Arkeolojik bir yaklaşımla konuya temas edildiğinde temelleri farklı coğrafyalarda farklı zamanlarda ve farklı paradigmalarla ve ideolojilerle atılmış olan eğitimin 21.Yüzyıla gelindiğinde evrensel bir anlayışa dönüştüğü açıkça ortadadır. Bu tarihsel süreçte temel ilkeleri devletler ve yönetimler tarafından belirlenen ve demografik(yaş, cinsiyet, maddi durum vs.) durumlar ayırt edilmeksizin kitlelerin bütün kesimlerince alınması zorunlu olma durumlarını da meydana getirmiştir. Modernist bir icat olan zorunlu eğitim, felsefi meşruiyet temeli daha çok Antik Yunan medeniyetlerine dayansa da süreç içerisinde toplumsal bir pratik olgusuna evirilmiştir.
Ünlü Fransız filozof ve matematikçi Marquis de Condorcet’in “çocuklar ana babalarından önce Cumhuriyet’in çocuklarıdır.” İfadesi yönetimlerin ve ulusların zorunlu eğitim paradigmasını özetlemektedir. Platon, ideal devletin ve medeniyetin ancak “ideal insanlarla” kurulacağını ve ona göre ideal insanların temel özelliği de vatandaş olması, bir başka ifade ile eğitim almış olmasıydı. Arkeolojik eğitim kazısında Yahudilerin zorunlu eğitimine göz gezdirildiğinde her Yahudi ebeveynin çocukları için kutsal kitapları Talmud’u okuyacak kadar eğitim alması isteniyordu. Antik Yunan’da eğitim daha çok erkek çocuklarını kapsarken Yahudilerde alınması istenen eğitim kız çocuklarını da kapsıyordu. Bu sebeplerden kaynaklı Yahudiler arasında “rabbi” sıfatıyla bir eğitimci sınıf teşekkül etti.
İslam medeniyetinde ise eğitimin tezahürü bireylere daha çok bilişsel becerilerini geliştirmeleri için emir ve tavsiye şeklinde oldu. “İlim öğrenmek her erkeğe ve kadına farzdır.” hadisi ve “De ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ayetiyle ilimle hemhal olmanın diğer pek çok işten ve ibadetten üstün olduğu en üst düzeyde vurgulandı. İslam’da ilim öğrenmenin her kadın ve erkeğe farz tutulması, her ne kadar modern anlamda bir zorunlu eğitim olmasa da bir tür farklı zorunlu bilgi edinme, kendini ve Yaratanını(bilginin sahibini) tanıma sürecidir.
İlk paragrafta da değinildiği gibi farklı coğrafya ve zamanlarda farklılıklar olmasına karşın, Memlük(şimdi ki Mısır toprakları) dönemi Kahire’si ve Endülüs(şimdi ki İspanya toprakları) coğrafyalarında olduğu gibi kadınlar arasında bile eğitimin hayli yaygın olduğu örnekleri vardır.
İslam müellifleri nazarından konuya temas ettiğimizde; “El-Medinetü’l-Fazıla” müellifi Farabi ve “Mukaddime”’nin müellifi İbn-i Haldun ideal devletin ve medeniyetin temelini eğitimle, bilgiyle atabileceği görülür.
Ülkemizde 1824 yılından itibaren batının “aydınlanma” trendiyle batıya karşı bir hayret ve hayranlık duygusu meydana gelmiştir. Osmanlı devleti son asırlarda ülkede yaşanan bunalımlardan kurtulmak için çareyi batının ilerlemeci anlayışına bağlamıştır. Ne yazık ki batının teknolojisini, bilgisini transfer edeceğine, kültürünü ve medeniyetini ithal ederek sorunlara bir türlü çözüm mekanizmasını geliştirememiştir. Daha sonra İttihat ve Terakki cemiyeti işbaşına geçerek batıcı zihniyetiyle Osmanlı devletinin sonunu hızlandırmış ve cebri cumhuriyet rejiminin temelini fikren yani paradigmasal olarak atmıştır. Ecdadımız batılı sömürgeci ülkelerle Çanakkale’de ve batı cephesinde savaşarak memleketi müstemlekelerden kurtarırken rejimin yeni kurucuları gerçek kurtuluşu batıda gördüğü için John DEWEY ve ekibini eğitimin temel dinamiklerini belirlemeleri için özel davetiyeyle ve sınırsız imkânlarla ülkemize çağırmıştır. Bir taraftan cephede düşmanla savaş yapacaksın beri taraftan düşmanın kültür ve medeniyetini her türlü imtiyazla ithal edeceksin.
Sonuç olarak kendi inanç değerlerimizden, kültürümüzden, medeniyetimizden, gelenek ve ilkelerimizden tamamen kopuk ve yabancı bir eğitim anlayışı benimsendi. İnanç değerlerine, kültür ve medeniyetine yabancılaşan bir nesil yetiştirmek için kurucu kadro var gücüyle çalışarak bize meşum bir miras bıraktı. Ne yazık ki, yapılan her değişim ve palyatif çözümün bir türlü yaramıza merhem olamadığı müşahede edilmektedir.