Hassas zamanların vaadleri
Peygamber Efendimiz(sav) ebedi aleme irtihal etmiş. Ashabı kiram son derece üzgün, şaşkın, moralsiz. İnsan evladının, eşinin, anne babasının ölümüyle çok mahzun olur da canından çok sevdiği Peygamberi (sav) vefat edince bunun acısını tarif etmek mümkün mü?
Tarihçiler sahabenin o zamanki halini şöyle tasvir ederler; "Peygamberlerinin vefatıyla beraber, sayılarının azlığı ve düşmanlarının çokluğu yüzünden, Müslümanların hali, sanki şiddetli soğuk, yağmurlu karanlık bir gecede çölde kaybolmuş koyun sürüsünün durumuna benziyordu." Koskoca Hz. Ömer(ra) bile sarsılmış, onu ve diğer sahabe-i kiramı teskin etme görevi Hz. Ebubekir’e(ra) düşmüştü.
Ama asıl sorun bu değildi. Birçok Arap kabilesi dinden irtidat ederek tekrar cahiliye karanlığına dönmeye başlamıştı. Ve bunun yanında zekât vermeyi reddeden isyankar tutumlar baş göstermişti.
Vaziyet son derece hassastı. Ciddi bir otorite ve dirayetli kararlar gerekiyordu. Çabuk hareket ederken aynı zamanda da elde edilen kazanımları kaybetmeden problemleri çözmek gerekiyordu. Kime nasıl muamele edilecekti? Mesela dinden dönenlere hoşgörü ve anlayışla mı yaklaşılacaktı? Zekât vermeyenlere müsamaha mı edilecekti? Acıyı yaşayalım derken meseleler görmezden mi gelinecekti?
Peki alemlere rahmet olan Hz. Muhammed(sav), ağır hasta olduğu demde vefatından sonraki alem için bu ihtimaller karşısında bir şey yapmadı mı, bunları öngörmedi mi?
Öngördü.
Ve yaptı.
İki şey.
Birincisi, cemaatin imamı olarak Sıddık-ı Ekber’i gördü ve namazdaki imamlığına bakarak yarına bununla mesaj vermiş oldu.
İkincisi, vefatına yakın günlerde, mübarek bedeni hasta olduğu halde Bizans’a sefer için Üsâme bin Zeyd’i(ra) huzuruna çağırttı. Ve ona; "Seni ordunun komutanı tayin ediyorum. Hızla harekete geç, babanı şehid edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer verirse, orada fazla durma, geri dön!" emrini verdi.
Birincisinde itaat, ikincisinde istikamet vardı. İlkinde ruh, diğerinde akıl. Sıdk ve cehd. Mevzu ve mevzi. Riaye ve gaye..
Nebevi ferman Hz. Ebubekir’in yerini şöyle tespit etmişti: “Eğer, Ebu Bekir’in imanı, bütün yeryüzü ahalisinin imanı ile karşılaştırılsa, Ebu Bekir’in imanı daha ağır gelecektir.”
Şimdi “temsilde hata olmasın” diyelim, “haşa süme haşa” diyelim, “faraza”, “Allah muhafaza” diyelim. O dehşetli ahvalde kriz yönetimi günümüzdeki gibi düşünülseydi: Kamplar oluşsa ve her blok, kendi önerileri ile halkı ikna etmeye çalışsaydı. Dinin kendilerini nasıl bir bataklıktan kurtardığını unutup emir ve yasaklarını eziyet olarak gören mürted cephenin kalabalıklara sunacağı şey ne olurdu?
Mesela şunu söyleyenler çıkmaz mıydı:
“Uzza’yı, Hübeli, Lat’ı, Menat’ı geri getireceğiz. Atalarımızın dinini yeniden daha güçlü biçimde tesis edeceğiz. İçki sadece ucuz olmayacak, bedava şarap dağıtacağız. Yok öyle nikah filan, biz egemen olursak, herkes istediğiyle birlikte yaşayacak. Kabe’ye hürmet, yine ıslıklar eşliğinde ve üryan olacak. Kadınlar örtünmekten, erkekler kadına karşı gözlerini örtmekten kurtulacak. Faizli alışverişe tekrar dönülecek. Ve Bedir, Uhud, Hendek’te öldürülen kabile büyükleri için yas ilan edilecek. Hayber’de ve öncesinde sürülen Yahudilere tazminat ödenecek, itibarları da her şeyleriyle beraber iade edilecek. Kısaca geriye dönülecek hem de daha güçlü, daha kararlı biçimde.”
Onlara dense ki “o zaman şu geçmişe gidişi biraz daha öteye sarın Hz.İbrahim var, O’nu dinleyin o vakit” bu kez de kesin sizi gericilikle suçlarlardı: “Yobaz, geri kafalı, köktenci” gibi saymadıklarını bırakmazlardı.
“Allah(cc) Ebubekir Efendimizden razı olsun. Hiç birinin kafa konforuna eyvallah etmedi. Zerre kadar eziklik, eğiklik göstermedi. Taviz, tolerans, pirim, mühlet vermedi. Dillerini kesti, o dinden dönenleri, peygamberlik iddiasında bulunanları ve zekât vermeyiz diyenleri şamatalarıyla beraber cehennemin dibine gönderdi.
Unutulmaz bir ders verdi.
Tabi sadece kendi devrindekilere değil.
Çok sonrakilere..