• DOLAR 32.318
  • EURO 35.129
  • ALTIN 2298.602
  • ...

Türkiye’nin Katar’la çok ileri düzeyde olan yakınlığı malum. Buna BM tarafından tanınan meşru Libya Hükümeti’nin de eklenmesiyle içerdeki dekor ve dışardaki peyzaj komple değişmeye başladı.

Geçen günlerde İstanbul’da bir tekstilci kardeşimiz, Türkiye’nin Libya ile kurduğu iyi ilişkinin sektörü müthiş biçimde canlandırdığından bahsetmişti.

Tabi faizlerin düşürülmesiyle nispeten canlanan inşaat sahasının da Libya ile ortaklıktan ayrıca nasipleneceği de açıktır.

İki ülke arasında deniz sınırıyla ilgili anlaşmanın süratle imzalanması, Sayın Erdoğan’ın, “talep ederlerse Libya’ya asker gönderebiliriz” açıklamasının da kısa bir süre sonra fiiliyâta geçeceği anlamına geliyor.

Türkiye’nin Libya’da tarihi referanslarıyla da varlığını ortaya koymasını mevcut küresel şebekelerin kolay hazmetmesi mümkün değil.

Sonuçta, 6 buçuk milyonluk nüfusuna rağmen 48,3 milyon varillik petrol rezerviyle dünyada 9. sırada yer alan bir ülkeden söz ediyoruz.

Şimdi bu petrolün yüzde 60’ı Hafter milislerinin dolayısıyla BAE, Mısır, Rusya, Çin, Fransa ve ABD gibi vekâlet güçlerinin kontrolü altında.

Bu kadar alâkasız devletlerin paralı askerlerle 2011’den beri saldırmalarına rağmen istedikleri sonucu tam alamamaları Türkiye’nin elini güçlendirse de şer ve fesattan başka varlık sebepleri olmayan mezkur haramîler, her yerde yaptıkları gibi sivilleri topluca katlederek yıldırma politikalarına devam edecekler, mevcut devlet merkezini ele geçiremezler ise şu an sürdürmekte oldukları ikinci planı hızlandıracaklar.

Nedir o? Bir takım anlaşma ve konferanslarla uluslararası alanda ve ardından BM’de meşruiyet kazandıracakları Hafter’e veya ekibine petrolün daha daha fazlasının kendi sınırları içerisinde olacağı ikinci bir ülke oluşturmak.

Suriye’deki petrol konusunda oldukça müstağni davranan Türkiye’nin, sırf petrol için Libya’da bedel ödemeye hazır bir tavır içine girdiğini söylemek yerine meseleyi Akdeniz’deki mevcut süreçle birlikte ele almak daha makul gözüküyor.

Tabi mevzunun bir de siyasi ve sosyolojik tarafı var:

Sadece ‘Erdoğan gitsin de ne olursa olsun’ ortak paydasında ‘ittifak ve kardeşlik’ politikası güden ana muhalefetin, Türkiye’nin bugününe, geleceğine ve bölgesine dair hiçbir ciddi sözünün, hedefinin ve projesinin olmadığını büyük resimde daha net göstermek.

Çünkü neredeyse doğa, ekoloji, heykel, çağdaş kadın, cinsiyet eşitliği ve batılı dostlardan başka söylem geliştiremeyen, din/gelenek düşmanlığı, içki, eğlence, nostaljik okuma, yıkıcı eleştiri, alay ve hakaretten başka bir davranış belirtisi göstermeyen beyaz Türklerin milletin sırtındaki ağırlığı artarken ülkenin ilerlemesi gerçekten zor.

Yalnız Akdeniz, Libya ve Suriye’den daha zor gözüken bir problem var:

Adalet ve ahlak erozyonu. Güvenlik soruşturmaları ile ilgili AYM’nin kararını dahi güvenlik sorunu gören toptancı ve kolaycı yaklaşım için ah vah ederken artık daha soft bir aşama belirdi: Kapalı devre kadro satışları.

En başına giderek bu sorun çözülmez ise, memlekete gerçekten çok yazık olur. Ve ikide bir sağda solda kötü numaralarıyla arz-ı endam eden kibir şövalyeleri de ahlakî çöküşün sinyallerini veriyor.

Bu hususlarda somut ve pratik adımlar atmadan büyük ülke olunur mu?

Üzerinde düşünmek gerek.