• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Mübarek zamanlar artık kıymetleri farkedilmeden sessiz sedasız geçip gidiyor. 10 gün önceki Hicri Yılbaşı gibi Aşura da neredeyse selamı alınmamış gibi garip ve mahzun bir ilgisizlikle kayboldu.

Sanki müslüman dünya olarak sadece kardeşlerimizi zalimin eline bırakmakla kalmamışız şiarlarımızı, kandillerimizi, İslami örf ve ananelerimizi de sırtımızdan, omuzumuzdan, hanemizden, sokağımızdan, ajandamızdan, gündemimizden birer birer indirivermişiz.

Düğünlerde, sünnetlerde, taziyelerde hasılı sürur ve kederli hallerimizde hissiyatımıza kattığımız merhaba’lı, salavatlı mevlidlere veda ederken hiç yüreğimiz sızlamamıştı. Belki de vücudumuzun azaları olan din kardeşlerimizi bu kadar hoyratça harcayışımıza o zamanlarda alıştık.

Cuma akşamlarımız vardı. Şu Yasin’li, hatimli, dualı vakitlerimiz. Nerede ne vakit terkettik haberimiz bile yok.

En hızlı unuttuğumuz merhum ve merhume yakınlarımızın mezarları yanından geçerken kendilerine bir Fatiha okumak şimdilerde dile zahmet geliyor ya kabir ziyaretlerini de bayram sabahlarına uğurladık. Allah’tan ki bayramların biri Ramazan orucunun sonuna, diğeri kesilen kurbana bağlanmış, yoksa herhalde onları da bir süre sonra toplu mesajla bile yad etmek ağır gelirdi.

Düğünlerin de tadı tuzu -haydi kalmadı demeyelim ama- öyle azaldı ki. Bol özenti savurganlığından dolayı çok sevap olduğunu bildiği halde düğün yemeğine para bulamayan düğün sahipleri mi dersiniz, taktığı minicik altının geri gelecek diye hesabını tutan akraba mı dersiniz. Va esefa en az üç gün boyunca birlikte keyiflendiğimiz, kaynaştığımız anlı şanlı düğünlerden geriye on onbeş dakikalık nikah salonları kaldı.

Annelerimiz karşılaştığı zaman musafaha ederken “salavatlaşalım” derlerdi ya, çocukken salavatın elden ele nasıl dolaştığını, yüzün gözün o salavatla nasıl parladığını öyle öğrenmiştik. Onu da bizden sonrakilerin hiç göremeyeceği şekilde silinenler klasörüne gönderdik.

Ve İslam alemi olarak ilme hürmetimiz de alimlere bakışımız da eskisi gibi kıvamında değil. Evvel zaman içinde dizlerinin dibinde ders görmekten iftihar duyduğumuz, himmet ile kendilerinden dua istediğimiz ulemadan baş tacı gördüklerimizin sayısını da her geçen gün biraz daha azaltıyoruz.

Bu serzenişler elbette ki ümmetin geneli için. Ve tabi ki gayemiz felaket tellallığı değil. Kaldı ki, on aydan beri devletlerinin yöneticilerini Gazze’deki soykırımı durdurmaları için harekete geçirememiş müslüman yığınların halihazırdaki vaziyeti için felaket değil helaket tellallığı dahi yapsak azdır.

Sanki yanlış budamanın acı sonucuyla yüzleşiyor gibiyiz.

Çeşitli maksatlarla bünyeye sokulmuş hurafeler budanmalıydı, onun yerine sünneti seniyye budandı, adab-ı hasene budandı.

Kör taassup budanmalıydı, dinde salabet, azimet, gayret, cehd ve takva budandı.

Küffara özenti ve benzeme budanmalıydı, kefereden teberri ve onlara karşı izzetle heybet budandı.

Cehalet, zaruret ve ihtilaf budanmalıydı maalesef marifet, sanat ve ittifak budandı.

Irkçılık, kabilecilik, kin ve husumet budanmalıydı, uhuvvet, muhabbet, insaf ve vicdan budandı.

Şimdi katledilen Filistin’li yavrularımızın mahşerde bize yüklediği faturanın endişesiyle dövünüyoruz.

Ye’se mi kapılmışız?

Haşa.

Allah’tan umut kesmek imanla bağdaşmaz.

Yalnız, yangından hiç bahsedilmezse o ateşi söndürmenin telaşı gelişmez.

Ne demişti derdin Üstadı; “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum.” 

Filistin’deki yangın, İslam aleminin çabasıyla söndürülebilirdi. Fakat bozuk söndürme helikopterleriyle, yırtık itfaiye hortumlarıyla, delik su kovalarıyla, naylon küreklerle bu iş nasıl başarılacak?

Medet ya Hu!