• DOLAR 34.526
  • EURO 36.195
  • ALTIN 2973.914
  • ...
27 Mayıs`ta Ne Oldu
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

27 Mayıs’ta ne oldu?” sorusuna basit bir cevap vermek mümkün: 1950’den önce silahlı bir iktidar vardı; o iktidar 1950’den sonra silahlı bir muhalefete dönüştü ve fırsatını bulduğu ilk anda silahına davranıp yeniden iktidar oldu.

Bu, şekil olarak yeterli bir cevap ama öz bundan çok daha büyük…27 Mayıs’tan önce de sonra da Türkiye’nin asli iktidarı aslında aynıydı. O iktidar, muhalefetin hükümet olmasına giden yolun tahlilini on yıl boyunca yaptı ve yapması gerekeni buldu:

Seçimle devrilmesi mümkün olmayan hükümet darbeyle devrilecek; ardından ülkenin her yanını sosyal açıdan Cumhuriyetin geleceği için yeniden dizayn edecek adımlar atılacaktı.

Devlet iktidarının on yıllık muhasebesi, bir yönüyle öz eleştirisi onu önemli bir sonuca götürmüştü: 1908’den 1950’ye kadar yapılanlar yüzde yüz doğruydu, bundan şüpheye düşmek çağdaşlaşma devrimine duyulan inanca zarar verirdi. Ancak jandarma dipçiğiyle devrim kalıplarına konulan halk, çağdaşlaşma devrimini anlamıyor, bunun için gericiliğe özlem duyuyordu. Bu özlemin önüne geçmenin yolu devrim için sosyal bir taban oluşturmaktı; diğer bir ifadeyle toplumu devrimin çağdaşlık yönüne inandırmaktı.

Toplumun devrimin çağdaşlık yönüne inandırılması, toplumun kendi inancından ve günlük yaşamından koparılması, daha açık bir ifadeyle İslamî köklerinden koparılıp Batı değerlerine kaydırılması anlamına geliyordu.

Daha önce de bu yapılmıyor muydu? Yapılıyordu. Öyleyse değişen ne olacaktı? Proje daha önce kışla ve okullarda komutan ve öğretmenler tarafından yürütülüyordu. Resmiydi ve halk bu resmi şekillendirmeye direniyordu. Yeni dönemde proje sivilleştirilecek; sistemine düşman göründüğü halde onun felsefesine hizmet edenler de projenin içine çekilecekti.
Bu adımla, devlet üstü örtülü bir şekilde solculuğu kendi felsefesi için taban oluşturan bir akım olarak seçecek, solun gayretleri çizgi dışına çıktığında cezalandırılacak, hizaya çekilecek; solun toplumu İslamî köklerinden koparma yönü ise kutsanacak ve özenle korunacaktı.

Bu, aslında sistemin kendi muhalefetini oluşturma projesiydi. Sistem, kendisine muhalefet olarak solu seçmiş; solu kendi projelerinin bir parçası haline getirmişti.

Devlet, solu muhalefet olarak atamış; o muhalefetin koltuğunu sarsacak, onun yerini alacak girişimlerde bulunmayı “isyan” sınıfı içine almıştı. O günden sonra solun sosyal girişimlerine muhalefet etmek, sistemin kendisine muhalefet etmek kadar ağır suç sınıfına alındı. Böylece, yeni dönemde sistemin iki muhalifi oluştu: 1. Sistemin sosyal taban oluşturmak için bir imkan olarak gördüğü solculuğu hizadan çıkarıp Türkiye’yi Rusya’nın bir eyaleti haline getirmek isteyenler 2. Solun toplumu geleneksel veya İslamî köklerinden koparma çalışmasına karşı direnenler…

Sistem açısından ikisinin birbirinden çok farkı yoktu. Çünkü ikisi de neticede devletin projelerinin gerçekleşmesine engel oluyordu.

27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin hangi coğrafik bölgesinde olursa olsun sol renkle muhalefet yapmak, sistem adına çalışmak anlamına gelir. Bu sadece netice açısından böyle değildir. Teşkilat açısından da böyledir.

27 Mayıs ihtilalini yapan darbeciler, halkı geleneklerinden ve İslamî köklerinden koparıp çağdaşlaştırmak istiyordu. Diyarbakır’da, Mardin’de faaliyet gösteren Solcu ve sözde Kürtçü gruplar da bunu yaptılar, o amaca hizmet ettiler. Bundan kuşku yok. Ama daha da ötesi, Kürt solunun dizaynı bizzat Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal İşler Dairesi Müdürü Yalçın Küçük tarafından yapılıyordu. Yalçın Küçük, bu dizayn çalışmasında Tek Parti döneminde Sol çizgide eğitilen Musa Anter ve diğerlerinden de yararlanmıştı. (1)

Sistem, kendisine muhalefet olarak İzmir’de Demokrat Parti’ye oy veren sağ göçmen kitleyi değil, nihayetinde CHP’ye oy verecek sol bir kitleyi görmek istiyordu. Diyarbakır’da da artık, Kürt muhalefeti denince Şeyh Said’e sempati duyan ve geniş sosyal kökleri olan geleneksel kesimler değil; devletin rahle-i tedrisatından geçmiş solcu gençler hatırlanmalıydı. Bu solcu gençleri Kürt toplumu nezdinde “saygın yapacak” ne varsa hepsi yapılmalıydı: İşkence ise işkence, hapis ise hapis…
27 Mayıs darbecileri, tarihi yeniden 1925’e çevirecek, Kürtçeyi yasaklayacak, köy isimlerini değiştirecek, şehir girişlerinde sarık kontrolü yapıp, sarıkları halkın gözü önünde yakacak, Arapça eser bulunduran hocalar gözaltına alınacak ama bu baskının oluşturduğu tepki solun hanesine aktarılacaktı. Böylece sistemden kaçanlar, başka bir kapıda sistemin içine girecek, sistemin içinde kalacaktı. Dedelerinin sarığı yakıldı diye öfkeye kapılan Kürt gençleri, birkaç yıl sonra köy meydanlarında sarık yakmaya çalışacak. Medreseler kapatıldı diye sisteme küfreden gençler, bizzat medrese talebelerine kurşun sıkmak isteyecekti.

ADNAN MENDERES FARKLI DEĞİL MİYDİ?

Herkes gibi Menderes’i de kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Menderes, elbette İsmet İnönü gibi biri değildi.

Devletin İnönü gibi yönetilmemesi gerektiğine inanıyordu. İlk günden böyle miydi, bunu bilmek güç… Ancak iktidar olduktan sonra bu inançta olduğundan kuşku yok…

Menderes iktidarı bir sivil iktidardı; Rusya’nın önderliğindeki Varşova paktına karşı; içeride NATO konsepti içinde Menderes gibi birine tahammül etmeyi gerektiriyordu.

Menderes, günlük hayatında bir CHP milletvekili gibi yaşıyordu. Ancak o günün dünyasında “Ben böyle olsam da bu halk benim gibi olmamalı” inancı kimi idareciler arasında yaygındı. Menderes, büyük oğullarına olmasa bile küçük oğluna İslamî bir eğitim vermeyi göze almıştı. Günlük hayatta günahkâr olarak bilinen bir babanın çocuğuna İslamî bir eğitim verdirmesi bugün için anlaşılması zor ise de o günün dünyasında anlaşılır bir durumdu. Çünkü o günün kimi isimleri günahkârlığa düşmüşlerse de günahkârlığı bir felsefe olarak benimsememişlerdi. Hâlbuki bugün, günahkârlık herkes için olmasa da en azından bir kesim için bir tür “hayat anlayışı, dünya görüşü” haline gelmiş. Bir gösteri sırasında solcu bir gencin “Benim dinim, benim içkimdir” demesi öylesine bir söz değil, günahkârlığın kimi kesimler için taşıdığı yeni anlamı ifade ediyor.

Menderes, ölümü göze alarak ezan üzerindeki yasağı kaldırdı. İmam Hatip Liselerini açtı ve güçlendirdi. Ama bütün bunlardan öte halka dönüp “Siz ne isterseniz o olur” dedi. Söz, dinleyenin anlayışına göre anlam kazanır. Birileri buna “bu halkı ilahlaştırmak anlamına gelir” diyebilir. Ama sistem bunu kendi ölümü olarak görüyordu. Çünkü sistem iş başına geldiği 1908 II. Meşrutiyet darbesinden bu yana asla halkın istediğinin gerçekleşmesine izin vermemiş; bu yöndeki taleplerin hepsini geçmişe dönmek olarak değerlendirmişti. Nitekim Menderes’in bu sözünü de “Ey halkım, sen istersen Hilafeti bile getirirsin” diye anlamış, öyle duyurmuş ve bunu onun idamına gerekçe yapmıştı. Tek Parti sistemi, halkın iradesine uymayı kendi ölümü olarak görüyor; bu yöndeki adımları kendi canına kast olarak değerlendiriyor ve buna, o kastı yapanların canına kastla cevap veriyordu.

Atatürk’ü Koruma Kanunu, Menderes döneminde çıktı. isaril’le ilişkiler Menderes döneminde fazlasıyla devam etti. Plajlar, Menderes döneminde yaygınlaştı. Ama bunlardan hiçbiri Menderes’in halka seslenerek “Siz ne isterseniz o olur” sözünün vesayet yapıları üzerindeki dehşetini hafifletmeye yetmedi, onların ona karşı duydukları kin ve nefret ateşini serinletmedi. Menderes, darbeden yaklaşık on altı ay sonra 17 Eylül 1961’de Yassıada’da idam edildi; ip, cellat ve tedfin parası dahi henüz on beşini bulmamış oğluna ödetildi.

KÜRTLER AÇISINDAN 27 MAYIS

Kürtler arasında Menderes dönemi özlü bir sözle anlatılır: “Menderes hat, asker mir” derler; yaşlılarımız. Yani “Menderes geldi, askeri rejim öldü.”

Aynı yaşlıların Menderes sonrası için de bir değerlendirmesi vardır: “Menderes mir, asker hat.” Menderes öldü, askeri rejim dirildi.

Kürtler açısından “asker hat” sözünün o günlerde ne anlama geldiğini sadece o yörenin halkı değil, o yörede jandarmalık yapanlar da iyi bilir. Bu söz o gün için “Kaçmazsan ölebilirsin” sözüne yakın bir anlam ifade ediyordu.

Sol görüşlü isimlerden Tarık Ziya Ekinci, önce tek parti uygulamalarını eski başbakanlardan Ferit Melen’in dilinden şöyle aktarıyor:

“...Devletin söylenmeyen politikası (Kürtler) ‘zenginleşmesinler, okumasınlar’ şeklindeydi. Örneğin, yüksek rütbelere pek çıkmazlar, devlet dairelerinde belli bir düzeyin üstüne katiyen ulaşamazlardı. (...) 1950’lere kadar büyük bir baskı dönemi yaşandı. Jandarma kimseye gözünü açtırmazdı. Onların her şeyi jandarma onbaşısıydı. Zaten Güneydoğu Anadolu ‘memnu bölge’ durumuna getirilmişti. Kimseler gitmez, kimseler geçmezdi.”

Ardından 27 Mayıs darbesini Kürtler açısından şu sözlerle anlatıyor: “27 Mayıs günü, (1925’ten 1950’ye kadar) 25 yıl boyunca büyük acılar çeken Kürtler, tek parti döneminin sürgün ve baskı politikalarının geri geleceği endişesine kapıldılar.

27 Mayıs Hareketi, Kürtler tarafından büyük korku ve panik içinde karşılandı.”

Kürtlerin korkusu, dipçiğin geri gelmesiydi. Hâlbuki sistem 27 Mayıs’tan sonra solcu Kürtlerle geldi. Daha önce jandarma korkusuyla sarıklarını saklayan yaşlılar jandarmanın bile ulaşamadığı köylerinde artık kendi öz evlatları olan solcu gençlerin korkusuyla sarıklarını saklıyorlardı. Daha önce jandarma korkusuyla medresede gizlice ders veren Seydalar artık kendi öz çocuğu tarafından tehdit ediliyor ve ders vermekten vazgeçiriliyorlardı.

27 Mayısçıların Devlet Planlama Teşkilatı içinde kurdukları Doğu Grubu üzerinden Kürtlerle ilgili aldıkları kararların bazıları şunlardı:

Bölgenin nüfus yapısı Kürtler aleyhine değiştirilecek.

Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesmek için bölge iskan sahalarına ayrılacak.

Bölge okulları, köy okulları ve meslek okulları aracılığıyla kız ve erkek misyonerler yetiştirilecek.

Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılacak.

Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurulacak ve kendilerini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu ispatlanarak yayınlanacak.

İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürt maddesi tashih edilerek Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılacak.

Bölge halkından kabiliyetli ve küçükken asimle edilen gençlere yüksek tahsil imkânı sağlanacak.

Kürtlere ırk bakımından Türk siyasal düzeninin en elverişli, en emin, en çok imkân sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden (radyo vb, araçlarla) yayınlar yapılacak.

Bu bir imha politikasıydı. O günlerde darbecilerin seçtikleri Devlet Başkanı Cemal Gürsel ve diğer Milli Birlik Komitesi üyeleri Bölgeye geziler düzenliyor ve halka “Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün” diyorlardı.

27 Mayısçılar, hedeflerinin bir bölümüne ulaşamadılar. Ama Türkiye’de “Kürt” denince akla sol muhalefetin gelmesini başardılar. Erzurum-Maraş hattında pek çok Kürt sadece solcu olarak görülmemek içinde Kürtlüğünü inkâr etti, “Ben Kürt değilim” dedi.

27 Mayısçılar tarafından Kürtler için üretilen sol muhalefetin en büyük başarısı Kürtlerin içinde çağdaşçılığın yaygınlaştırılması ve Kürtlerin önemli bir bölümüne “Ben Kürt değilim” dedirtmeleridir. Diyarbakır’ın İslam orduları tarafından fetih gününe denk gelen 27 Mayıs darbesi, Kürtler açısından İspanyolların Müslümanların Endülüs’ten çıkarılmalarını ifade etmek için kullandıkları bir “tersinden fetih(reconquista)” hareketine dönüştü.

Yalçın Küçük’ün yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen hala yüzü gülüyorsa bunun nedeni bu başarısı olsa gerek…

DİPNOT: 1. Yalçın Küçük’ün müdürü olduğu daire “Uzun Vadeli Planlar Şubesi” olarak bilinir. Küçük, buradan ayrılınca Amerika’ya gitti, Yale Üniversitesi’nde lisans eğitimi aldı. Ardından mülakatı kazanarak dört ay boyunca da Dünya Bankası’nda staj yaptı. Bu özgeçmiş, Kürtlerin İslam’dan uzaklaştırılması çabası projesinde kimlerin imzasının olduğunu gösteriyor herhalde.
 

Bu haberler de ilginizi çekebilir