• DOLAR 32.518
  • EURO 35.006
  • ALTIN 2432.922
  • ...

Hukuka güvensizlik Türkiye tarihinden beri var olagelmiştir. Özellikle siyasal davalar noktasında büyük bir belirginleşme yaşanır. Bu daha çok devlet erklerinin birbirlerine nüfuz etme kavgasından ileri gelmektedir. Türkiye devlet ideolojisi ile ilgili konularda, yasama yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler üç döneme ayrılır.

Bu dönemlerden birincisi 2002 yılı öncesidir. Bu dönem hukuksuzlukların ve hukuka güvensizliğin ulaştığı en üst derecelerin yaşandığı dönemdi. Bu dönemde devletin üç temel erki arasında müthiş bir uyum vardı. Bu uyumun sebebi ise arka planda yer alan güçlerin bu erkleri sürekli hizada tutmalarından ve bir kanunun yasamaca çıkarılıp, yürütme tarafından uygulanması ve çıkabilecek hukuksuzlukların yargıca giderilmesinde, devlet aklına ters uygulamaların yaşanmaması için verilen çabadan kaynaklanıyordu. Her şey çok büyük bir uyum içerisindeydi. Askeri ve birbiriyle barışık bir yürütme yargı ve yasama organı vardı. Bu uyum ideolojinin korunmasıyla ilgili bir uyumdu.

Hukuk devleti olmanın vazgeçilmez şartları arasında gösterilen bu üç güç arasında bir dengeleme yoktu. Yasalar genelde hak ve özgürlükler açısından Anayasaya uygun olurdu. Anayasa Mahkemesine de pek gidilmezdi. Yoğun hukuksuzluklar yaşanmaktaydı. Fakat Bahsetmiş olduğum Yasama-Yürütme ve Yargı erklerinin o müthiş uyumu bu hukuksuzluğu bir şekilde örtbas ediyordu ya da her hukuksuzluk yasal kılıfına uyduruluyordu. Uymayanlar olunca da millete yansıtılmıyordu.

Bu dönemde güçler, birbirine hâkimiyet kurmaya çalışmıyordu. Zira hâkim güç arka plandaydı.

2002 yılı sonrası ise ikinci dönemdir. Bu dönemde pek beklenmeyen bir şey oldu. Yürütme gücü bir anda kaybedildi. Yürütmeye, arka planda yer alan güçler gibi düşünmeyen bir hükümet geldi. İşte çatışma süreci de tam bu noktada yaşandı. Zira hâkim güç yürütmeye etki edemiyordu artık. Hem yasama organını da yürütmeye kaptırmıştı. Elde kala kala yargı gücü kalmıştı. Bu gücü de sonuna kadar kullandı. Bu yolla yasama ve yargı üstünde hâkimiyet kurulmaya çalışıldı. Yürütme ve yasama ile yargı arasında artık büyük kavgalar yaşanıyordu. Yürütmenin idari kararları Danıştay`ca, yasamanın çıkardığı kanunlar ise Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyordu. Hatırlanacak olursa yargı neredeyse bir siyasi parti şekline dönüşmüş, hükümete resmen muhalefet görevini yürütüyordu. Hiç de normal olmayan bir dönemdi ve bu dönemde hakikaten hükümet ve millet yargıdan çok çekti.

Bu hukuki açıdan yaşanan kaos 2011 referandumuna kadar sürdü. Referandumdan sonraki dönem ise üçüncü dönemdir. Bu dönemde yaklaşık 10 yıldır verilen kavgayı yürütme kazanmıştır artık. Bu dönem ile birlikte yargının da normalleşeceğine inananların sayısı oldukça fazlaydı. Bunun meyveleri de zaman içinde alındı. Artık hâkim güç, yediği darbeler sonrası iyice etkinliğini kaybetmiştir. Bu durum halkın hürriyetlerine kavuşması açısından yapılacak düzenlemeler için de oldukça olumlu bir ortam oluşturmuştu. Yürütme bu olumlu havayı iyi de kullanmıştır. Hakikaten hiç de küçümsenemeyecek düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelerin de hiç biri normalleşmenin sonucu olarak ne Danıştay ne de Anayasa mahkemesinden geri döndü.

Bu üç erkin uyumu hak ve hürriyetlerin sorunsuz uygulamaya konması açısından güzel bir görüntü veriyor olsa da maalesef bu uyum hukuk devleti açısından hiç de normal değildir. Birbirini dengelemesi gereken bu güçler 2000 öncesi görüntüyü veriyordu.

Kötü kokular gelmeye başladı artık. Bu güçler artık birbirine hâkimiyet kurmuyor ve fakat bu sefer başka bir güç bunlara hâkimiyet kurmaya çalışmaktaydı.

İşte tam bu noktada Anayasa Mahkemesi başkanının uyarısı gündemde bomba etkisi doğurdu. Birileri kral çıplak demeye başlamıştı. Bu noktada hükümetin de şapkayı önüne koyup düşünmeye başlaması lazımdır. Çıplak sözlerle biz de buna karşıyız denmektense, bizatihi hukukun içinde ve en başında yer alan ve yıllarca hukukta hâkim güçlere karşı durmuş hak ve özgürlükler noktasında samimiyetini ortaya koymuş bu adamın sözleri ciddiye alınmalıdır. Çünkü hukukta eskiye dönüş olmaya başladığını biz hukukçular da görüyoruz. Oluşturulmaya başlanan yeni bir devlet zihniyeti var ve bu zihniyete ters her türlü yapı ve kuruluş, terör suçlaması ile yargılanıyor, toplum nezdinde itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Sivil Toplum Kuruluşları baskı altına alınmaya çalışılıyor. Hukuka güvensizlik halen giderilebilmiş değildir. Mahkemeler önüne çıkan kişi veya kuruluş ne ile karşılaşacağını kestiremiyor. Neyin suç olduğu neyin suç olmadığı birbirine karışmıştır. Aynı faaliyeti gösteren iki kişiden biri düşüncesinden dolayı terörist suçlamasına maruz kalıyorken, diğeri kahramanmış gibi gösteriliyor.

Özellikle son dönem adımları ile halkta olumlu tepki alan hükümet, bu işin üzerine gitmeli ve gerçek adaleti kurma gayesi ile bu işe bir çeki düzen vermelidir. Mesele halka hizmetse bunu kimin yaptığının bir önemi olmasa gerekir. Toplumuzun birlik ve beraberliği için bu vazgeçilmez bir şarttır.