkında 6`şar yıl 3`er ay hapis cezasına hükmeder. Sanıkların beraat etmesi gerektiği yönünde muhalif kalan Üye Aytekin Özanlı muhalefet şerhinde, örgütsel dokümanın ele geçirildiği 17 Ocak 2000 ile soruşturmanın başlatıldığı tarihe kadar geçen sürede sanıkların herhangi bir örgütsel faaliyetlerinin bulunmadığı,`özgeçmiş raporu` olarak nitelendirilen örgütsel dokümanın sanıklar tarafından örgüte verildiğine dair kesin ve inandırıcı delilin bulunmadığı, davanın açıldığı tarihe kadar zamanaşımını kesen bir neden bulunmadığı, davanın zamanaşımından düşürülmesine karar verilmesi gerektiği belirtilir.
Mahkumiyete ilişkin kararda tüm sanıklar için bir tek delile dayanılır: `Özgeçmiş raporu` isimli örgütsel doküman. PKK, KCK, DHKP-C, Hizbullah vs tüm örgüt davalarında, Türkiye yargı pratiğinin tüm adaletsizliklerinin müsebbibi olan ve isminin zikredildiği yerde `adaleti donduran` çok tanıdık bir delil. Nedir bu özgeçmiş raporu? Herhangi bir kimsenin geçmişi hakkında istihbari bir çalışma dahi gerektirmeyen, aksine rahatlıkla elde edilebilecek bilgileri içeren imzasız bir bilgisayar çıktısı. Şahısların nüfus, eğitim ve öğretim bilgileri, uğraştıkları iş vs. Yani herhangi bir kimsenin, bir diğeri hakkında devletin resmi kurumlarından rahatlıkla temin edebileceği bilgilerdir. Fakat mahkemenin 29 kişinin `adli katli` için yeterli gördüğü özgeçmiş raporları, şahıslara ait devletin resmi kayıtlarına uymuyor.
Misal, sanık Emine Çiçek, 1980, Diyarbakır doğumlu ve 12 kardeşi olmasına karşılık, özgeçmiş raporunda 1979 Batman doğumlu ve 11 kardeşi olduğu yazılı. (Savcılık ifade tutanağında, savcı şöyle bir değerlendirme yapıyor: `Özgeçmiş raporunda 11 kardeş oldukları belirtilmiş, bu durumda raporun son kardeşleri doğmadan 1999-2000 yıllarında düzenlediği izlenimi vermektedir.`) Kadife Filiz 1974, Narlıdere- İzmir doğumlu, 2 yaşında iken ailesiyle İstanbul`a yerleşmiş. Ancak özgeçmiş raporuna göre 1973 doğumlu, Narlıdere Camii`nde ders almış, Mersin`de uzun süre ikamet etmiş. Mahmut Şener, 1966 doğumlu, köylerinde hiç aşiret yok, 15 yıldan bu yana astım hastası, ilaçsız günlük hayatını sürdürememesine karşılık, özgeçmiş raporuna göre, 1964 doğumlu, Dömili Aşireti mensubu, roket ve top eğitimi yaptırabilir. Hıdır Sungu, Tokluca doğumlu, ilkokula Alanya`da başlamasına karşılık, rapora göre Beyrut doğumlu, ilkokula Batman`da başlamış. Mirza Çoban 14.11.1982 doğumlu ve Şahadet isminde bir çocuğu olmamasına karşılık, rapora göre 1972 doğumlu ve Şahadet isimli bir çocuğu var. Mehmet Nuri Geşgin, Sıdıka ve Nergis isimli kardeşleri olmamasına ve ağabeyi Mehmet Mahfuz 1963 yılında kalp krizinden ölmesine karşılık, raporda Sıdıka ve Nergis isimli kardeşlerinin olduğu, ağabeyi Mehmet Mahfuz`un şehit edildiği yazılı. (Savcının ifade tutanağındaki değerlendirmesi: `Raporun 1996-1997 yıllarında düzenlendiği değerlendirilmiştir.`) Mehmet Vakit, 1997 yılında askere gitmesine karşılık, raporda askere gitmediği yazılı. (Savcının ifade tutanağındaki değerlendirmesi: `Özgeçmiş raporunda askere gitmediği bilgisi yer aldığından bu raporun takriben 1997 ve öncesinde düzenlendiği düşünüldü.`) Diğer sanıklara ait olduğu iddia olunan özgeçmiş raporları da benzer vahim çelişkilerle dolu. Bu durumda mahkeme devlet kurumlarının resmi bilgi ve belgelerine itibar etmiyor, yalan yanlış özgeçmiş raporlarını geçerli sayıyor.
`YARGI İÇİ İKTİDARIN` POLİTİK TAKVİMİ
Mahkemenin gerekçeli kararında özgeçmiş raporlarındaki çelişkilere hiç değinilmez. Raporların sanıklar tarafından verilip verilmediği de irdelenmez. Suç tarihi itibariyle sanıkların içinde bulundukları yaş durumu dahi mahkemeyi hiç ırgalamaz. Misal, sanık Mirza Çoban 14.11.1982 doğumludur. Suç tarihi ise mahkemece 17.01.2000 olarak kabul edilmiştir. Buna göre sanık Mirza Çoban 18 yaşından küçüktür. Fakat bu husus görmezden gelinir ve bir yetişkin olarak cezalandırılır. İddianamede tartışmalı olduğu belirtilen suçun niteliği üzerine yani, suçun `örgüte yardım ve yataklık etme` ya da `örgüt üyesi olma` durumlarından hangisine niçin girip girmediğine dair hiçbir irdeleme yapılmaz. Zamanaşımının dolup dolmadığına dair tek kelam edilmez. Özgeçmiş raporlarının sanıklar tarafından verildiği ve geçerli olduğu bir an kabul edilse bile, tüm sanıklar için aradan en az 10-15 yıl zaman geçiyor. Bu süre zarfında sanıklar sosyal yaşamda legal faaliyetlerde bulunuyor, evleniyor, özgeçmişlerini verdikleri iddia olundukları yaşlardaki kadar çoluk-çocuk sahibi oluyorlar, Devletle resmi bağlar kuruyorlar. Tipik bir etkin pişmanlık durumu söz konusu olmasına rağmen mahkeme hiç oralı olmuyor.
Başka bir deyişle, doğru, meşru ve sağlıklı kanıt, dava açılmasını engelleyen ya da düşürülmesine yol açan durum, cezasızlık ya da cezayı indiren haller bir bütün olarak, ceza yargılaması yaptığını iddia eden mahkemenin kapsama alanı dışındadır. Mahkeme için önemli olan, tek şey sanıkların mahkum edilmeleridir. Bütün bunları, yargının bir ihmali ya da gözden kaçırdığı hususlar olarak değerlendirmek imkansız. Temel ceza hukuku eğitimi ile en asgari düzeyde hemhal olan bir öğrencinin dahi hepsini birden yapmayacağı şeylerdir. O halde, mahkemenin bir ceza yargılamasının asgari temel kavram, ilke ve kurumlarının tümünü yerle yeknesak etmesindeki `ulvi` gaye nedir? İhya-Der, Vahdet-Der, KCK, Balyoz, ÇHD davalarındaki amaç ne ise, bu davadaki amaç da odur! Yani `iktidar`ların özellikle de `yargı içi iktidar`ın politik takvimini izleyen yargının, toplumsal ve siyasal alandaki muhalif grupları sindirmede araçsallaştırılması geleneğinin dehşet bir biçimde devam ettirilmesidir.
Daha basit bir ifade ile söylersek, işin özcesi, polis 7 yıl sonra hukuki iklimin değil, politik iklimin olgunlaştığına karar veriyor, bir suç ve suç tarihi uydurarak bir fezleke düzenliyor, savcılık polisin fezlekesini iddianame haline getiriyor, mahkeme de iddianameyi bir karara dönüştürüyor. `Darbeye teşebbüs` iddiasının üzerinden 7 yıl geçtikten sonra başlatılan bir soruşturma sonucu askerlerin `adli katliama` uğratıldığı `Balyoz`a nasıl da benziyor değil mi? Buna da `Dindarların Balyoz`u diyebiliriz. Şimdi, bu karar, bir ilam hüvviyetini kazanmak için Cemaat`in ana karargahı HSYK`nın inşa ettiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi`nin önünde bekliyor.
YARGI YOLUYLA İÇ SAVAŞA SÜRÜKLEMEK
Okuyucular arasından `Yargı süreci henüz bitmedi, yazdıklarınız yargıya müdahale değil mi?` diye soranlar çıkabilir. Evet, bütün gayem tam da budur. Bu kararın onanması, bir yandan, 29 dindar Kürt ile yakınlarının yaşamlarının karartılması ve aynı siyasal gruba dahil olanların da sindirilmesi anlamına gelir. Diğer yandan da, demokratik ve meşru siyasetin olmazsa olmazı olan `hasım` gruplar için agonistik meşru siyasal kanalların yargı yoluyla ortadan kaldırılmasının gittikçe derinleşmesine yol açar. Bu gidişle varılacak sonuç, kurgulanan davalarla `tutsak` alınanların yaşamlarının karartılmasıyla birlikte, adil bir toplumun inşa edilebilmesi koşularının da tümüyle ortadan kaldırılmasıdır. Dahası, toplumun yargı yoluyla bir iç savaşa sürüklenmesidir.
Bu nedenle, `bağımsız yargıya müdahale etmeyelim!` zırvalığını tekrarlamayı vazife edinen `sahtekar entelektüel`lerin aksine, inşasından birinci derecede sorumlu olduğu için başta siyasal iktidar olmak üzere tüm siyasi parti ve aktörler ve de tüm yurttaşlar için, hem yaşanılan `adli katliam`lara ortaklık edilmemesine, hem de asgari düzeyde de olsa halen mevcut olan `aynı siyasal birliğe ait olma duygusu`nun tamamen yok edilmesine karşı durmak adına, acilen bu yargıya müdahale etmek tarihi ve ahlaki bir sorumluluktur.
Kısacası, vakit giderek daralmasına rağmen, hala önümüzde sadece iki seçenek var: Ya kendinden olmayanları imha etmeyi hedefleyen bu yargıya müdahale edeceğiz ya da bir bütün toplum olarak geleceğimizden vazgeçeceğiz. Biz tercihimizi çoktan yaptık... Sıra sizde...
YENİ ŞAFAK / KEMAL ŞAHİN - DEMOKRAT YARGI GENEL SEKRETERİ, YARGIÇ