• DOLAR 34.583
  • EURO 36.434
  • ALTIN 2938.216
  • ...
Tasavvufun hazinelerinden; Şeyh Ahmed  El-Haznevi
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Mehmet Emin Özmen / Doğruhaber /Araştırma

İlk nüvesi Medine İslam devletinin idare yeri olan, Mescid-i Nebevi’nin Ehli Suffe bölümünde, bizzat Hz. Peygamber (sav) tarafından atılan tasavvufi hayat çizgisi, çeşitli tarikatlarca günümüze kadar taşınmıştır. Şu esas unutulmamalıdır ki tarikatlar şeriata götüren yollardır. Bu hafta biyografisini ele alacağımız Şeyh Ahmed El-Haznevî bu gerçeği yazdığı bir mektupta şu şekilde izah eder: “Size şu tavsiye olunur ki; bu parlak şerîate (İslâmiyet’e) ve mübârek sünnete tâbi olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir.”

TARİHÇE-Î HAYATI

Adı Ahmed olan Şeyh’in babası Hoca Murâd Efendi olup, aslen Şırnak’ın İdil (Hezex) İlçesine bağlı Ocaklı (Banıh) köyündendir. Suriye’nin Kamışlı kazasına bağlı Hızna veya Hazne köyünde doğduğu için Haznevî nisbesiyle anılır. Babasının imamlık yaptığı Hazne köyünde muhtemelen 1886 yılında doğan Ahmed, tahsil çağına gelince, hemen hemen tüm ilim erbabı gibi beldeleri dolaşmaya başlar. Diyarbakır, Silvan, Norşin ve Hizan medreselerindeki tedrisatın ardından, Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki Müderris/Molla Hüseyin Küçük Efendi’den icazet alır.

Medrese usulü eğitimini tamamlayıp icazet aldığı halde tasavvufa ilgi duyar. Şeyh Abdurrahman-î Tağî’nin halifesi olan Hîzanlı Şeyh Abdulkadir Efendi (k.s.)’nin sohbetlerine devam eder. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce hocası Şeyh Abdulkadir Efendinin vefat etmesi üzerine ise, Abdurrahmani Taği (k.s.)’nin oğlu Şeyh Muhammed Diyaeddin Nurşinî (k.s.)’nin sohbetlerine katılır.
Tabi o yıllarda çekilen maddi sıkıntılar ve dergâhlardaki fakirane yaşam tarzı aslında tasavvufi çile hayatına hazırlık açısından başlı başına bir eğitimdi. Bu şartların nefs terbiyesi üzerindeki etkisini bizzat Şeyh Ahmed el-Haznevî (k.s.) kendi hayatından şu anekdot ile açıklar: “Norşin’e gittikten 15-20 gün sonraydı. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî’nin evindeydim. Malum yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Bir gün Muş’un ileri gelenlerinden birisi Hazret’i ziyarete gelmişti. Hazret’i ve talebelerini yemeğe davet etti. Hazret de daveti kabul edip, icabet edeceğini bildirdi. Nasıl olsa ben de ziyafete gideceğim, güzel yemekler yiyeceğim diye düşündüm ve sevindim. Bu durumdan nefsim çok zevklendi. Hemen çarıklarım ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet Hazret yolculuk hazırlığını yaptı. Ben de diğer talebelerle birlikte hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp; “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin. Yalnız Molla Ahmed kalsın. O gelmeyecek” buyurdu. Ben gitmeyip kaldım. O zaman hocamın niçin öyle dediğini anladım ve nefsime dönüp dedim ki: “Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim diye iştahlandın. Güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi. Ey nefsim! Senin uslanman için bu kapıda çok sabırlı olman ve kendi isteklerini bir kenara bırakman lâzımdır. Bunu yaparsan Allah Teâlâ’nın ve sevdiklerinin rızasına kavuşursun.”

MEZUNİYETİ VE HALİFELİĞİ ALMASI

Bu şekilde 15 yıl Hızna ile Nurşin arasında yaya veya binekli olarak gidip gelen Şeyh Ahmed (k.s), daha önce medrese eğitimi de aldığı için, hem ilmi hem de irfanî açıdan kısa sürede nazarları celp edecek seviyelere gelir. Artık ekilen fidanın meyve vermesinin zamanı gelmişti. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî (k.s) Hazretleri ona ilim öğretmek ve insanlara İslâmiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet ve hilâfet verdi. Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî (k.s) Hazretlerinin sohbetlerine devam ederken kendisine zahiri ilimleri öğreten Silvanlı Molla Hüseyin Efendiyle de irtibatını da devam ettirir. Çünkü bu zatlar, Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretinin kırk yıl kölesi olurum” düsturu ile yetişen ve bu terbiye ile ilim öğreticilerinin kıymetini bilen kişilerdi.

İRŞAD FAALİYETLERİ VE EĞİTİM DÜSTURLARI

Artık insanları irşad ile uğraşacak olan Şeyh Ahmed (k.s), Hazna’ya döner ve orada bu görevini icraya başlar. Sonra da asıl dergâhın merkezini oluşturacak, Telma’ruf beldesine yerleşir. Eğitime son derece önem verir. Zahirî ve batinî ilimleri dengede tutmaya çalışır. İslam’ın hüküm sürdüğü süreçte, maalesef bu iki eğitim metodunun dengede tutulmadığını ve bu muvazenesizliğin Müslüman topluluklara zarar verdiğini göz önünde bulundurursak, işin ehemmiyeti ortaya çıkar.

Bu husus kendisinin mektuplarını içeren Mektubat-ı Şeyh Ahmed ismiyle basılan eserin ikinci mektubunda şu şekilde açıklanmıştır: “Kardeşim! Mürşidimiz Hazret El-Şeyh Muhammed El-Ziyâuddin (k.s) buyurdular ki: Zahirî ilim tahsiline çok çalışmak ve şiddetli çaba sarf etmek lâzım olduğu gibi, batinî ilmin tahsili için dahi şiddetli bir cehd (çabalamak) lazımıdır.” İmâm-ı Rabbanî (k.s) buyurmuşlar ki; “Kulun Mevlası (Allah’ı) kendisinden razı olmadıkça, hayatında onun için ne gibi bir zevk ve safa olabilir. Cennetteki Allah’ın rızası cennetten daha iyi, cehennemdeki Allah’ın gazabı cehennem ateşinden elem bakımından daha şerlidir. Öyle ise, akıllı kişi Allah’ın rızasıyla çalışması gerekir.” Ey kardeş! Mevlânâ Halid Zilcenaheyn´den, (k.s) Allah´ın manevi yolunda manevi süluk etmek ne vakitte tamam olur diye sorulunca, “Beşikten mezara kadardır, ancak tarikatımız mahbüz (sevgili) Allah yolunda rühu feda etmektir.” dedi. Cizreli Molla Ahmed (k.s) bir beytinde “Talibe fırsat gelince, Allah yolunda çalışmayıp da mehil vermesi haramdır. Benim için Nuh´un (Aleyhisseâm) ömrü kadar ömrüm yoktur. Öyle ise ey aşk şarabının dağıtıcısı bana doğru çabuk gel” demiş.

Şeyh Ahmed el-Haznevi (k.s) sadece havas ile değil avam ile de meşgul olur ve herkese seviyesine göre davranırdı. Bu anlamda bir çobana Et-Tahhiyyat duasını öğretmek için çok ilginç bir yönteme başvurur. Bu çobana kelime-i şehadeti öğretmek ve düzgün bir şekilde söylenmesini sağlamak için saatlerce uğraşır. Sonra Fatiha Suresi’ni ve Ettahiyyatü duasını öğretmeye çalışır. Ne yaptılarsa çoban bu duaları ezberleyemiyordu. En sonunda Şeyh Ahmed (k.s) çobanın tanıdığı ve birbirlerinden rahatlıkla ayırabildiği koyunlarına tek tek isim koymaya başlar. Bunun adı “Ettahiyyatü” bu diğerinin ki “Lillahi”, şuradaki “Vessalavatu” diye. Böylece çoban duaları ezberler. Aradan bir süre geçtikten sonra bu çoban Telmaruf’a ziyarete geldiğinde, Şeyh Hazretleri camide ona bu duayı okutur. Gördü ki duanın içindeki bir kelimeyi mesela “Vettayyibat”ı eksik okur. Sebebini sorduklarında o isimli koyunun öldüğü şeklinde cevaplar.

BASKILARA MARUZ KALIŞI VE BASKICILARINI İRŞADA ÇALIŞMASI

Kendisinin yaşadığı zaman dilimi İslam ümmetinin çok ağır imtihanlar geçirdiği yıllarını teşkil eder. Osmanlı Devleti sınırları içerisinde bulunan Suriye toprakları, tampon bir bölge olarak değerlendirilip, en son Fransızların yönetimine verilmişti. Türkiye ve Suriye Müslümanları çok ağır şartlardan geçiriliyordu. Bu baskılardan Şeyh Ahmed el-Haznevi de kendi payını almıştı. Bu anlamda yaşadığı şu durum, onun yaşadığı baskılara, Fransızların Ümmet üzerindeki makro planlarının, mikro bir örneğini oluşturması ve kendisine düşmanlık eden bir aşiret ağasının irşadı uğraşması açısından zikredilmeye değer bir olaydır.

Şeyh Ahmed el-Haznevî (k.s) 1923 yılında mürşidinin vefatıyla Amûde şehrinde insanları açıkça irşad etmeye başladı. Bir ara işgal kuvvetleri onu Haseke şehrinde zorunlu ikamete mecbur eder. O günlerde, Havirkan aşiretinin lideri Haco Ağa ile birlikte işgal kuvvetleri komutanının yanına çağırılır. Fransız komutan Şah-ı Hazne’ye, “Seni çağırmamın sebebi, bize hiç destek vermiyorsunuz. Milliyetçilerin mukavemetini kırmak için bize destek vermenizi istiyoruz. Eğer bizim tarafımızı tutarsanız, sizi ve yakınlarınızı bağışlarız. Aksi halde Haseke’de de size rahat vermeyiz” derler. Haseke yakınlarında ikamet etmekte olduğu köyde neredeyse yirmiden fazla hane vardı. Her biri sûfîlere ait idi. Şah-ı Hazne oraya yerleşince su kuyuları da açtırmıştı. Fransızlar hepsine el koydu ve Arap ahaliden Tay aşireti reisi Muhammed b. Abdurrahman’a verdi. Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın girişimleri sonucu Fransızlar, Ahmed Haznevî Hazretlerini buradan da uzaklaştırmak istedi. Taylı Muhammed b. Abdurrahman, Şah-ı Hazne’ye düşmanlık etmeye başladı. Adamları o kadar hırs ve intikam içindeydiler ki, kimsenin toparlanmasına bile fırsat vermeden bütün evleri ateşe verdiler ve “Hemen köyü boşaltın” dediler. Ahmed Haznevî hazretleri o günden sonra Telma‘ruf köyünü mesken tuttu. Telma‘ruf’ta iken Taylı Muhammed b. Abdurrahman adamlarını gönderdi. Gelenler, liderlerinin çok hasta olduğunu ve Ahmed Haznevî Hazretlerini kendi köylerine davet ettiğini söylüyordu. Aslında o, ilk günlerde Şah-ı Hazne’ye intisap etmiş, ama ne olduysa sonradan ona düşmanlık beslemeye başlamıştı, düşmanların oyununa gelmişti. Şimdi ise adamları, aşiret liderlerinin artık tövbekâr olduğunu söylüyordu. Bu yüzden Ahmed Haznevî Hazretlerini köye davet ediyorlardı. Şah-ı Hazne hemen yola çıkmak üzere hazırlıklarına başladı. Ancak sûfîler ona engel oldu: “Efendimiz, onun neler yaptığı ortada iken siz onun ayağına gitmek mi istiyorsunuz? Onun size bir kötülük yapmasından korkuyoruz” dediler. Ahmed Haznevî Hazretleri onlara, “Ben zalim bir insanın tövbekâr oluşuna nasıl karşı koyabilirim? Allah’a yemin olsun, gökyüzünden yağmurlar boşansa, yeryüzünü su kaplasa, ben de bir binek hayvanı bulamasam bile yine günahkâr bir kulun tövbe etmesi için elimden gelen her şeyi yaparım. Yeter ki o insan, Allah yolunda yürümek istesin” dedi. Ve Şah-ı Hazne aşiret liderinin evine gitti. Taylı Muhammed b. Abdurrahman, Ahmed Haznevî Hazretlerinin elini tuttu. Allah Teâlâ’ya yöneldi. Tüm işlediği günahlardan pişman oldu.


 

Bu haberler de ilginizi çekebilir