• DOLAR 32.324
  • EURO 35.099
  • ALTIN 2300.718
  • ...

Çokça gürültülü bir dört aya girmiş oluyoruz. Bu süreçte referandumdan başka hiçbir olayın çok da dikkate alınmayacağı belli. Evet mi hayır mı? sorularının ‘var mısın yok musun` biçiminde sorulduğu çetin bir sınav gibi geçeceği de kesin..

Anayasa değişikliğinde şunlar şunlar var diye sayılacak ama sandığa gidenlerin ekseri, muhtevadan bihaber, olaya durduğu yerin penceresinden bakacak ve kendisini yakın hissettiği kişiler ne diyorsa tercihini ona göre yapacak.

Bu bir hükümet veya belediye seçimi değil, devlet seçimi. Yani şahıslar değil devletin bizzat idare biçimi halkın re`yine sunuluyor.

Tam da burada bir parantez açıp, Avrupa`nın ortasında yer alan ve dünya üzerinde doğrudan demokrasi ile yönetilen tek ülke yani herhangi bir vatandaşın herhangi bir kanuna dava açabildiği ve anayasa'da değişiklik teklifinde bulunabildiği İsviçre`den biraz söz edip bir mukayese yapalım. Ülkenin her yerde logosu CH, yani ‘doğrudan demokrasi`nin latincesi "Confoederatio Helvetica" ibaresinin baş harfleri.

İsviçre`de meclisten çıkan her yasanın referanduma sunulması zorunlu. Böylece halkın bizzat sandıkta onaylamadığı hiçbir kanun geçerli sayılmıyor. Tabi iş bununla sınırlı değil. Yüzölçümü Konya kadar olan İsviçre`de, ilki, 1294 yılında kurulmuş 26 eyalet/kanton var. İsviçre parlamentosunda kabul edilen kanun, referandumda kabul edilse bile, bir de eyaletlerde halk oylamasına sunuluyor, onlar da okey derse yürürlüğe giriyor.

Ha bir de, halkın doğrudan kanun yapma hakkı var. Nasıl? Herhangi bir yasa çıkartmak veya mevcut olanı değiştirmek için halktan toplanan 100 bin imza yeterli sayılıyor.

Ama işi o kadar abartmışlar ki mesela bir devlet başkanları yok. Onun yerine bu görevi üslenen yedi kişilik bir konsey var. Bu yedi kişiden biri, bir yıllığına İsviçre Konfederasyon Başkanı olarak seçiliyor. O da sadece konseyin sözcüsü ya da sekreteri gibi bir pozisyona sahip oluyor.

Hani burada cumhurbaşkanı partili olur mu olmaz mı diye tartışılıyor ya, İsviçre`de Genelkurmay Başkanı da seçimle geliyor ve doğal olarak partili olabiliyor.

Yine İsviçre anayasasında bir başkent telaffuz edilmiyor. Bern şehri ise resmi olarak değil, de facto (fiili) başkent sayılıyor.

Ülkenin Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanşça olmak üzere dört resmi dili var. Nüfusun; % 65 i Almanca, % 18 i Fransızca, % 10 u İtalyanca, %2 si Romanşça konuşuyor. Ve ‘Romanş`ca sadece yüzde 2, onu resmi dil yapmaya ne gerek var` demiyorlar.

Halk, denilince akıllarına zorunlu vergi ve askerden başka bir şey gelmeyen bu ülkenin malum halkçıları(!), geçmişte İsviçre`den ‘doğrudan demokrasi` dışında çok şey aldılar: Mesela 17 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunu, 9 Haziran 1932`de İcra ve İflas Kanunu ve 22 Nisan 1926'da Borçlar Kanunu gibi. Hatta 1927`de İsviçre`nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu gibi.. 

Şimdi siz diyeceksiniz ki, İsviçre ile Türkiye`nin jeopolitiği, şartları, içi dışı ve çevresi filan çok farklı. Eğer bununla savaş ve karışıklık kastediliyorsa, adamların tarihindeki savaşlar buradakilerden daha fazla ve ister etnik, ister mezhebi farklılıklar buradakinden daha derin ve daha net..

Ama bir ayrıntı var: Onlar sonunda farklılıkları zenginlik olarak görüp her konuda zengin olmuşken biz ise farklılıklarımızı karşıdakini yok sayma gerekçesi görüp yokluğu seçmişiz.

Şimdi ortada doğrudan demokrasi değil de doğrudan Kemalizm ve doğrudan Türkçülük/Atatürk`çü`lük ile kurulmuş bir sofra var. Bu sofrayı şu ya da bu kurmuştu, sürekli bir şeyler eklenmişti, kaldırılmıştı. Kiminin hakkı, kiminin emeği yenmişti. Sonuçta söz sizin..

Yine de soralım? Kahve alır mıydınız?