• DOLAR 32.492
  • EURO 34.956
  • ALTIN 2431.797
  • ...

                                                Bismillah…

       Âlemleri yoktan var eden Allah(cc) insanı, yarattıklarının birçoğundan üstün kılmış; yerde ve göklerdeki her şeyi insanın hizmetine sunmuştur. Bu sebeple insan, varlık âleminde merkezi bir konuma sahiptir.

       “Hakikaten Âdemoğullarını şerefli/üstün kıldık…” (İsra, 70)

        Bundan dolayı Mevlana(ra), insana hitaben “Sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır” diyerek insanın değerini ve ona hizmet etmenin önemini vurgulamıştır.

        Allah(cc) insana; doğru ile yanlışı, hak ile batılı, adalet ile zulmü… birbirinden ayırt edebilecek “akıl”, hissedebilecek “vicdan” ve tercih edebilecek “irade” vererek ikramda bulunmuştur. Bunlara ek olarak, teorik ve pratik alanlarda “neyi”, “niçin” tercih etmesi gerektiğini içeren öğretileri de “vahiy” ile bildirmiş ve insan iradesini etkisiz kılacak fiili zorlayıcı bir müdahalede bulunmadan tercihi “insana” bırakmak suretiyle “her bir insanın iradesini” sürekli aktif halde tutmuştur.

        “… Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir...”  (En’am, 164)

        Allah(cc) insanı yaratmasını iki nedene bağlamıştır: “kulluk” ve “halifelik”… (Zariyat, 56)  (Bakara, 30)

        Kanımca kısa ve öz olarak, kulluk, kişinin bireysel yaşamını; halifelik ise kendisi dışındakilerle olan ilişkilerini ilahi buyruklara göre tanzim etmesidir. Başka bir deyişle insanın kul ve halife olma mesuliyeti; insanın, kendisini ve çevresini yönetmesidir.

        Siyaseti genel anlamda: “Her bir vatandaşın kendisi ve toplumu ilgilendiren yönetimsel işlerle ilgili yaptığı her şeydir” diye tarif ettiğimizde, insanoğlunun “siyaset” ile ne denli içli dışlı olduğunu anlamak zor olmasa gerek.

        İnsanın siyasetin dışında kalması, tabiri caizse kendi varlığına son vermesidir. İnsanın kendisiyle ilgili karar alım sürecine faal olarak katılmaması veya duyarsız kalması daha işin başından itibaren adeta “yaşayan bir ölü” veya “özgür bir esir” olarak sadece yönetilen ve yönlendirilen olmayı kabul etmesi demektir.

        Siyaset literatüründe “vatandaş olma” vasfı, bireye toplumun sorunlarını çözme ve kalkınmasını sağlama ile ilgili sorumluluk yükler. Bu sorumluluk beraberinde bireyin siyasete aktif olarak dâhil olması ve iradesinin sonuca etki etme yönüyle karşılık bulması hakkını doğurur. Bu hak insani bir haktır. Engellenemez, doğrudan ve dolaylı yollarla etkisizleştirilemez.

        Yaratılmışların en üstünü olan Hz. Muhammed(sav), tarihte ilk yazılı anayasa olan “Medine Anayasası”nı oluştururken dünya görüşü ve etnik kökeni ne olursa olsun toplumu oluşturan tüm bireyleri etkin bir şekilde karar alma sürecine ve işlerin işleyişine bir şekilde dâhil etmiştir. Böyle bir siyasi anlayışla toplumda farklı düşüncelere sahip bireyleri vatan ve toplum ekseninde uzlaştırarak aidiyet ve sorumluluk duygusu oluşturmuştur.

        Ülke yönetiminde bulunan herkese yol haritası olabilecek bu vesikadan birkaç madde şunlardır:

        -Bu vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir “birlik” teşkil eder.

        -Müminlerden -yetki bakımından- en aşağı derecede olan birinin kabul ettiği himaye onların hepsini bağlar.

        -Vesikaya imza atan Yahudiler müminlerle birlikte bir “birlik” teşkil eder. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir.

        -Yahudiler ve Müslümanlar arasında kötülük değil iyi niyet ve samimiyet hâkim olacaktır.

        -Yesrib vadisi bu sahifede adı geçenler için mukaddes bir yerdir.

        Müslümanlar iktidarı ellerinde bulunduranlar olarak, Medine Toplumunda sayıca az (yedide biri) olmalarına rağmen toplumu oluşturan diğer vatandaşları etkisiz kılacak şekilde düzenleme yapmaktan kaçınmışlardır.   

        Ülkemizde 12 Eylül askeri darbesinden sonra seçim barajı 1983 tarihinde %10 seviyesine getirilmiştir. Bu kanun ne insanidir, ne İslamidir ve ne de demokratiktir.

        Dünyada bulunan hiçbir ülkede böyle bir seçim barajı uygulaması yoktur.

        Düşünebiliyor musunuz?..

        Seçimlerde 6 milyon oy alan bir kesim kendini temsil etmesi için meclise milletvekili gönderememekte...

        Bu sebepten dolayı siyasi partiler, ülkeye faydadan çok zararı olan ittifaklar kurmak zorunda kalmakta...

        Birçok vatandaş, medyanın ve araştırma şirketlerinin yönlendirmesiyle kendini temsil etmeyen partilere oy verme mecburiyetinde kalmakta ve hatta azımsanmayacak çoklukta bir kitle de sandığa gitmekten imtina etmekte...

        Mecliste grubu bulunan partiler hak etmedikleri sayıda milletvekiline sahip olmakta. Bunu gönül hoşluğuyla kabul ettikleri için de toplum nazarında siyaset kurumunun ve siyasetçilerin güvenirliliğine halel gelmekte…

       Bu seçim barajının yasalaşma gerekçesinde “yönetimde istikrar” hedeflendiği iddia(!) ediliyordu. Ancak şu an itibariyle bu gerekçe de hükümsüz durumda. Çünkü ülkemiz, 24 Haziran 2018'de yapılan genel seçimle birlikte resmen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçti.

       Bu sistem güçlü bir yönetim sağladığı gibi TBMM’inde tüm vatandaşları kapsayacak adil temsiliyeti de zorunlu kılmakta...

       Şu an tek sorun Meclis’te grubu bulunan siyasi partilerin makyavelist yaklaşımları…