• DOLAR 32.589
  • EURO 34.858
  • ALTIN 2507.951
  • ...

Kadına şiddetin önüne geçmek gibi masum bir algı olarak piyasada tozu dumana katan Feminizm kavramı, son yıllarda çok farklı amaçlar için kullanılmaktadır. Dünya çapında, en büyük iktisadi ve siyasi kuruluşlar tarafından projelendirilerek siyasi, sosyal ve iktisadi olarak da desteklenen akım, geldiğimiz nokta itibarıyla çok büyük bir toplumsal mühendisliğin albenili postu haline getirilmiştir. Küresel üst aklın özellikle mütedeyyin toplumları değiştirip dönüştürmekte kullandığı tahrip gücü en yüksek olan silahıdır.

Latincede kadın anlamında olan Femina kelimesinden türetilen feminizm, ilk olarak 18. yüzyılda Fransız yazar ve filozoflar tarafından ortaya atılmış. Kadın erkek eşitliği, kadına şiddetin önüne geçme, kadın hakları, kadın özgürlüğü gibi kavramsallıklarla piyasada görücüye çıkarılmıştır. Ancak bu gün geldiği nokta itibarıyla özellikle cinsiyet eşitliğine odaklanarak toplumların kimyasını, insanlığın fıtratını bozma gibi dehşet verici bir salgına dönüştürülmüştür.

Bugün kullandıkları sihirli kelimeler ve argümanlar özellikle genç nüfus üzerinde hakikaten hipnoz etkisi oluşturmaktadır. Örneğin diyorlar ki; erkeklik ne demek? Kadınlık ne demek? Hepimiz belirli bir cinsiyette doğuyoruz. Ancak bu cinsiyetlerle ilgili rolleri kim belirliyor? Kimsenin bu rolleri belirlemeye, dayatmaya ve bunun üzerinden ayırım yapmaya hakkı yoktur. Herkes istediği cinsiyeti tercih etmekte özgür olmalıdır.

Bunun ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz. Bu anlayış insanın yaratılışına bir itirazdır. Fıtratı değiştirmektir. Doğal olarak da İlahi kanunlara karşı duruş, inkar ve ateistliktir. Dikkat edilmesi gereken husus; karşı duruş kavramıdır. İnanmamak ayrı, karşı duruş koyup fıtratı değiştirmeye çalışmak ayrı bir durumdur. Bunların farkını bilmekte fayda vardır.

Bugün acıdır ki Türkiye'de de feminist çevreler, STK'lar, ve kadın teşekkülleri bu noktada masumane olan kadın haklarını korumanın çok ötesine geçerek cinsiyet eşitliğini canhıraş savunma vazifesini icra etmektedirler. Bu STK'ları da bir kenara bırakın, devletin ilgili bakanlıkları bu işlevi mevzuatlarla, esaslı bir şekilde yapmaktadırlar. 2011 yılında Avrupa Birliği ile yapılan İstanbul Sözleşmesi sonrasında bu çalışmaların önü artık alınamaz oldu. Ot biter gibi her yerden bu amaçlı kurulan dernekler ve vakıflar kuruldu. Avrupa’dan projelendirilen bu faaliyetlere devasa finans kaynakları oluşturuldu. Sonrasında 2012 yılında aile bakanlığı tarafından ısrarla getirilen 6284 sayılı "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun" ile bu faaliyetler hükümet politikası haline geldi.

İktidar partisinin en büyük handikabı; bu tür feminist politikaların hem partinin hem de hükümetin siyasi anlayışının merkezine konulması, bütün yıkım ve tahribatlarına, toplumdan yükselen itirazlara, vaveylalara rağmen bunda ısrar edilmesidir. Bakın bütün tepkilere rağmen çok büyük bir zulme neden olan süresiz nafaka düzenlemesinden halen dönülmemiştir. Küçük yaşta evlendiği için cezaevlerine atılarak yuvaları dağılan binlerin dramı halen devam etmektedir. Bir düzenleme yapılacağı söylenmesine rağmen, yapılsa dahi bunun soruna çözüm getirecek şekilde olacağı beklenmemektedir. Zira yasal düzenlemeye en fazla Aile Bakanı karşı duruş ortaya koymaktadır.

İstatistikler ortadadır. İstanbul Sözleşmesi ve Aileyi Koruma kanunu getirildikten ve bu tür feminist çalışmalar yoğunlaştıktan sonra Türkiye'de kadına hayat kalmamıştır. Şiddet, suiistimal ve cinayetler çok daha fazla artmıştır. Aileler parçalanmış, yuvalar dağılmış ve toplumsal huzur kaybolup gitmiştir.

Dolayısıyla sorun, yaratılış özellikleri farklı olduğu halde kadını erkeğe eşit kılmaya çalışmaktadır. Sorun, Allah'ın yarattığı fıtratı bozmaktadır. Kadını erkeğe denk kılmak kadına en büyük zulümdür. İnsan olma noktasında kadın elbette erkeğe eşittir. Ancak yaratılış ve fıtrat noktasında eşit olması mümkün değildir.

İnsan fıtratının korunması devletin insanlığa karşı en büyük sorumluluğu olmalıdır.